Kasım 2020’de, ABD’de başkanlık seçimleri var. Doğrusu, ABD’deki başkanlık seçimleri, son yıllarda, SSCB çözüldükten sonra, TC devleti için çok önemli olmuştur. Devlet içindeki bazı güçler, ABD seçimlerinde kazanma ihtimali olan güçlerle iyi ilişkiler kurmak için “uğraş” vermişlerdir. Bu sürecin “Soğuk Savaş” sonrası dönemde önem kazanması anlaşılırdır.
Bunun nedenleri var: İlk olarak, SSCB çözüldükten sonra, Batılı emperyalist güçler arasında su üstüne daha fazla çıkmaya başlayan paylaşım savaşımının ülkemizdeki etkileri sayılmalıdır. Tüm Soğuk Savaş dönemi boyunca, NATO’nun, anti-komünist “ileri karakol”u olan TC devleti, bir “ortaklaşa sömürge” idi. Sömürge idi, ama ortaklaşa sömürge idi. Bu konumda bir başka ülke Yunanistan’dır, bir başkası ise Güney Kore’dir. Güney Kore, aslında Türkiye’nin konumuna daha fazla benzerdir. Ülkenin siyasal yönetimi (siyasal yönetim dedik mi, siyasal partiler, parlamento, ordu, polis, yargı vb. dahil tüm devlet çarkını kastetmiş oluruz. Bunun için en az önemlisi siyasal partiler ve parlamentodur.) NATO mekanizması ile veya başka mekanizmalarla doğrudan ABD’nin elindedir. Ama ülkenin ekonomik kaynaklarının denetimi, daha çok, mesela Türkiye için AB’nin, Kore için ise Japonya’nın elindedir. Soğuk Savaş döneminde, başında ABD’nin yer aldığı emperyalist örgütlenme, komünizme karşı savaş bayrağı altında, bu uygulamaya olanak veriyordu. SSCB dağıldıktan sonra, “kapitalizmin komünizme karşı zaferi”, emperyalist merkezler arasında paylaşım savaşımını yeniden gündeme getirdi. Böylece, Türkiye’de NATO mekanizması içinde, “dün” hepsi birlikte görülen güçler, kendi çıkarları için hareket etmeye başladılar. Böyle olunca, TC devletinin yönetenleri için ABD’ye bağlılık, daha da özel bir hâl aldı. Yani, dün yine bu bağlılık önemli idi, sonrasında, özellikle ABD’ye bağlılık daha da önemli oldu. Bu durum, TC elitlerinin, ABD’de seçilecek olan iktidara daha yakın olma arayışlarını artırdı.
İkincisi, ABD’nin Türkiye’deki siyasal alanı tam olarak kendi amaçlarına ve bu arada bölgesel çıkarlarına (BOP gibi) bağlı tutmak için örgütlenmelerini daha da yoğunlaştırdı. Siyasal alanı elinde tutan ABD, Türkiye’nin ekonomik olarak bağlı olduğu AB’ye kalmaması için, siyasal alanı etkili olarak kullanmak istedi. Hem Gülen örgütlenmesi, hem AK Parti örgütlenmesi, aynı anda, ABD adına önemli iş görmek üzere devreye sokuldu. AK Parti ve FETÖ ilişkisi, aslında bu “ortak amaca” hizmet etmiştir. İlgili düzenlemeler gerçekleştirildikten sonra, belli “yetenekleri” olan Gülen’ci güçlerin İngiltere, Almanya, Fransa gibi ülkelerin etkinlikleri nedeni ile hizaya çekilmesi gerekli idi ve Erdoğan’ın eski yol arkadaşlarına karşı hücum etmesi, doğrudan ABD organizasyonu olarak devreye sokuldu. Hikâyenin bu kısmını daha fazla tartışmak mümkün. Ama bizi ilgilendiren ABD seçimlerine TC devletinin ilgisi olduğundan, bu kadarı yeterli olmalıdır. Gülen teşkilâtı, aslında, ABD adına, TC devletinin doğrudan desteği ile, özellikle eski Sovyet ülkelerinde etkili olmak için de kullanıldı. Hem Gülen’in bağları, hem AK Parti’nin ABD bağları, ABD seçimlerine olan ilgiyi artırdı. Zira tüm TC devleti iktidarı, daha çok Washington hattına taşındı. TC içinde güç olmanın yolları Washington’dan, Türkiye’deki ABD elçiliğinden daha fazla geçmeye başladı. TC devleti, ABD’nin yeni eyaleti gibi davranmaya başladı. Elbette yeni eyalet Türkiye ile ABD’nin bilinen eyaletleri arasında bazı farklılıklar oldu: ABD eyalet yönetimleri, iç işlerinde daha net belirlenmiş (yasal) çerçeve içinde hareket ederken dış ilişkilerinde merkezî ABD hükümetine bağlı idi. TC devleti ise “dış işlerinde” bir ABD tetikçisi, iç işlerinde ise, “kuralları bile olmayan” bir “özerklikle” hareket eder hâle geldi. İç işlerinde ABD, bir “yasa”ya bağlı hareket etmedi ve bu nedenle TC anayasası, aslında uygulamada değildir.
Üçüncüsü, bu iki etken, başka etkenlerle de birleşerek TC devletinin çeteleşmesi, bugünkü Saray Rejimi’nin ortaya çıkmasına neden oldu. Çetelerin her biri, Washington olarak adlandırabileceğimiz merkezle, doğrudan ilişki kurmaya heves etti. Bunu hâlâ sürdürdükleri de açık. Bu sadece iktidar ya da AK Parti, Gülen hareketi ve Ergenekon gibi yapılanmalar için geçerli değil, muhalefet partilerini de içerecek tarzda, bazı tarikatları, ekonomik çıkar gruplarını da kapsayacak tarzda genişledi. Bunların tümü için ABD seçimleri önemli oldu.
Dördüncüsü, TC devleti ile İsrail arasında, ABD’nin emperyalist planlarının bir parçası olan BOP çerçevesinde kurulan ilişkiler (iki ülke BOP’un eşbaşkanlarıdır) ABD seçimlerine olan ilgiyi daha da artırdı. İsrail’in ABD seçimlerine “özel” ilgisi olduğu bilinir. TC devlet elitleri de bu sürecin içine daha fazla girmeye, en azından ilgi düzeyinde daha fazla girmeye yöneldi. TC devletinin ABD seçimlerinde bir “etkisi” olmadığı açıktır. Ama bu sıfır etkiye rağmen aşırı ilgi, bir çelişki oluşturmuyor. Zaten mesele TC’nin ABD seçimlerine etkisi değil, ABD seçimlerine, artan özel ilgisidir. Bu aynı zamanda TC devletinin daha çok ABD-İsrail hattına bağlı olmasının da yansımasıdır.
Saray Rejimi, Türkiye egemen çevreleri içinde hem İsrail’in, hem de ABD’nin artan etkisinin de ifadesidir.
Aynı çerçeve içinde TC devletinin kendine ait dış politikasının olmaması, tüm dış politikanın ABD tetikçiliğine indirgenmiş olması da anılmalıdır. ABD tetikçiliği, TC devletinin dış politikada başarıları olarak sunduğu her adımın, bir bir ABD çıkarlarına hizmet ettiğinin sabitlenmesi ile daha da ortaya çıkıyor. Erdoğan’ın Kudüs ziyaretinde Kudüs’ü İsrail başkenti olarak kabul etmesi görüntülerini hatırlayanlar, bugünlerde, TC devletinin “etkin” olduğu Kosova’nın Kudüs’te konsolosluk açmasına şaşırmamış olmalıdır. Demek ki, TC devletinin “başarılı Kosova” politikası, aslında ABD tetikçiliğinin bir başka göstergesi imiş. TC devletinin ABD tetikçiliği, eski Sovyet ülkelerinde, Balkanlar’da, Ortadoğu’dan daha önce ortaya çıkmıştı.
Kasım 2020’de gerçekleşecek olan ABD başkanlık seçimleri, bugün, TC devleti için çok önemli olmaya başladı. Saray Rejimi, adeta, ABD başkanlık seçimlerinde Trump’ın taraftarıdır. O kadar ki, G. Floyd’un boğazına basılarak öldürülmesinde TC devleti, en yüksek düzeyde, Trump yanlısı bir kampanyayı TC içinde yürütmüştür. Bu göz yaşartıcı dayanışma, aslında ABD devletine ve Trump’a bir destekten çok, Trump’ın kazanması sonrasına dönük bir bağlılık ilan etme adımıdır. Bu sadece Erdoğan ailesinin iplerinin Trump’ın elinde olması ile açıklanamaz. Onun kadar, tüm TC devlet merkezinin Washington’a “taşınmasının” da sonucudur.
Şimdi, ABD seçimlerinde Trump’ın kazanması için TC devleti çok isteklidir.
Belki de Erdoğan, İslam dünyasına bir çağrı yaparak, mesela tarikatlar bu açıdan işe yarar, Trump’ın desteklenmesini isteyebilir. Müslüman dünyanın Erdoğan’ın çağrısını ne kadar dinleyeceğini biliyoruz. Bu amaçla, belki Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın el altından destek istemesi daha uygun bir yol olabilir. Ayasofya’yı cami yapma işinde Trump’ın onayı anlatılarak, bu açıdan kullanılabilir. Ama ne yazık ki, Türkiye’deki İslamî çevreler, ABD seçimlerinde oy kullanma hakkına sahip değildir.
Trump, kendi destekçilerinin iki kere oy kullanmasını, hem mektupla, hem de bizzat oy atmalarını talep etmiştir. Bu durum ABD yasalarına uygun mu diye bakma gereği de duymamaktadır.
Trump kazanacak umudu ile tüm “yatırımını” Trump’a yapan TC devleti, bugünlerde, bir Biden zaferi olasılığı için de hazırlıklar yapmakta, bu açıdan da hamleler yapmaya çalışmaktadır. Saray basını, Erdoğan-Biden arkadaşlığını da küçük küçük işleme yanlısıdır. Bir yandan Trump-Erdoğan dostluğu işlenmekte, diğer taraftan ise, ibrenin Biden’den yana dönmesi işaretleri arttıkça, Biden ile Erdoğan arasındaki iyi ilişkiler için hazırlık yapılmaktadır.
Değil mi ki, artık kapitalist dünyada “gerçek”in önemi yoktur, tüm olay imaj, tüm olay “algı” hâline gelmiştir. Öyle ise Saray Rejimi de algı üzerinden hazırlık yapmaktadır. Ama bunun, içeride kamuoyunu manipüle etmede iş görmesi ile, ABD nezdinde iş görmesi aynı şey değildir.
İkinci Dünya Savaşı’nda, dünya devrimci hareketinin direnişinin ve en başta Kızıl Ordu’nun müthiş direnişinin sonucunda Hitler’in yenilmesi emperyalist dünyada bir “tedirginlik” uyandırmıştı. İngiltere ve ABD, dünya kapitalist sistemini kurtarmak için, Kızıl Ordu’yu durdurmak için çok yönlü bir politikayı devreye soktular. ABD, atom bombasını kullandı. Fizikî olarak Japonya’ya atılan atom bombaları, aslında Kızıl Ordu’ya, Sovyetler Birliği’ne bir mesaj idi. Yine ABD’nin Hitler’in sağ kalan tüm yönetici kadrosunu kendi devlet çarkı içinde örgütlemesi bu politikanın bir başka boyutu idi. Marshall Planı, işin ekonomik boyutu idi. İdeolojik alanda ise bu emperyalist saldırı, kendini “demokrasi” savunuculuğu ile ifade etti. Faşizmin yenilmesi sonrasında artan Sovyet etkisini, komünizm etkisini durdurmak için, “demokrasi” saldırısı öne çıkartıldı. Giderek Hitler’in yanına Stalin eklendi. Faşizm ve komünizm aynı anda anılmaya başlandı. O kadar ki, 1960’ların sonuna gelindiğinde, tek başına Hitler’e karşı tutum açıklamak, kapitalist dünyada “alarm” olarak algılanmaya başlandı ve “komünizme karşı savaş” daha da öne çıkartıldı. Adeta Hitler’i yenenin ABD olduğu anlatılmaya başlandı. Avrupa’nın kurtarıcısı ABD ordusu imiş gibi lanse edildi ve böylece Avrupa başta olmak üzere ABD güçlerinin dünyanın her alanına yerleşmesi, “demokrasinin” gereği hâline sokuldu. NATO, demokrasi için kurulmuş idi. Demokrasi, “komünizme karşı olmak” ile özdeşleştirildi. İşte bu “algı” tüm kapitalist dünyanın egemen algısı hâline geldi. Vietnam savaşı, bu durumu bir epeyce bozdu. Ama sistemi parçalamaya, yeni bir devrimler dalgasına olanak tanımadı.
SSCB’nin çözülmesi ile “soğuk savaş” bitti, ama aradan geçen bunca yıla rağmen, Soğuk Savaş’ın anti-komünist yapısı tüm gerçekliği ile devam etmektedir.
Fakat bazı şeyler de değişmeye başlamıştır.
İlki, emperyalist güçler arasında, dünyanın yeniden paylaşım savaşımının öne çıkmasıdır. Bu savaşta, bu yeniden paylaşım savaşında, ABD, İngiltere, Almanya, Fransa ve Japonya öne çıkmaktadır. Esas olarak savaş, bu beş güç arasındadır.
Ama ABD, eskiye ait iki şeyi kaybetmeye başlamıştır: Birincisi askerî alandaki hakimiyeti, ikincisi diğer emperyalist güçler üzerindeki, Soğuk Savaş döneminde var olan hegemonyası. Bunlardan askerî üstünlüğünü, İngiltere, Almanya, Japonya ve Fransa’ya karşı sürdürmektedir. Bu nedenle, paylaşım savaşımında çok daha atak davranmaktadır. Afganistan işgali, Irak işgali, Yugoslavya’nın parçalanması, Libya savaşı, Suriye savaşı, aslında bu avantajı kullanma girişimleridir. Ama Suriye savaşı, bu durumu değiştirmiştir. Rusya ve Çin, doğrudan devreye girmiştir ve bu iki güç karşısında askerî üstünlük, çok da işe yarar durumda değildir.
Öte yandan ise diğer 4 emperyalist güç üzerindeki eski kontrolünü ve sistemin hegemon gücü olma durumunu kaybetmektedir.
Bu durum, ABD’yi, açıktan, Çin ve Rusya’ya karşı, diğer 4 emperyalist ortağı ile işbirliği yolları aramaya itmiştir. Ama işler ABD’nin istediği gibi de yürümemektedir.
Bu yeniden paylaşım savaşımı, SSCB’nin yokluğu, ekonomik olarak işçi ve emekçilere karşı dünya burjuvazisinin saldırısını artırmıştır. İşçilerin dünyanın her yerinde sosyal hakları, ücretleri vb. tırpanlanmaktadır. Sömürü daha da yoğunlaşmaktadır. Kapitalizmin derinleşen krizi, bu saldırıları daha da artırmaktadır. Sistem, krizin tüm yükünü işçi ve emekçilere yıkmak istemektedir. Neoliberal politikalarla işçi haklarının tırpanlanması, işçi sınıfının örgütlenmelerinin etkisizleştirilmesi bir noktaya getirilmiştir.
Hem işçi sınıfına saldırı, hem de emperyalist paylaşım savaşımı, tüm kapitalist dünyada, daha otoriter iktidarların iş başına gelmesinin kaynağıdır. Artık dünya tekelleri, dünyanın hiçbir yerinde “demokrasi” savunuculuğu ile iş görme “inceliğine” bağlı kalmayı sürdürmek istemiyor. Hem komünizm korkusu önde değildir, dolayısıyla buna ihtiyaçları yoktur, hem de içinde yer aldıkları kriz + paylaşım savaşımı, daha “güçlü” iktidarlar oluşturmayı gerektirmektedir.
Bu süreç ABD’de de işlemektedir.
ABD’de, işçi sınıfına karşı artan saldırı, artan ırkçı saldırılar bunun işaretleridir. ABD “demokrasisi”ne övgüler artık önde değildir. ABD, gerçekte asla kendisine atfedilen bir “demokrasi”ye sahip olmamıştır. Burjuva egemenler için, tekeller için, her kapitalist ülkede olduğu gibi bir ABD demokrasisinden söz edebiliriz. Hitler faşizmi de tekeller için bir “demokrasi” idi.
Artık, tüm kapitalist dünya, demokrasi şalını indirmekte, kriz ve savaşa bağlı olarak, tekelci polis devletinin tüm dişlileri ortaya çıkmakta, baskı aygıtı tüm yönleri ile çıplak hâle gelmekte, bunlara bağlı olarak “demokrasi” oyunu terk edilmektedir. ABD’de ırkçı saldırıların mağdurları için geçerli yasalar yoktur, bunlar işe yaramamaktadır. İşçi ve emekçiler için yasalar ile, burjuvalar için yasaların aynı yasalar olmadığı ortaya çıkmaktadır. Kâğıt üzerindeki yasaların, her dönem ve her sınıfsal kesim için ayrı anlamları olduğu gün ışığına çıkmaktadır.
Trump’ın ilk seçiminin nasıl olduğu, nasıl manipüle edildiği, ABD demokrasinin ne demek olduğu artık açıktır. Facebook ve Google’ın ne demek olduğu artık bilinmektedir. Gerçek yerine “algı” konularak imal edilen demokrasinin ne demek olduğu ortaya çıkmaktadır.
Bugünlerde, yaklaşan ABD seçimlerinin pratiği, bize ABD hegemonyasının sona ermekte olduğunu da göstermektedir, kapitalist-emperyalist dünyadaki “demokrasi”nin bir algıdan ibaret olduğunu da.
Trump eli ile ABD tekellerinin ilan ettiği “Amerika First” politikasının ihtiyaçlarını acaba Trump’ın uygulamaları yerine getirebilir mi? Aslında ABD seçimlerinin sonuçları bu soruya verilecek yanıta bağlıdır. Biden’in, yeni ilan ettiği başkan yardımcısı, “Amerika First” politikasının Biden eli ile de uygulanabileceğinin işareti midir?
Çözülmekte olan ABD hegemonyasının çözülüşünün nasıl durdurulabileceği, bunun savaş dışında bir çözümünün olup olmayacağı, ABD tekellerinin, ABD egemenlerinin temel tartışma konusudur. Bu seçimlerin sonuçları, kim kazanırsa kazansın, bazı değişikliklerle, bu savaş yanlısı politikanın devam ettirileceği anlamına gelmektedir. Trump, hem pandemi sürecinde, hem de ırkçı saldırılar karşısında ABD tekellerinin isteklerine uygun tutum almıştır. Ama bu tutum, kendisini de yıpratmış görünmektedir. Biden’in yeni başkan yardımcısı ilanı, tekellerin bu durumu gördüğünün kanıtıdır.
Trump ve Biden arasındaki fark, hız farkı olacak gibidir. Trump seçildiğinde daha saldırgan bir politika, daha hızlı biçimde ya da hız kesmeden devrede olacaktır. Ama Biden seçilirse, bu saldırgan politika önce hız keser gibi olacak (gerçekte bir yeni hazırlık anlamında hız kesilecek) ardından ise tekrar bu saldırgan politika ortaya çıkacaktır.
Saray Rejimi’nin Trump’ı desteklemesi, kurulan “akçeli” ilişkilerin gereğidir. Erdoğan ailesi, kendini kurtarmak için, iktidardaki ömrünü uzatmak için Trump’ın kazanmasını istemektedir. Oysa, ABD politikaları açısından bu bir garanti değildir, olamaz. ABD, işi bittiğinde Erdoğan için bir son hazırlamakta tereddüt etmeyecektir. Bu durumu zaten bilen Erdoğan için, artık mesele daha çok günlük politikalardır. Yeni ABD başkanı 2021-2025 arasında iş başında olacaktır. Erdoğan, Türkiye’deki seçimleri de buna göre ayarlama hevesinde görünmektedir. Ama zamanın hızlı aktığı, dünyanın emperyalist güçler arasında paylaşılmak üzere yeni bir paylaşım savaşının içinde bulunduğu, Türkiye’nin ise açıktan bir ABD tetikçisi olarak iradesini teslim etmiş olduğu, tüm kapitalist dünyada işçi sınıfının direnişlerinin yükselme eğilimi gösterdiği bir dünyada, Erdoğan komisyonculuğunun aritmetiği soluksuz kalmaya mahkûmdur.