TC devleti saldırıyor. Güçlendirilmiş Saray Rejimi, daha şiddetli saldırılarla sağlanmak isteniyor. Başka çareleri de yoktur. Zaten Saray Rejimi, devletin olağanüstü örgütlenmesidir. “Olağanüstü” devlet örgütlenmesi, kural gereği, devletin yönetme güçlüğünü çözmek için geliştirdiği bir saldırıdır. Ve şiddeti, devlet terörünü daha da geliştirmek dışında yolları da yoktur.
Onlar korktukları için saldırıyorlar. Cennetini kaybetme korkusudur bu. Ve egemenler, kendi korkularını, kitlelere, işçi ve emekçilere, öğrencilere, kadınlara bulaştırmak istiyorlar. Bunun için öne çıkmış isimleri tutukluyorlar. Amaçları, bu devlet terörü ile korku salmaktır. Ve uyguladıkları hukuk, iç savaş hukukudur.
Ekonomiyi uluslararası konsorsiyuma teslim ettiler. Ya da uluslararası konsorsiyumu oluşturan uluslararası tekeller, alacaklılar, ekonomiye el koydular.
Ama sadece bu gerçekleşmiyor.
Aynı zamanda örtülü bir savaş kabinesi kurdular. Örtülüdür, ama çabucak açığa çıkmaktadır. İsrail’deki gibi, henüz açık bir savaş kabinesi değildir. Ama bu savaş kabinesi, doğrudan NATO’ya bağlıdır.
Bu nedenle, dışarıda ve içeride savaş politikasını uyguluyorlar.
Bu içeride ve dışarıda savaş politikası, yaşamın her alanını etkilemektedir. Ve Saray Rejimi, TC devleti, açık olarak “iç cepheyi güçlendirmek”ten söz ediyor. İç cephe kavramı kritiktir. İç cephenin bir tarafı egemenlerdir. Bu nedenle egemenleri bir ve tek söz söyleyecek hâle getirmek istiyorlar. Ve iç cephenin öteki tarafı işçi sınıfıdır, direnenlerdir, kadınlardır, gençlerdir. İşçi sınıfını bastırmanın, onu köle hâline getirmenin, toplumu susturmanın adı, iç cepheyi güçlendirmektir.
Bu temeller üzerinden gelişmeleri ele almak gerekir. Bu temeller unutuldu mu, geriye, tuhaf bir görüntü, devletin anlamsız saldırıları gibi bir görüntü kalır. Bu durumda da bazılarının, profesörlerin, hukuk uzmanlarının, siyaset uzmanı diye geçinenlerin söylediği şey devreye girer: “Türkiye Cumhuriyeti, laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletidir.” Bu sözü duyduğumuzda, “amin” demekten başka bir şey yapılamaz. Gerçeklikten uzaklaşmak demektir ve işi duaya bırakmak hâlidir. Dualara denebilecek tek şey “amin”dir.
Son dönemde bazı gelişmeler yaşanmaktadır. Çeşitli tutuklanmalar, gözaltılar, tuhaf iddianameler ortaya çıkmaktadır. Her biri, bir yandan trajik gibi görünür ama komiktir. Bu durumlar için trajikomik kavramı kullanılmaktadır. Mesela “Türkiye, laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletidir” demek ve her gelişme karşısında bunu tekrarlamak, trajikomik hâldir. Gerçeğe gözünü kapatarak, gerçek yokmuş gibi davranmak, pek çok trajikomik hâle yol açar.
Gelin, birlikte bazı gelişmeleri ele alalım.
1
Kayyumlar.
Biliniyor, son belki de 10 yılı aşkın süredir, ülkemizde bir kayyum politikası var. TC devletinin, biz bugünkü örgütlenmesine Saray Rejimi diyoruz. Devletin olağanüstü örgütlenmesi de demektir. Saray Rejimi, parlamentonun işlevsizleşmesi demektir. Bunu anlatmaya gerek yok. Parlamento, artık hiçbir işe yaramamaktadır. Devlet için bir görüntüdür. Ve bir görüntü olarak iş görebilmesi için, tüm burjuva partilerin orada, sanki her şey normalmiş gibi davranması gereklidir.
Burjuva partiler, artık birer siyasal parti değildirler. Burjuva partiler, Saray Rejiminin bir parçasıdırlar ve bu açıdan parti olmaktan hızla çıkmışlardır. Buna CHP de dâhildir. MHP için bir parti demek, gerçekte literatüre göre bile mümkün değildir. AK Parti bir siyasal parti değildir. Diğerleri de öyledir.
Saray Rejimi, iç savaş hukuku uygulamaktadır. Bizim, hukuk disiplinine saygılı ve gerçekten bilgili profesörlerimiz bu hukuka “savaş hukuku” demektedirler. İç savaş da bir savaştır ve bu açıdan büyük bir sorun teşkil etmez. Ama iç savaş hukuku demek, aslında gerçeği olduğu gibi söylemektir. Çünkü “kişiye göre hukuk” uygulanıyor demek, yeterli değildir. Bu kişi nerede yaşıyor, kim, hangi sınıfın üyesi, iç savaşın hangi cephesinde yer alıyor? Belirleyici olan budur. Bunun da çeşitleri vardır. Bu çeşitlere de geleceğiz.
Yargı sistemi, tümü ile, doğrudan baskı aygıtının sivri yönü olan silahlı güçlere bağlı hâle gelmiştir. Doğrudan polisin uzantısı gibidir.
Saray Rejimi, seçime dayalı bir sistem değildir. Seçimler tümü ile göstermeliktir. Bugün orada bir sahne unsuru olarak durmakta olan Erdoğan, “atı alan Üsküdar’ı geçti” dediğinde aslında durumu, başka bir şeye gerek olmadan, doğrudan ifade etmiştir. 2015 Haziran seçimlerinden bu yana, her seçim hilelidir, meşru değildir. İşte parlamento ve aslında birer çete yapılanmasına dönüşmüş olan siyasal partiler, bu meşru olmayan seçimleri, meşru hâle getirmek için işlev görmektedir. Özgür Özel olmasa, CHP olmasa, cumhurbaşkanlığı seçimini kimse meşru gösteremezdi. Parlamentoda ayağa kalkmalar, toplantılara gitmeler, ABD’de rüşvete “jest” demeler vb. bunun adımlarıdır.
Şimdi bu koşullarda, Kürtlere karşı açık bir savaş sürerken, uygulanmakta olan kayyum politikalarının seçim sonrasında yeniden devreye girmesi, beklenen olmalıdır. Buna şaşırmak komiktir. Tüm bu uygulamalardan sonra, Erdoğan’a güvenmek ise trajiktir. Kaldı ki, Erdoğan’ın sahnedeki rolü bir yana bırakılırsa, bir etkisi, bir belirleyiciliği de yoktur.
Öyle ise bilmeliyiz ki, kayyum politikasına karşı, topyekûn bir direnişi daha ilk anda geliştirmeden kayyum politikalarının bitmesini beklemek, Ankara’da adaya gidecek bir vapur beklemek gibidir. Olsa gelecek ama yol yok, deniz henüz Ankara’ya gelmedi.
Kayyum politikasına bakalım. Saray Rejimi, adım adım bir plan uyguluyor. Van’dan başladılar, ama tepki kararlı ve net gelince geri adım attılar. Sonra, en kolay olacak yerden başladılar. CHP’li belediyeler de içindedir.
Elbette bu TC devletinin güçlü olduğunun kanıtı değildir. Tersine, tüm gücü ile saldırdığının kanıtıdır, o kadar.
2
Basına saldırılar.
Saray Rejimi, neredeyse, tüm basını kendi kontrolü altına aldı. İçine Sözcü ve Halk TV dâhil. Elbette bunların bir bölümünü, düzene karşı gelişen tepkiyi yönlendirmek için kullanıyorlar.
Bu bir güç gösterisi gibidir.
Halk TV kadrosuna saldırdılar. Tek bir gerçek bilginin ortaya çıkmasından rahatsızdırlar. Tümü ile yalan üzerine kurulu bir basın söz konusudur. Basın karanlık üretmektedir.
Gezi Direnişi’nde tüm basın, üzerine düşen egemene hizmet görevini yerine getirmiştir. Deprem sürecinde de. Deprem bölgesinde kaç kişinin öldüğü hâlâ bir “sır”dır. Birçok uzman, ölü sayısının 400 bini geçtiğini söylemektedir. Biz, sahadayız ve bunun doğru olduğunu düşünüyoruz. 50 bin ölü rakamı bile kendi başına çok büyüktür ama basın, bunun üzerini örtmekte işlevseldir.
Bu bir güçtür elbette.
Ama, bir cumhurbaşkanının, kendisine sorulacak sorulardan korkması, sorulacak soruları önceden gazetecilere vermesi, gazeteciliği bir çeşit “yanıtları sorulamak” görevi hâline getirmesi, sizce bir güçlü olma hâli midir? Çürümedir.
Buna rağmen, birkaç yerde fırsatı bulunca, gerçeği söylemeye çalışan gazetecileri hapsetmek, onlara tuhaf suçlar yüklemek aslında tanınmış kişileri hapsederek, işçi ve emekçileri susturmak amaçlıdır.
Korkuyorlar ve kendi korkularını halka bulaştırmak, kitlelere bulaştırmak, işçi sınıfına ve direnenlere bulaştırmak istiyorlar.
Önce, eylem yasak, “ama konuşabilirsin” idi.
Sonra, tamam ama konuşmak da yasak, “ama düşünme özgürlüğün var” aşaması gelmiştir.
Şimdi, herkes, kendini sansürlemektedir. Sansür bir trajedi ise, sansüre karşı çıkarken kendini sansürlemek bir çeşit komedidir. Bu nedenle, mizah ülkemizde epeyce güç kaybetmiştir. Çünkü, her şey bir çeşit mizah boyutunu aşmaktadır.
Aslında eyleme geçmedin, tamam, ama söyledin. hadi söylemedin ama düşündün. İşte size trajikomik hâllerden biri.
12 Mart dönemi fıkralarındandır. Adam, köyden gelmiştir, giyimi de iyi değildir. Yolda yürürken güler ve gözaltına alınır. Birkaç ay sonra adam mahkemeye çıkartılır. Hâkim suçu, sanığın yüzüne okur: “Sen bilmem kimin oğlu bilmem kim, sen, duvarda yazılı olan komünist sloganı okuyup gülmekten yargılanıyorsun.” Adam şaşkın, “efendim ben okuryazar değilim,” der. Mahkeme ara verir. Bir ay daha hapiste kalır adam ve yeni mahkeme celsesi düzenlenir. Hâkim iddianameyi değiştirmiştir: “Sanık bilmem kim oğlu bilmem kim, her ne kadar okuma yazma bilmesen de, duvarda yazılı komünist slogana bakıp gülmekten yargılanıyorsun.”
Bugün hukuk sistemi daha da kötüdür. Ve “burası laik demokratik, sosyal, hukuk devletidir” diye nakarat söylemek, sizce de komik değil midir?
3
Baroya dava açıldı.
Önemlidir. Şimdi baro, 12 Eylül’de kapısına takılmış mührü sökmüş baro, İstanbul Barosu, dünyanın en kalabalık barosu, olağanüstü kongre düzenliyor. 23 Şubat’ta olacak.
İç savaş hukuku her yerde aynı uygulanmaz. Bazı çeşitlilikler gösterir. Bizdeki de biraz daha farklıdır.
Sanırım, Orta Çağ hukukunda, işleyiş biraz şöyledir: Ortada bir suç var. Kral ya da kilise, kısaca egemen, x işine suç demektedir. Madem ortada bir suç var, o hâlde mutlaka bir de suçlu vardır. Bu durumda, şu kişi, suçlu ilan edilir. Ve kendisine, “buyur suçsuz olduğunu kanıtla,” derler. Cadı olmak, tanrıya karşı çıkmak suçtur. Öyle ise mesela şu kadın suçludur. Buyur kendinin suçsuz olduğunu ispat et! İyi de nasıl etsin? Efendim, ben bu suçu işlemedim. Olmaz. suçlusun, taşlanacaksın.
Buna karşılık modern burjuva hukuku, suçlayanın sanığın suçunu, suçlu olduğunu kanıtlamasına dayanır. Önemli bir değişikliktir. Bu nedenle “savunma hakkı kutsaldır” diye bir ilke gelişmiştir.
Bugün bizde iç savaş hukuku, Orta Çağ sistemine göre işlemektedir. Demirtaş yargılanıyor. Savunma yapıyor ve savunması yeni bir dava konusu oluyor. İmamoğlu suçlanıyor, yargılanırken savunduğu şeyler, yeni bir suç kanıtı oluyor. Daha konuşurken, hakkında dava açılıyor.
Bir oyuncu, bir filmde aldığı rol gereği, Kürt gerillalarının elbiselerini giyiyor ve ifadeye çağrılıyor. Film oyuncusu, aslında, şöyle bir suç duyurusu yapmıyor: “Efendim Osmanlı filmlerinde Bizans askeri elbisesi giyenler için suç duyurusunda bulunuyorum.” Oysa yapmalıdır. Trajikomik bir hâl olur. Yapmamıştır.
Bir kişi gözaltına alınıyor. Suçu şu. Ama bakılıyor, bu suç ortada yok, o hâlde geçmişine bakalım ve bir suç mutlaka vardır, onu bulalım. İşte yapılan budur.
Diyelim ki enflasyon yüksek dediniz, o hâlde siz rahatlıkla halkı isyanı teşvik etmiş olabilirsiniz.
Fıkra şöyledir:
Temel, parasız, pulsuz, evsiz. Kış bastırmış. Aklına bir fikir gelir. Bir suç işlesem, şöyle üç aylık yatmayı gerektiren bir suç, hapse girsem, kışı geçirsem. Araştırır. Öyle ya üç ay hapislik bir suç bulmak da önemli. Cumhurbaşkanına hakaret suçunun cezası 3 ay hapismiş. Bunu öğrenir. Bir mitingde cumhurbaşkanına “hırsız, katil vb.” der.
Elbette tutuklanır. Mahkemeye çıkar. Suçunu kabul eder. Hâkim kararı açıklar: “20 yıl + 3 ay hapis.” Temel şaşırır, suçunu kabul ederkenki sakinliği kalmaz.
“Hâkim bey, cumhurbaşkanına hakaret suçu 3 ay hapistir, bunu araştırdım ben,” der.
Hâkim, “Evet cumhurbaşkanına hakaretin cezası 3 ay hapis. 3 ay oradan geliyor,” der.
Temel, “Peki bu 20 yıl ne?”
Hâkim, “Devlet sırlarını açıklamak suçunun cezası 20 yıl evladım,” der.
Bu fıkrada yaşanan şey, Kütahya’da gerçekleşti. Bir kişi, kışı geçirmek için en uygun suçun bir kadını bıçaklamak olduğuna karar vermiş ve hiç tanımadığı bir kadının kalçasına bıçağı saplamış.
Bugün durum biraz daha farklı. Siz bir suçtan içeri alınabilirsiniz. Savcılar, tembel ve derslerini iyi çalışmaya gerek duymuyorlar. Adamı içeri alıyorlar. Sonra o suç yoksa, başka bir suç buluyorlar. Bir trajikomik hâldir.
4
TÜSİAD yöneticilerinden birine soruşturma açıldı.
Neden?
TÜSİAD adına konuşan kişi, “sistem çöktü,” dedi. Günaydın bay TÜSİAD. TÜSİAD adına konuşan kişi, yangında 78 kişi öldü, dedi. Dahası, 12 yıl öncesinden gelen bir suç bulundu, dedi. Ayşe Barım’ı konu edinmişlerdir. Daha başkaları da var.
Ama mesela, bu ülkede işlenen onca hukuk kuralı ihlali varken seslerini çıkartmadılar. Mesela kadın cinayetlerini, mesela iş cinayetlerini, mesela çocuk kaçırmaları vb. dile getirmediler. Bunlar olurken seslerini çıkartmadılar.
Saray Rejimi döneminde grevler ertelendi ve kârlarına kâr kattılar. Her yolla semirdiler, büyüdüler. Kârlarını kat be kat artırdılar.
Nedense şimdi harekete geçtiler.
Ayşe Barım, tekelleşmeden gözaltına alındı, sonra mesele 12 yıl önceki Gezi Direnişi’ne bağlandı. Şubatın ortasında beraat etti ve aynı gün tekrar tutuklandı. Serbest kaldı ama bekletildi. Yasal değildir. Bu durumda, “Türkiye Cumhuriyeti, laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletidir” demek isteyenler rol almalıdır. Ama hemen, Ayşe Barım’ı serbest bırakan mahkeme başkanı hakkında da soruşturma başlatıldı.
Acaba Ayşe Barım’ın telefonundan hangi büyük patronların dosyaları çıktı? Bilmiyoruz. Acaba TÜSİAD’ın bugün konuşmasının nedeni bu mudur?
Çok emin değiliz.
Ama TC devleti, kayyum politikasını geliştirdi. Şirketlere kayyum yasası devreye girdi. Bu yasa (sanki yasaya ihtiyaçları varmış gibi) TÜSİAD için bir açık tehdit midir? Şirketlere kayyum, elbette belediyelere, DEM Partinin seçimle aldığı belediyelere kayyumdan daha farklıdır, daha tehlikelidir.
Bu durumda “sistemin çöktüğü” söylenebilir.
Peki TÜSİAD adına konuşan kişiye neden soruşturma açarlar? Açarlar, çünkü, gerçek tehlikelidir. Gerçeğin söylenmesi bir alışkanlık hâline gelirse, tehlike artar. Bu durumda TÜSİAD üyesine soruşturma açılırsa, “bak o dedi sen de deme, sen sus,” demiş olurlar. Komik değil midir? Mesela çocuklar kaçırılıyor demek, gerçeği söylemektir ve suçtur. Mesela “deprem değil, sistem öldürür” demek suçtur?
Peki buradan ne sonuç çıkar?
Geriye atılacak bir adım kalmamıştır. Susmak, köleleşmektir.
Egemeni korku sarmıştır. Ve biz işçilerin görevi, bu çürümüş, bu çökmekte olan sistemi, yerle bir etmek ve egemenlerin korkularını gerçek hâle getirmektir.
Gerçek, özgürleştirir.
Mücadele, direniş, aklı açar.