Bugünlerde, Saray Rejimi sadece “bu nasıl bir rejimdir” yönü ile tartışılmıyor. Belki bu konuda da bir ilerleme sağlanmış gibidir. Saray Rejimi, liberal solun, özellikle de CHP’nin merkezinin sevmediği bir terim. Devlet cephesi, buna burjuva muhalefeti de ekleyelim, bu Saray Rejimi terimini sevmiyor. Ama buna rağmen Saray Rejimi doğrudur ve geniş bir kesim için artık kabul görmektedir. Bu açıdan meselenin bu yönü üzerine tartışma azalmıştır.
Fakat bugünlerde Saray Rejimi’nin, devletin (asla hükümet demek yeterli değildir) attığı bazı adımlar, oldukça ilgi çekici tartışmalara neden oluyor. Bu tartışmalar da genel olarak üç grupta toplanabilir.
Saray Rejimi ne adım atarsa atsın, içinde bulundukları zor durum nedeni ile, bu adımları “erken seçim” olarak yorumlayanlar oluyor. Adım ne olursa olsun, bu yorumları görebiliyoruz.
İkinci grup Saray’ın her adımını bir “gündem değiştirme” olarak ele alıyor.
Üçüncü bir grup ise, Saray’ın her adımını, AK Parti içi dengelere göre açıklamaya, bunu biraz daha genişletelim AK Parti ve MHP ilişkileri ve her ikisinin iç dengelerine göre yorumlamaya çalışıyor.
1- Her atılan adım, somut olarak ele alınmalıdır. Öyle yorumlanmalıdır. Somut olarak bir adım, bu üç gruptan biri veya ikisi içinde ele alınabilir elbette.
2- Aslında, tek bir adımı değil de, bir süreci, birden fazla adımı bir arada ele alarak değerlendirmek gerekir. Bu daha doğrudur.
3- Her gelişmeyi, devletin, Saray Rejimi’nin her adımını, (a) uluslararası alanda süren paylaşım savaşımını da düşünerek ele almak gerekir, (b) Kürt devrimini, Kürtlere karşı yürütülen özel savaşı göz önüne alarak ele almak gerekir ve nihayet (c) Gezi ile birlikte gelişmekte olan direnişi göz önünde tutarak değerlendirmek gerekir.
Elbette, tüm bunlar, bir Saray Rejimi analizini gerekli kılar ve bu nedenle, Saray Rejimi’ni doğru anlamak çok önemlidir. Mesela bir tutuklamayı siz “aaa ülkede demokrasi yok” diye yorumluyorsanız, size en iyi ihtimalle “günaydın” dememiz gerekir. Mesela bir yargı kararını ele alıp, “aaa bakın ülkede hukuk yok, anayasa rafa kaldırılmış” derseniz, biz sizi dinlemeli mi, yoksa bu geç uyanışınıza üzülmeli mi diye düşünürüz.
15 Mart ile başlayan hafta, özellikle de Çarşamba-Perşembe-Cuma günleri, zamana daha fazla dikkat edenler “son 72 saat” diye ölçüyorlar, peş peşe ilginç olaylar ortaya çıktı. Bu olayları tek tek ele almak, elbette mümkündür. Ama bunların arasındaki bağlara da dikkat edersek, yerinde olacaktır.
I
İlki, HDP milletvekili, insan hakları eylemcisi Gergerlioğlu’nun milletvekilliğinin düşürülmesidir. Yayınlanmış bir haberi, bilmem kaç yıl önce tweetlediği için hakkında dava açılıyor ve elbette ceza alıyor.
Ceza alıyor çünkü, ülkede adalet, ülkede burjuva anlamda hukuk sistemi yoktur. Yani, bir işçi ile bir patron karşılıklı mahkemede davalı olarak biraraya gelirse, mahkemenin patrondan yana karar vermesi, mesela mülkiyet hakkı kutsaldır diye bir karara imza atması her kapitalist ülkede, her burjuva devlette mümkündür. Ama, burada burjuva hukukun taraflılığını aşan bir durum vardır. Mesela Gergerlioğlu’nun paylaşımına konu olan haber, yasaklı değildir. Yani, yasak olmayan bir şeyi paylaşmıştır. Ve karar, zamanlaması da ayarlanarak, mesela tam o güne getirilerek meclis kürsüsüne taşınmıştır. MHP, kongresinin öncesine denk getirilmiştir. Tüm yasal süreçler atlanmıştır vb.
Demek ki, Saray Rejimi, defalarca görüldüğü gibi, hukuku takmamaktadır. Zaten AYM’yi de
takmıyorlar, dahası AİHM’i de takmıyorlar. Bu artık “olağan”dır. Olağanüstü hâl, nasıl olağan ise, bu da öyledir.
Gergerlioğlu’nun bir milletvekili olarak bu davadan ceza yemesi hukuk ise, demek ki, ülkenin yarısından fazlası, her eyleme katılan, her slogan atan da ceza almalıdır. Almıyor. Neden diye sormalıyız. Çünkü, ülkede yaygınlaşmakta olan bir direniş vardır. Ve eğer direniş büyüyecekse, devlet, daha farklı kararları mahkemeler aracılığı ile alabiliyor. Ya da bir direnişi bitirmeye, bir çatlağı büyütmeye yarayacaksa, bu doğrultuda karar almaktan çekinmiyor.
Gergerlioğlu’nun milletvekilliği düşürülmüştür. Belki de Anayasa Mahkemesi, bu kararı iptal
edecektir. Bu, iktidar için sorun değildir. Zira karar siyasaldır ve belli bir amaca hizmet etmektedir.
İşte tam da burası analiz gerektiriyor.
Bu karar, Gergerlioğlu’nun ceza alması ve milletvekilliğinin düşürülmesi, birkaç amaca hizmet etmektedir.
1- ABD ve TC devleti, ortaklaşa, Kürt hareketine karşı bir operasyon içindedir. Bu operasyonda TC devleti saldırganlaşmakta, şiddetle katliamlar devreye sokmaktadır ve ABD, buna karşılık, Kürtlerin “kendisine sığınmasını” istemektedir. Bunun bir tarafı Ortadoğu meselesi, Suriye savaşı vb.dir. Kürt hareketi içinde bir Barzani partisi oluşturma
girişimi, bu planın parçasıdır. Böylece, HDP’ye saldırı planlanmaktadır. Binlerce üyesi tutuklu
olan HDP’nin, sahada etkisinin azaltılması, bu yolla Barzani partisine yol açılması istenmektedir.
2- Buradan bakınca, Garê operasyonundaki başarısızlığın, bu hamlelerle bağı vardır.
3- Gergerlioğlu’nun hedef seçilmesi de planlıdır. Çünkü, bu yolla, İslamî kesimin direnişi seçenlerinin cezalandırılması istenmektedir. Yani seçmeli şiddet”, Saray Rejimi’nin kendine “yakın” ya da geçmişte kendisi ile bağ kurmuş kesimlerini hedef almaktadır.
Bu “seçmeli şiddet”, aynı zamanda, cumhur ittifakı karşısındaki kesimleri de dağıtmayı, “millet ittifakını” zora sokmayı hedeflemektedir. Eğer bunun “erken seçim” ile ilişkisi varsa,
bu “erken” seçime daha zaman var demektir.
Ve elbette Gergerlioğlu’nun meclisi terk etmemesi önemlidir. Meclis önemli olduğundan değil.
4- Eğer meclis devlet için Saray Rejimi için gerçekten önemli olsa idi, bu hamleye girişmezlerdi.
Tersine, hatırlatmak gerekir ki, aslında parlamento diye bir şey yoktur, eski anlamda yoktur.
Rejim değiştirilmiştir ve parlamento, artık apış arasını örten bir yaprak rolünü bile görmemektedir.
5- Elbette bu arada, cumhur ittifakı da kendini toparlamaktadır. İstenen budur. O sonucu verip vermemesinden bağımsız olarak, AK Parti saflarında bir tehdit olarak düşünülmelidir.
II
İkincisi hemen bu olayın ardından, HDP’nin kapatılması konusunda MHP eli ile yürütülen “kapatma” kampanyasının, bir davaya dönüştürülmesidir. Bu ikinci olay da birincisi ile bağlıdır, çok bağlıdır. Ve HDP’ye saldırı aslında, parlamentonun bitmiş olduğunun bir kere daha ilanıdır.
Unutmamak gerekir ki, Saray Rejimi’nin “seçmeli şiddeti” yeni değildir ve her zaman “zayıf”lıkları gözetmektedir. Diyelim ki siz tam bir direniş göstermekte eksik kalıyorsanız, o zaman daha fazla saldırı alanına giriyorsunuz, çünkü saldırının sonuç verme olanağı artıyor. Kürt hareketi içinde Barzani partisi eğiliminin yeniden gelişiyor olması, bu açıdan önemlidir. İktidar, bunu görerek saldırmaktadır. HDP’ye yapılan, “kendini gözden
geçir” çağrıları boşuna değildir.
Bu saldırı, hem HDP’yi etkisizleştirme saldırısıdır hem de “millet ittifakını” durdurma saldırısıdır.
Umutlarını, ABD ve AB’nin “insan hakları” nedeni ile Türkiye’ye baskı yapması ihtimaline
bağlayanlar, bu açıdan da yanılmaktadır. ABD, açık olarak, AB ülkelerine, “bu aralar yaptırımları uygulamayın” telkininde bulunmaktadır.
Rusya ve Çin’e karşı belli tavizlerle AB’yi yanına almaya çalışan ABD, elbette “insan hakları” meselesini bir örtü olarak kullanmaktadır. 12 Eylül darbesinin pişirildiği dönemde, TC devletine, Yunanistan’ın NATO’nun askerî kanadına girişini onayla ve biz de “iç politikada” seni “serbest” bırakalım dendiğini artık herkes yazıyor.
Yani Batı değerlerinin, bizim liberal solcularımızın, liberal okur-yazarlarımızın sandığı gibi,
insanlığın kurtuluşu ile bir alâkâsı yoktur. Dünyaya atom bombasını kullanmış bir ülkenin, “demokrasi ve insan hakları” merkezi olarak sunulması ve bunun kabul görmesi, tekelci kapitalizmin propaganda aygıtının etkinliğinin göstergesinden başka bir şey değildir. Orada, Batı’da, “demokrasi ve insan hakları” yazılı bir can simidi yoktur, hele ki işçi ve emekçiler için.
Sadece “diktatörler” değil, ama aynı zamanda hiçbir emperyalist güç için, hiçbir sömürgeci
güç için, direniş hareketleri “sempatik” değildir, olamaz.
HDP’nin kapatılması girişimi, ister sonuçlansın isterse son anda vazgeçilecek bir adım olsun,
aslında “kayyum” politikasının, Kürt şehirlerindeki katliam politikalarının bir devamıdır.
Kaldı ki, HDP’yi kapatmayı başarsalar bile, buradan Kürt hareketini denetim altına alacakları
gibi bir sonuç çıkarmak mümkün değildir. İlk olmuyor bu kapatma. İspatlanmıştır ki, bu yolla bir sonuç elde etmeleri, direniş ruhu sürdüğü sürece olanaklı değildir. Bu açıdan, tüm toplumsal mücadele alanında direnişin geliştirilmesi, tüm bu hamlelerin boşa çıkarılmasında çok daha etkili olacaktır.
III
MB (Merkez Bankası) Başkanı Ağbal, görevinden alındı. Gece yarısı, Cumartesi sabaha
karşı bir kararla, Saray’ın başı muktedir, damadın kayınbabası tarafından görevden alınan Ağbal, “şükran” duygularını ifade etmiştir. Damat Instagram’dan “at izi it izi” açıklamalarıyla istifa etmiş ve “görevinden affedilmiş”ti. Bu kez MB Başkanı, şükran duyguları ile görevinden alınmıştır. Bu “şükran”, bu dertli işten kurtuldum “şükranı” değildir. Bu “şükran”, 18 Mart’ta faiz oranları 17’den 19’a çıkarılmasından sonra gelmiştir.
Kaldıraç’ın Mart sayısında “IMF ile gizli bir anlaşma mı var” diye sorulmuştur. Bu hamle, gizli
anlaşmayı örtmektedir.
1- Ama dahası, ABD-AB arasında, Türkiye’ye fazla yüklenmeyelim, tek bir şey isteyelim,
önce onu çözelim anlaşmasının verdiği cesaretle bu adımın bağı vardır. Bu nedenle, S-400’lerin Türkiye’den çıkarılması yönündeki ABD açıklamalarının ardından gelmiş olması daha anlamlıdır. Esas mesele, Türkiye’nin S-400 üzerinden Rusya ile ilişkilerine müdahale edilmesidir. Bunu Erdoğan’dan istiyorlar ve bunu yaptıktan sonra, diğer adımlar gelecektir.
2- Bu adım, Yeni Şafak’ın, Cuma günü Ağbal için “sen kimin adamısın” manşetini atmasından sonra gelmiştir. Bu manşet, yeni MB Başkanı’nın Yeni Şafak yazarı olması ile de bağlantılıdır.
Saray Rejimi, bir ekonomik yapıya da denk düşmektedir. Bu ekonomi, rant-yağma-savaş ekonomisidir. Bu ekonomi içinde iktidar çevresindeki, Saray çevresindeki gruplara para aktarılması da vardır. Bu ucuz faizli operasyonlar, %19 faiz ile olanaklı olmaktan çıkmaktadır.
Ağbal, faiz artırırken, işçi ve emekçilere sormuyor, piyasaya, en çok TÜSİAD ve MÜSİAD’a
soruyordu. Onlardan bağımsız, uluslararası finans çevrelerinin beklentilerinden bağımsız bir faiz artırımı söz konusu olamaz.
Saray Rejimi, açık destekçileri, ortakları, girift ve akçeli ilişkilerle Saray’a ve Erdoğan ailesine bağlı işadamlarının çıkarlarını görmezlikten gelemez. İşte bu adım, iş dünyasının farklı kesimleri arasında bir dengenin tutturulmasını hedeflemektedir. Hem faiz artırılmış hem de Ağbal görevinden alınmış ve rahatsız olanlar nefes alır hâle gelmiştir. Saray Rejimi’nin devamının sağlanması, işte tam da burada anlamlı olmaktadır.
Hem Erdoğan partisi hem Bahçeli partisi, birbirine yapışmış durumdadır ve bu yolla iktidarı sürdürmeye mecbur hâldedirler. Saldırganlık, karanlık, akçeli ilişkiler üzerine kurulu çeteler iktidarı devam ettirmek için son enerjilerini de kullanmaktadır.
Erdoğan, “görevden affettiği” damat eleştirilerinden bunalınca, başınıza damat kadar taş düşsün, demişti. Damat, 128 milyar dolarlık bir taş eder mi bilinmez, ama 128 milyarlık yağma, halk için yeterince ağır bir yük olarak yaşama yansımaktadır. Bu sıkışmışlık hâli, Damat’ın yeniden sahne almasına kadar giderse şaşmamak gerekir.
IV
Kanal İstanbul’a, devlet garantisi verilmiştir. Bu da Cumartesi sabahı, 20 Mart sabahı bir kararla sağlanmıştır. Bu karar da hukukî değildir. Ama iktidar zordadır ve hukuk raftadır.
Bu karar da, yine, Saraylı işadamlarının, girift ilişkilerle Erdoğan ailesine bağlanmış müteahhitlerin çıkarları içindir. Çetelerin kanun çıkarmaları artık çok kolaydır.
Osmanlı Sultanı Abdülhamid için, tüm topraklar, Osmanlı soyunun, ailenin toprakları idi.
Ama o dahi, bu kadar “cesur” kararlar alamıyordu. Sultan Abdülhamid’in kopyası olmaya çalışan Saray’ın muktediri, hem uluslararası tekellerin, özellikle ABD ve İsrail sermayesinin hem de Saraylı işadamlarının çıkarları için oldukça “cesur”dur. Yangından mal kaçırır gibi acelesi vardır.
Uygulansın ya da uygulanmasın, Saray Rejimi, bu kararlarla, ekonomik temelini ayakta tutma peşindedir.
V
Aynı gün, yani birçok gazetecinin vurguladığı gibi “son 72 saat” içinde, alınan kararlardan biri, İBB’nin mülkiyetinde olan Gezi Parkı’nın, “Beyazıt Hanı Veli Hazretleri Vakfı”nın mülkiyetine devredilmesi de bu cinstendir.
Hem “benim asıl işim rant üretmektir” sözüne uygundur hem de iktidarı korumak için, tarikatlarla girilen girift ilişkilerin ruhuna uygundur.
Bu karar da, iktidar içinde çözülmeyi önlemeyi amaçlamaktadır.
VI
Aynı gün, İstanbul Sözleşmesi diye anılan sözleşmenin iptal edildiğinin duyurulması da son
olanıdır.
AB tarafından gündeme getirilmiş ve İstanbul’da karara bağlanmış bu sözleşme, Türkiye tarafından 2011 yılında imzalanmıştır. Kadına karşı şiddet konusunda bir uluslararası belge olduğundan, TBMM’de onaylanarak yürürlüğe girmiştir.
Uygulanmamıştır.
Son dönemde, “kadın-erkek eşit olmaz” tarzında Erdoğan’dan yükselen sesler, en son, Ayasofya’nın başimamı tarafından bir kere daha yükseltilmiştir.
Kadın hareketi, İstanbul Sözleşmesi’nin ölümleri önleme konusunda ciddi bir yasal çerçeve olduğunu ifade etmiştir ve sözleşmenin uygulanmasını talep etmiştir. Buna karşılık, tarikatlardan, hatta Saadet Partisi’nden de bu sözleşmenin iptali istemi dile getirilmiştir. İktidar, bizzat kendi imzasını taşıyan bu uluslararası sözleşmeyi, bir kararla iptal etmiştir.
Erdoğan, 2011 yılında, çok taze Twitter kullanıcısı olarak, sözleşmeyi şöyle duyurmuştu: “Kadına şiddet artık ‘insan hakkı ihlali’. Sözleşme, Türkiye’nin öncülüğünde hazırlandı.”
Bugün ise, Fuat Oktay, Soylu, Adalet Bakanı Gül, Fatma Betül Sayan Kaya, Ayasofya Başimamı, İsmailağa tarikatı ve daha başkaları, hep birlikte, sözleşmenin iptal edilmesini destekleyecek açıklamalar yapıyorlar.
Bu fesih kararı da yasal değildir.
Normalde meclisin bu kararı vermesi gerekir. Erdoğan ve Bahçeli arasında birkaç konuyu içeren bir anlaşma olduğu anlaşılmaktadır. Bu konu da bu anlaşma maddelerinden biri gibidir.
Yasal olmadığı hâlde bu iptal, bir yandan tarikatları Saray Rejimi’ne bağlarken, diğer yandan AK Parti tabanında ciddi tepki çekecektir.
Mart ayının son haftasında AB ile Türkiye ilişkileri ele alınacak ve bu toplantının öncesinde de AK Parti kongresi vardır. Saray, ABD’nin AB’ye telkinlerini bilmektedir ve AB’den söz
dışında bir şey çıkma ihtimali zayıftır (Bu yazı yazıldığında henüz AK Parti kongresi ve AB toplantısı yapılmış değildir. Bu nedenle, sonuçlarını göreceğiz). Ama Saray Rejimi’nin AB’nin tepkisi konusunda bir fikri olacağı da kesindir. AK Parti kongresinden sonra, bu konuların gündeme alınması, gerekirse bir adım geri çekinilmesi de olanaklıdır.
Tüm bunlar bir raya getirildiğinde, iktidarın bir yandan açık olarak, tüm topluma “meydan
okuduğu” sonucu çıkmaktadır.
Ama aynı zamanda, tüm bu kararların, muktedir olmanın kibri ile birleşmiş bir sarhoşluk içinde alındığı da söylenebilir.
Artık, Saray Rejimi, çürümedir.
Her türlü kararı alabilecekleri fikri, halk nezdinde açıktır. Ancak bu bir boş vermişliğe yol açmamalıdır.
Bu çürüme, eğer mücadele yeterince gelişmezse, iktidar halkın iradesi ve eylemi ile, işçi
sınıfının, kadınların, gençlerin direnişi ile alaşağı edilmezse, kötü kokular yaymaya devam edecektir. Bunları seyretmek, bu çürüme hâline alışmak, bu kokuya alışmak demektir.
Evet, Saray saldırmaktadır.
Evet, Saray tam anlamı ile bir çürümedir.
Evet, iktidar sıkışmıştır.
Evet, pandemi sürecinde de gördüğümüz gibi, yalan söylemekten sarhoş hâle gelmişlerdir. Bu sarhoşluk, kibrin sarhoşluğudur.
Evet, kriz sürekli derinleşmektedir.
Ama bunların hiçbiri, işçi sınıfının, emekçilerin, kadınların, gençlerin direnişi olmadan, örgütlü mücadeleyi geliştirmeden, iktidarı deviremez. İşçi ve emekçiler, bugün, tam anlamı ile bir kurtuluş, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya kurmak için, gözlerini iktidara dikmek zorundadırlar. CHP’nin, İYİ Parti’nin vb. muhalefeti ile Saray Rejimi’nin yıkılması olanaklı değildir. Onlar, aslında muhalif gibi görünerek, iktidarı ayakta tutmaya çalışmaktadır.