Savaşlar ve işçi sınıfı – 2

Bir önceki sayıda savaşların neden çıktığı konusunda birkaç cümle yazdıktan sonra savaşların ekonomi politiği üzerine yazarak devam etmiştik. Bu sayıda kaldığımız yerden devam edelim yani savaşın ekonomi politiğinden.

Keynesçi düşünceyi savunanlara göre savaşlar ekonominin büyümesine olumlu etki yaparlar. Dünyaya ABD penceresinden bakıldığında böyle görünmekte. Çok da haksız değiller. Özellikle büyük paylaşım savaşları ABD ekonomisinin büyümesine, şirket gelirlerinin artmasına yol açtı. Peki ne pahasına? İşte bu sorunun yanıtı yok Keynesçi yorumlarda. Olmaması da doğal, onların baktıkları yerden görülmez bu sorunun yanıtı. Belki bizler görebiliriz kim bilir? Devam edelim araştırmalarımıza, örneğin savaşların istihdamı ve işsizliği nasıl etkilemiş olduğuna bir göz atalım.

Savaşlar esnasında istihdamın arttığını söylemek mümkün. Bu durumda işsizlik de azalıyor elbette. Ancak istihdamın niteliği hayli değişiyor. Öncelikle askere alınmalar artıyor. Eh askere alınmış olmak da işsizlik oranının düşmesine yol açar elbette. Bu arada sivil alanlarda istihdam edilmiş olanların devlet yaptırımları sonucu askerî istihdam alanlarına kaydırılmış olmaları da istihdamın niteliğini değiştiriyor. Tabii yine devlet yaptırımları ile (olağanüstü hâl, sıkıyönetim vb. uygulamalar) çalışma süreleri de artmakta. Sonuçta savaşmakta olan ülkede bulunan iş yerlerinin nerede ise tamamı bir askerî kamp görünümüne bürünmekte.

İkinci Büyük Paylaşım Savaşı esnasında ABD’de tutulmuş olan kayıtlar bu iddiamızın kanıtı adeta. Buna göre; 1940 yılında ülkedeki istihdamın %82,4’ü sivil istihdam iken bu oran 1945 yılında %59,5 seviyesine düşmüş. Buna karşın askerî sektörün istihdamdaki payı aynı yıllarda %1,3’ten %39,2’ye yükselmiş. Yine aynı dönem kayıtlarından söz konusu zaman diliminde sivil işsizlik oranının %15,7’den %1,3’e düştüğünü, işgücüne katılım oranının ise %85,4’ten %98,1’e yükseldiğini görmekteyiz (Buraya dikkat, askere alınanlar işgücüne katılmış sayılmaktalar). Sınai üretim de bu duruma göre şekillendi yine inceleme konusu dönemde, savaş uçağı üretimi 11 kat, savaş gemisi üretimi 10 kat, askerî mühimmat üretimi ise 14 kat arttı. Bahse konu üretim alanlarına ara malı temin eden alüminyum ve çelik işletmeleri de bu gelişmeye paralel olarak üretimlerini arttırdılar. Buna karşın hizmet sektöründe üretim dip yapmıştı. Üretim artışı askerî bir disiplin altında ve askerî sektörlerde artarak devam ederken tarımsal üretim Almanya’da %70, Fransa’da %50 oranında düşmüştü. Bu durum kıtlık, gıda maddeleri enflasyonu ve açlık gibi sonuçlar yarattı.

Almanya örneğinden devam edelim. Hitler Almanyası’nda nerede ise tam istihdam sağlanmıştı. Bunun nedenlerini irdeleyecek olursak şunları görürüz:

• Kadınların işten çıkartılarak yerlerine erkek işçilerin alınması. Bu politika ile eş anlı olarak işgücü istatistiklerinde kadınların devre dışı bırakılması.

• Yahudilerin işlerini terk etmeye zorlanarak yerlerine Alman işçilerin alınması. İşlerini terk etmek zorunda kalan Yahudilerin çeşitli toplama kamplarında barındırılarak değişik işlerde boğaz tokluğuna istihdam edilmeleri.

• Emek yoğun bir sektör olan inşaat sektörüne ağırlık verilmesi ve özellikle otoyol inşaatlarında düşük ücretler karşılığında çok sayıda işçi istihdamının sağlanması.

• Savaşa destek veren, askerî birliklere lojistik hizmet veren sektörlerde canlanma gerçekleşmesi.

• Zorunlu askerlik yasasında yapılan değişiklikle pek çok genç Alman’ın ordu saflarına katılmak zorunda kalması (Hitler yönetimindeki Almanya’da zorunlu askerlik yasası nedeni ile gençler üniversiteye girebilmek için önce askerlik yapmak zorunda idiler).

Bu önlemler sayesinde 1932 yılında ülkede beş milyondan fazla işsiz varken bu sayı 1938’de dört yüz bine düşmüştü. Bir önlem daha var. Yazmadan geçmeyelim. İşsiz Almanlar kendilerine önerilen işleri kabul etmek zorunda idiler. Kendilerine önerilen işi beğenmeyip kabul etmeyenlerin başlarına neler geldiğini bilemiyoruz maalesef. Bu konuda kayıt yok.

İstihdam nerede ise tam istihdam seviyesine ulaşmıştı ulaşmasına da işçi ücretleri de 1938’de on yıl öncesinin 1928 yılı seviyelerinin gerisine düşmüştü.

Burada ABD ve Almanya örnekleri verildi ancak hiç kuşku yok ki savaşa katılan tüm ülkelerde hattâ savaşa katılmamış olsa bile katılabilme olasılığı bulunan ülkelerde de istihdam yukarıda açıklanmaya çalışılan koşullar çerçevesinde gerçekleşmekte idi. Söz gelimi savaşa katılmamış olan Türkiye’de silah altındaki personel sayısı 300.000 seviyesine çıkarılmış, zorunlu askerlik süresi de üç buçuk yıl olarak belirlenmişti. Bunun yanında olası bir işgale karşı İstanbul’u korumayı amaçlayan Çakmak hattı (Büyükçekmece ve Terkos gölleri arasında inşa edilen korugan) inşaatı için çok sayıda vasıfsız işçi istihdam sağlanmıştı. Yine Almanya savaş endüstrisine destek vermek amacı ile bu ülkeye yapılan krom ihracı yıllık 90.000 tona çıkartılmış, bu üretim artışı da doğal olarak madencilik sektöründe ek istihdam olanakları yaratmıştı.

Savaş ekonomisi istihdam modelini de değiştirip bir “savaş dönemi istihdamı” yaratmıştı. İstihdam alanları değişmiş, askerî istihdam egemen olmuş çalışma koşulları da buna paralel bir değişim göstermişti. Çalışma sürelerinin uzadığı, ücretlerin düştüğü sendikaların etkisizleştirildiği bu modelde işçi sınıfına kölelik düzeni dayatılmakta idi adeta.

Savaş öncesi yıllarda Almanya’da kadınlar işten çıkarılmış yerlerine erkek işçiler alınmıştı. İstihdam istatistiklerinde ise kadınlar yer almamakta idiler. Ancak savaş patlayınca durum değişti. Erkekler silah altına alınınca boşalan işlere kadınlar kabul edilmeye başlandı. Benzer durum savaşan diğer ülkelerde de oluştu. Kadınların iş yaşamına aktif olarak girmesi tüm sektörlerde işçi ücretlerinin düşmesi sonucunu yarattı. Öyle ki çalışmakta olan erkek işçiler de kadınların çalışma yaşamına aktif olarak dönmesi sonucu daha düşük ücretlerle çalışmaya razı oldular. Bu durum egemenlerin çok hoşuna gitmiş olmalı ki kadınlar sadece yardımcı hizmetlerde değil doğrudan üretim hatlarında da görev almaya başladılar. İkinci Büyük Paylaşım Savaşı yıllarında ABD’de 16 yaş üzeri çalışmakta olan nüfusun %33’ü kadınlardan oluşmakta idi. Bu oran 1960’lı yıllara kadar sabit kaldı.

Savaş koşullarında erkeklerin silah altına alınmaları nedeni ile kadınların iş yaşamına aktif olarak katılmalarının işçi ücretlerinde düşme yarattığından yukarıda söz etmiştik. Bu durum işverenlerin beğenisini kazandığı için kadın istihdamı artmaya devam etti. Kadınlar savaş endüstrisinde de istihdam edilmeye başlandı. Ücretler düşüyor, artı-değer sömürüsü artıyor ve egemenler açısından her şey çok iyi gidiyordu. Kapitalist sistem alabildiğine kazanç elde etme üzerine kuruludur. Bu satırları okuyan herkesin bildiği bu gerçek bu aşamada da kendini gösterdi. Artan kazancına karşın çalışanları yaptıkları işe alıştırmak için eğitim vermeyen, kimyasallarla çalışan işçilerini tehlikelerden koruyacak önlemleri almaktan imtina eden sermayedarlar pek çok meslek hastalığına ve ölümlü iş kazasına (aslında iş cinayeti demek daha doğru ancak burada literatürde kabul görmüş ifadeyi kullanmayı tercih ettim, HT) sebep oldular.

Söz gelimi İngiltere’de savaş endüstrisinde kadınlar dinamit üretiminde çalışmakta idiler. Bu nedenle TNT kullandıkları ana malzemeyi oluşturmakta idi. Hiçbir koruyucu önlem alınmadan bu madde ile çalışan kadınlar cilt hastalıklarına yakalandılar. Ciltleri sarıya döndü. Bu olay bile koruyucu önlem almayı düşündürtmedi egemenlere. Binlerce kadın bu cilt hastalığına yakalandı. Bunlara “kanaryalar” denildi. Bu da yetmezmiş gibi savaş yılları esnasında patlayıcı üretiminde çalışan dört yüz kadın üretim sürecinde meydan gelen TNT patlamaları nedeni ile yaşamlarını yitirdiler. Bahse konu can kayıplarının savaş nedeni ile meydan gelen ölümler arasında sayılıp sayılmadığı hakkında herhangi bir bilgiye ulaşamadım.

Gerek birinci gerekse ikinci büyük paylaşım savaşları sürecinde sendikal örgütlenme oranlarında da büyük bir artış gözlemlenmiştir. Ancak bu artış incelenmeye değecek bazı özellikler arz etmektedir.

Birinci Büyük Paylaşım Savaşı yılları öncesinde ABD’de sendika üyesi işçilerin tüm işçilere oranı %6 düzeyinde idi. İkinci Büyük Paylaşım Savaşı’nın sonra erdiği 1945 yılında bu oran %35,5’e çıkmıştı. Almanya’da 1913 yılında toplam işçi sayısının %2,6’sı olan sendikalarda örgütlü işçilerin oranı savaşın sonlarında %30’lara ulaşmıştı. İtalya’da da benzer bir süreç yaşandı.

Sendika üyesi işçilerin sayısal ve oransal olarak artışı önemli ölçüde sendikal örgütlenmelerin devlet desteği almasından kaynaklandı. Bu durum şaşırtıcı gibi görünse de gerçekte hiç de öyle değil. Çünkü söz konusu dönemde sınıf sendikacılığı yapma iddiasında olan sendikalar baskı altına alınıp etkinlikleri kısıtlanırken devlet denetimindeki sendikaların sayısı arttırıldı. Dolayısı ile sendikalar sınıfın hak menfaatlerini savunan kuruluşlar olmaktan çıkıp devletin denetimindeki korporatist örgütlenmenin birer aktörü hâline geldiler. Bu gelişmeyi kabul etmeyen sendikaların da etkinlikleri yok edildi. Bu durum doğal olarak emek sermaye çelişkisinin yaratması gereken çatışma ortamının gelişmemesine, hattâ tam tersine yavaşlamasına yol açmıştı.

ABD’de 1940 yılında 10 milyon kişi silah altına alınmışken hemen ardından “Ulusal Savaş Çalışma Kurulu” ve “Savaş Çalışma Politikaları Kurulu” adlı iki yapı oluşturuldu. Bunun yanında işçi ve işveren temsilcilerinden oluşan “çalışma meclisleri” organizasyonu gerçekleşti. İşçi meclisleri sınıf sendikacılığı yapma kararlılığında olan sendikal yapılar karşısında devlet politikalarını destekleyen, sınıf mücadelesini yok sayan sendikalar kurdular. Ulusal Savaş Çalışma Kurulu ilginç bir işleve sahipti. İşletmelerde ortaya çıkan iş uyuşmazlıklarına müdahale ediyorlar ve tüm uyuşmazlıklarda işveren lehine çözümler üretiyorlardı. Kurulun kararları kesindi. Yukarıda yer alan örneklerden de anlaşılabileceği gibi sendikaların sınıf mücadelesine katkı verebilme olanakları nerede ise yok edilmişti. Bu şartlar altında savaş yıllarında grev, direniş vb. eylemler beklenmesini düşünmek aşırı iyimserlik olurdu.

Bütün bu olumsuzluklara rağmen gerek birinci büyük paylaşımın sonlarına doğru gerekse ikinci büyük paylaşım yılları esnasında zaman zaman grevler ve direnişler yaşandı. Özellikle Birinci Büyük Paylaşım Savaşı’nın son döneminde Rus Çarlığında meydana gelen devrim ve yönetim değişikliği Avrupa’da işçi sınıfı içinde büyük mutluluk yarattı. Rakip kamplarda savaşmakta olan Fransa ve Almanya’da işçi sınıfı Rusya’da gerçekleşen devrimi destekleyen gösteriler yaptılar. Bu gösterilere zaman zaman iş bırakma eylemleri de eşlik etti. Bu destek eylemlerinin az da olsa Rusya’da gerçekleşen devrimin başarılı olmasında bir katkısının bulunduğunu ifade edebiliriz.

Her türlü grevin yasa dışı ilan edildiği, işçi sınıfı eylemlerinin tamamen baskı altına alınmış olduğu İkinci Büyük Paylaşım Savaşı yıllarında ise önemli sayıda grev ve direniş yaşandı. Hattâ savaş koşullarından yararlanılarak bazı “işçi devleti” kurma girişimleri gerçekleşti. Ne var ki bu girişimler uzun ömürlü olmadı. Bu girişimleri ve kısa ömürlü olmalarının nedenlerini ileride incelemeye çalışacağız.

Egemenlerin yapmış oldukları yasal düzenlemeler, grev dâhil her türlü işçi eyleminin yasaklanması, öncü işçilerin, solcu siyasi kimliklerin tutsak edilmeleri (İkinci Büyük Paylaşım Savaşı yıllarında sadece Almanya’da yüz bin sendikacı, sosyal demokrat, komünist, bilim insanı tutsak edilerek toplama kamplarına götürüldüler. Bunlardan yaklaşık bin kişi içinde bulundukları kötü koşullara direnemeyerek yaşamlarını yitirdiler) ve benzeri tüm olumsuzluklara rağmen özellikle savaşın sonlarına doğru işçi sınıfının eylemlerinin yoğunlaşmasını, örgütlü mücadele olanağını yitirmiş olan işçilerin spontane direniş ve iş bırakma eylemleri gerçekleştirmelerini şöyle açıklamak olası: Savaş sürecindeki istihdam koşullarının giderek ağırlaşması, uzayan çalışma süreleri, giderek düşen ücret seviyesi ve buna ters orantılı olarak artan enflasyon.

Bir cümle ile betimlenmeye çalışılan bu manzara emek sermaye çelişkisinin yoğun biçimde hissedilmesini sağladı ve işçi eylemlerinin gerçekleşmesine neden oldu. Peki neden yaygınlaşıp kitleselleşemedi bu eylemler? Bunun da yanıtını insanların “milliyetçilik” duygularında arayabiliriz. İnsanlar bir yandan ekonomik sıkıntıları ile mücadele edip bu sıkıntıların nedeni olan savaş koşullarını ve ülkelerini savaşa sürükleyen sermaye kesimini lanetlerken diğer yandan da kendi ordularının bir meydan savaşı kazanmasına seviniyor, cepheden gelen başarısızlık haberlerine ise üzülüyorlardı. Çelişkili bir durum.

Aşağıdaki örnek bu çelişkili durumu ve işçilerdeki milliyetçi duyguları açıkça gözler önüne sermektedir kanaatime göre:

ABD otomotiv işçilerinin örgütlü olduğu UAW (United Automobile Workers) dönemin güçlü sendikalarından biri idi ve 1941 yılında yani savaş koşullarında bir grevi hayata geçirmeyi başarmıştı. Aynı sendika Pearl Harbor baskını sonrasında hükûmetin yanında yer aldığını, her türlü fedakârlığa razı olduklarını açıklayarak savaş boyunca grev yapmama kararı aldıklarını açıkladı.

Gelecek sayıda kaldığımız yerden devam edeceğiz.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz