Bahçeli, Erdoğan’ın gölgesi altında sıkıldıkça, her seferinde, “esas güç benim” der gibi uluyor. Hastalığı nedeni ile birkaç aylık ayrılığı sonrasında, muhtemelen, daha bir hassas oldu, Erdoğan’la olan ilişkilerini daha da “derinleştirdi”.
Sanırız, Bahçeli’yi yönetenler, mesela devletin bu işle ilgili görevlileri, Bahçeli’nin bahçesinde, yeni bir çeteleşmeye gitmiş olmalıdır. Bahçeli, “esas güç benim, Erdoğan da kimmiş, Saray Rejimi’nin savunucusu esas benim” havasında gidiyor gibidir. Ama öyle anlaşılıyor, onun adına tweet atanlar, olsa olsa başkalarıdır.
Tüm Saray Rejimi’ni sarmış bir hâl var: Her biri başka bir uyuşturucu alıyor olmalı. Afyon alımından sonra, “uçuyoruz kimse görmüyor” denilebilir muhtemelen. Ya da kuvvetli anti-depresan alıp, “Tabipler Birliği kapatılmalıdır” denilebilir. Muhtemelen extacy aldıktan sonra, “bu sene %5 büyüyeceğiz” demek mümkün olabilir. Ve kesinlikle çok fazla miktarda yeşil dolar aldıktan sonra, Akdeniz’de her gün bir zafer kazandık haberleri yapılabilir. Hangi ilaç veya uyuşturucunun Anayasa Mahkemesi Başkanı’na İçişleri Bakanı sıfatıyla “sen arabana yalnız binebiliyor musun” sorusunu sordurabildiğini tahmin edemiyoruz.
Ama biliyoruz, IŞİD çetelerine çoluk-çocuk, kadın-erkek katlettirmek için epeyce uyuşturucu taşıdıklarını biliyoruz.
Bu çöküş hâlidir.
Saray Rejimi, tüm kurumları ile çürümektedir. Ve bu çürümeyi topluma aşılamak, toplumu da her yönü ile çürütmek istiyorlar.
Yağma, rant, savaş ekonomisi ile toplumun her kesimine hırsızlığın âlâsını öğrettiklerini, bunu da din ile birleştirerek yaptıklarını biliyoruz. Cinsel tacizler, tarikatlar, rüşvet, hukuk ihlalleri vb. tamamı, aslında bu çürümeyi tüm topluma yansıtma yolları hâline gelmiştir. Artık, tüm bunlar “normal” hâle gelmiştir, normal ve sıradan.
İşte Bahçeli’nin tweet hesabından TTB’ye dönük yapılan açıklamalar da tam olarak bunu göstermektedir.
Gerçekte bu, demokratik kitle örgütlerine bir saldırıdır. Barolara dönük saldırı daha devam etmektedir ve Feyzioğlu, barolar birliği başkanı seçilebilmek için, içeriden “balta sapı” olarak iş görmüştür. Şimdi Türk Tabipleri Birliği (TBB)’ne sıra gelmiştir. Hedefleri budur.
Biliniyor ama tekrar edelim, biz “sivil toplum örgütlenmeleri” (STK) kavramını kabul etmiyoruz. Doğrusu demokratik kitle örgütleri (DKÖ) olmalıdır. Demokratik kitle örgütleri, bir insan grubunun, mesela bir meslek grubunun, bir toplumsal grubun, demokratik ve ekonomik, sosyal haklarını savunur ve bunun için örgütlenmelerini ifade eder. DKÖ’ler, bir “yardım” kuruluşu değildir. Tersine, toplumsal örgütlenmede, kendi sorunları etrafında bir örgütlenmeyi ifade ederler. Bu DKÖ’ler olmadan, burjuva anlamda bir “demokrasi” olamaz. Sendika bir DKÖ’dür, elbette TTB de. Tüzükleri açıktır, doktorların ekonomik, sosyal haklarını savunurlar ve bu doğrultuda, toplumsal bir yarar yerine getirirler. TTB, hekimlerin davranış kurallarını, etik değerlerini de geliştirir ve bu tüm sağlık hizmeti alanlar için önemli bir denetim gücü anlamına da gelir.
Elbette DKÖ’ler, yasal kurumlardır. Güçleri oranında bu yasaların daha demokratik olması için de mücadele yürütürler. Ama, hiçbir DKÖ, bir siyasal parti değildir. Bir DKÖ’nün, siyasal taleplerinin olması da mümkün ve gereklidir. Ama siyasal parti değildirler.
Bugüne kadar TTB’nin, siyasal bir parti gibi davrandığı görülmemiştir.
100 bin civarında doktorun üye olduğu TTB, demokratik bir mekanizmaya sahiptir. Yani seçimle bir yönetim örgütlerler ve bu yönetim, düzgün bir biçimde denetlenir.
Diyelim ki, bir tarikat, DKÖ değildir. Hem belli bir toplumsal kesimin sosyal haklarını savunmaz, hem de demokratik kurumlardan değildir. Eğer siz, “badeleme” işinin bir toplumsal hak olduğunu iddia etmiyorsanız, tarikatlara çete demekten başka yolunuz kalmaz. Bir şeyh vardır ve o şeyh “postu” en sevdiğine bırakır, yeni şeyh seçilmez. Böyle bir işleyişe sahip değildir.
Birçok kişi, tarikatları bir STK olarak ele alır. İktidarlar, tarikat oylarına, dini kullanmak için çeşitli araçlara ihtiyaç duyarlar ve bunları da bir güç odağı olmaları nedeni ile, mesela çete diye adlandırmak yerine, STK diye adlandırırlar. Eğer, STK kavramını sorgularsanız, onun yerine DKÖ kavramını koyarsanız, aslında bu kargaşaya da son vermiş olursunuz.
Saray Rejimi tüm toplumu bastırmak, her aykırı sesi boğmak, baskı ve şiddetle, devlet terörü ile yönetmek istiyor ve bu nedenle, tüm DKÖ’lerini zapturapt altına almak istiyor. Sendikaları sendika mafyası ile ele geçirme işi, 12 Eylül darbesi ile ayyuka çıktı. Şimdi, 12 Eylül’ün “komünist tehlike” olarak adlandırmadığı TTB, bugünlerde Bahçeli ve Saray Rejimi tarafından, bir tehlike olarak ilan ediliyor.
Nedeni de açık: TTB, pandemi konusunda devletin, Saray Rejimi’nin izlediği yalan ve gizleme politikasına artık tahammül edemiyor ve bunu, meslek ahlâkı, meslek onuru gereği, deşifre etmek zorunda kalıyor.
TTB, halkı doğrudan bilgilendiriyor.
İçinde TTB’nin, sağlık çalışanlarının olmadığı bir pandemi yönetimi, yapısı gereği iş yürütebilir, sorun çözebilir bir yönetim olamaz. Hekimler, bir yandan canla başla uğraş vermekte, diğer yandan ise, ölüm ile ilk elden yüz yüze kalmaktadırlar.
Bize göre TTB, ilk günden başlayarak, salgın konusunda halkın doğru ve ilk elden bilgi alması için uğraşmak zorunda idi. Ve doğrusu salgının başında bu konuda çok aktif olmadıklarını biliyoruz. Ahmet Saltuk hoca, belki TTB’nin bıraktığı boşluk nedeni ile, TV kameralarına çıkıp, olup biteni anlatmak zorunda kalmıştır. Yapılması gereken de en başından beri budur.
Tabipler Birliği, “savaş bir toplum sağlığı sorunudur” dediğinde de iktidarın hışmını üzerine çekmişti. Oysa dünyada her hekimin, savaş karşıtı olması kadar doğal bir şey olamaz. Aslında bu her insan için de geçerlidir.
TTB, iktidarın politikalarına destek vermek zorunda değildir, zaten bunu yaparsa, hekimlik mesleğine de ihanet etmiş olur. Dünyanın her yerinde sağlıkçılar, buna benzer tutum almaktadır ve bundan daha doğal bir şey de düşünülemez.
Sağlık çalışanları, gerçekten de hastahanelere el koymak, fiilî olarak hastahane yönetimlerini doğrudan iktidarın elinden almak zorundadır. Bu bizim görüşümüz ve önerimizdir. Çünkü siyasal iktidar pandemiyi, kitleleri korkutmak, bunalımı gizlemek, iktidar zafiyetlerini örtmek, baskıyı artırmak için bir araç olarak kullanmaktadır. Pandemi sürecinde, kitlelerin dikkatlerinin dağınık olmasını fırsat bilerek gerçekleştirdikleri ihaleler, çevre yağması vb. tek tek saymakla bitmeyecek boyutlardadır. Bu yapılırken, iktidarın amacı ortadadır. Bu koşullarda, pandemi ile mücadele için sağlık çalışanlarının hastahanelere el koyması gereklidir. Tüm özel hastahaneler, kamulaştırılmalıdır. Ankara’da, başka bazı illerde, doktorlar, hastaları hastahanelerde yer olmadığı için kabul edemez durumdadır. Şehir hastahanelerine “müşteri” garantisi veren iktidar, birçok işleyen hastahaneyi kapatmıştır. Ülkeyi bir AŞ gibi yönetmek isteyen Saray Rejimi, hastahaneleri “kâr” peşinde koşan kuruluşlara çevirmiştir, hastaya müşteri gözü ile bakan bir mantık egemen kılınmıştır. Tüm sağlık çalışanlarının, elbette bu arada TTB’nin de buna karşı durması kaçınılmazdır, gereklidir.
TTB, gerçekte, eksik yaptıkları nedeni ile eleştirilebilir, yoksa bugünlerde yaptıkları ile değil.
Bugünlerde iktidarın hışmını çeken, saldırılara maruz kalan TTB, gerçekte, daha direngen, daha mücadeleci bir tutum almalıdır.
Barolar, yeterince direnmediği için, uzun süredir kendi üyelerine bile sahip çıkmadığı için, iktidar ile flörtleştiği için, yeterince direnç ve direniş göstermediği için, hukuk katledilirken yeterli tepkiyi vermediği için, işçilere saldırılırken, öğrencilere saldırılırken açık bir direniş tutumu almadığı için, kolaylıkla yeni kanuna boyun eğmek zorunda bırakılmıştır. Sadece son eylemlerde Ankara girişinde yürüme isteklerine bakarsak bile, bunu binlerce avukatı oraya yığarak, oradan, doğrudan Saray’a yürüyerek yapmadıkları için kaybetmişlerdir. Ve gerçekte bu kayıp, tüm toplumun, toplumsal mücadelenin kaybıdır.
Şimdi, aynı şey, TTB’nin karşısına çıkarılmak istenmektedir. Bu nedenle, esas olarak TTB’nin eksik yaptıklarına, dünden başlayarak yapmadıklarına parmağı basmak gerekir.
Saldırı, bir bütündür ve tüm toplumu, işçi ve emekçiler başta olmak üzere, kadınları, gençleri, halkları, yoksulları, çalışan herkesi susturma, esir alma amacını gütmektedir. Saldırı, devletten gelmektedir ve hedefi, korkutmak, sindirmektir. Tüm toplumu, yaşamın her alanını hedef alan bu saldırıya karşı bir direniş gelişmektedir. Gezi, bu direnişin en kitlesel olanıdır. Gezi Direnişi, farklı biçimlerde sürmektedir. Bu direnişi büyütmek, korkmadan bu direnişin bir parçası olmak, bundan onur duymak gerekir.
Topyekûn bir direniş geliştirmenin yolu, direnişin her türünü, her biçimini geliştirmek, yaymak ve daha örgütlü hâle getirmektir.
Bu nedenle, mevcut toplumsal durum içinde, işçi ve emekçilerin ortak cephesini, birleşik emek cephesini örmek gerekir.
TTB, açık ve net olarak bu direnişin bir parçasıdır. Daha da kararlılıkla, açık ve net bir tutumla, Birleşik Emek Cephesi’nin nesnel bileşeni olmaktan, öznel bir bileşeni olmaya evrilmek zorundadır.
Bu durum, sadece TTB için geçerli değildir, barolar da bunun içindedir, TMMOB da bunun içindedir, sendikalar da bunun içindedir.
Artık en sıradan bir hakkı, yaşam hakkını, çalışma hakkını, adil yargılanma hakkını vb. savunmak, en sıradan bir hakkı istemek, doğrudan iktidarın saldırısına hedef olmak anlamına gelmektedir. Tren kazasında ölen yakınlarının hakkını arayanlara, copla, biber gazı ile TOMA ile saldıran bir iktidar söz konusudur. İster Kaz Dağlarının yağmasına karşı çıkın ister Artvin’in doğasının yağmalanmasına, ister çocukların tecavüze karşı çıkın ister kadın cinayetlerine, ister ödenmeyen ücretlerinizi almak için direnin ister adil yargılanma talebiniz için, siz artık, tüm toplumsal direnişin bir parçasısınız demektir. Buna gözünü kapatmamak gerekir.
Direniş, tüm toplumsal yaşamı sarmaktadır. Evet, yeterince güçlü değildir, yeterince örgütlü değildir. Ama bu direnişin bir parçası olmak, onurlu yaşamayı seçmek demektir. Bu nedenle örgütlenmek, örgütlerimize sahip çıkmak, onları daha sağlam direniş odakları hâline getirmek dışında kurtuluş yolu yoktur.