Sınırlar egemenliğin sergilendiği alanlardır. Sınırı durağan ve verili bir unsuru olarak ele almak yerine direniş, şiddet ve egemen iktidar arasındaki ilişkilerin bir sonucu ve aynı zamanda bu ilişkilerin yeniden üreticisi olarak ele aldığımızda bu kavramın kapitalist sömürü açısından ne denli hayatî olduğunu anlamak mümkün hâle gelebilir. Sınırı çözümlemek, burada yoğunlaşan güvenlik odaklı militarist mekanizmaların işlemesi adına kenara itilen, değersizleştirilen ve dışlananların neler olduğunu kavramak ve var olanın başka türlü olmasının imkân ve sınırlarını yeniden düşünmek adına yaşam ve siyaset arasında kurulan ilişkinin irdelenmesi özel bir önem taşımaktadır.
Sınır hem iktidar mekanizmalarının üretildiği ve yeniden üretildiği hem de bu mekanizmalara direnme biçimlerinin ve taktiklerinin geliştiği bir çatışma alanı olarak da düşünülebilir. Sınırı ve sınır çizme pratiklerini tartışmak, kabul edilegelen hâliyle sınırın mümkün kıldığı iktidar ilişkilerini yeniden tartışmaya açmak için önemli bir hareket alanı sağlamaktadır.
Avrupa’da ulus devlet oluşum süreçlerine eşlik eden pasaportun icadı ve ulusal kimlik belgesinin kullanılmaya başlanması meşru ve meşru olmayan hareketliliğin neler olduğunu belirleme ve bu hareketleri kısıtlama ve yönlendirme süreçlerinin iktidar mekanizmaları açısından en başından itibaren ne denli kritik olduğunu ortaya koymaktadır. Bu mekanizmalar seyahat/hareket etme özgürlüğünü bireyden alarak devlet onayına ve otoritesine bağlı bir biçime dönüştürmüşlerdir.
90’lı yıllardan itibaren giderek belirginleşen uluslararası hareketliliğin oldukça çok nedeni ve sonucu bulunmaktadır. Savaş ve iç çatışmalar ile yoksulluğun başını çektiği bu küresel hareketliliğin günümüz siyasal yaşamını sarsarak ilerlediğini belirtmek mümkündür. Mevcut siyasal ve ekonomik kategoriler ile ele alınmaya sürekli direnen bu hareketliliği durdurmak yerine yönetmeye çalışmak şeklinde bir uluslararası çaba söz konusudur. Genel anlamda devletlerin, çeşitli nedenlerle yola çıkan milyonları yönlendirmeye dayalı bir tutumu benimsediğini söyleyebiliriz. Göçün arkasındaki asıl nedenleri ortadan kaldırmaya dönük bir bakış açısı yerine göçü istediği şekilde yönlendirmeye dayalı bir yaklaşım söz konusudur.
Sınır asla tümüyle kapatılmaz. Sınır daha çok akışı yönlendirmek, kontrol etmek üzere çalışmaktadır. İktidar mekanizmaları tanımlamaya, hareketliliğin kontrol edilmesine ve bu amaçla da teknolojinin çok daha fazla iş başına koşulmasına dayanmaktadır. Özünde pasaport kontrolü ve vize uygulamaları ile başlayan sınır güvenliği politikaları günümüzde daha çok militarist ve dijital bir altyapı ile çok aktörlü biçimde yürütülmektedir.
Giderek yoğunlaşan oranda teknolojinin de işbaşına koşulduğu yeni sınır yönetimi, devletlerin 1951 Mültecilerin Hukukî Statülerine İlişkin Cenevre Sözleşmesi ve onun türevi olan diğer sözleşmelerden doğan sorumluluklarını aşındırma çabasının bir sonucudur. Devletlerden ibaret olmayan sınır yönetim mekanizmalarının uluslararası akışı güvenlik odaklı çeşitli tekniklerle yönlendirmesinin kapitalist sistemin genel işleyişi açısından nasıl bir işlevi olduğunu ortaya koymak bugünün en önemli tartışma başlıklarından birini oluşturmaktadır.
Sınırda yoğunlaşan güvenlik odaklı politikalarla genişleyen göç yönetimi, bir yandan genel bir yasa dışılaştırmayla göçmenlerin[1] daha iyi çalışma ve yaşam koşulları adına hak arama faaliyetleri önüne sınır çekerek yoğun bir sermaye birikiminin önünü açmakta, öte yandan göçmenler ve vatandaşlar arasındaki farkların derinleştirilmesi üzerinden ayrımcı bir söylemi meşrulaştırarak bu sermaye birikiminin gerçekleşmesini garanti altına almaktadır. Vatandaş olan ve olmayan arasındaki siyasal ayrım, giderek daha büyük oranda sermaye birikimini mümkün kılacak biçimde çatallandırılmaktadır. Statünün varlığı, her zaman ona sahip olanlar, kısmen sahip olanlar ve ondan mahrum bırakılanlar şeklinde bir kategorilendirme ve hiyerarşiye referans vermektedir. Azınlığın güvenlik ve birikim “ihtiyacının” ancak çokluğun güvencesizliğe ve yoğun sömürüye maruz kalması ile elde edileceği varsayılmakta ve bunun sonucunda milyonlarca insan sürekli yeniden belirlenen asgarîleştirilmiş/minimuma indirgenmiş haklarla güvencesizliğe mahkûm edilmektedir.
Mevcut siyasal çerçevenin devlete referansla tanımlanan siyasal kimlikler üzerinden şekillenmesi, tam olarak vatandaş statüsü olmayanların bu çerçeve içinde görünmez kılınmasına hizmet etmektedir. Devlete referans veren ve her adımda devletin varlığını onaylayan vatandaşlığın “doğru” siyasal öznelliği temsil ettiği kabulü karşısında, göçmenlik hep bir boşluğa, eksikliğe ve dışlamaya denk düşürülmektedir.
Göçmenler açısından yasal statü elde edinceye kadar geçen süreç oldukça uzun ve hakları kullanma açısından son derece sorunludur. Pratikte, bir göçmenin yasal statü elde etmesi için yıllarca beklemesi ve bu süreçte kendisine sağlanan son derece kısıtlı haklarla hayatta kalması gerekmektedir. Pek çok devlet giderek daha yüksek oranda “seçici” bir göçmen politikası izlemektedir, bu politikalar uyarınca daha eğitimli, daha çok ihtiyaç duyulan alanlarda deneyimli göçmenler kabul edilirken, daha az kalifiye ve daha az eğitimli olanlar yasa dışı (düzensiz) göçe zorlanmaktadır. Yasal olmayan yollardan göç sonucunda da çok sayıda kişi sınır dışı edilme riski, tehdidi altında oldukça kötü koşullarda hayatta kalmaya ve para kazanmaya çalışmaktadır. Türkiye’nin sınır ve göç yönetimi faaliyetleri de bu bağlamda şekillenmektedir.
2015 yılı Suriye’den çok sayıda mültecinin Ürdün, Lübnan, Türkiye başta olmak üzere yakın çevrede bulunan ülkelere sığınmak zorunda kaldığı ve bu çerçevede hem Avrupa Birliği hem de bu göçün en önemli hedef ülkelerinden olan Türkiye’de sınır ve göç yönetiminin radikal biçimde dönüşümü açısından kilit bir yıldır. 2015 yılında Suriye başta olmak üzere Afrika ve Ortadoğu ülkelerinden gelen göçlerin ardından göç krizi/mülteci krizi söylemine sıklıkla başvurulmuştur. Suriyeli mültecilerin büyük çoğunluğu Türkiye, Ürdün, Lübnan, Mısır ve Irak’a sığındığı hâlde 2015 yılından itibaren AB göç ve sınır yönetimi “göç krizi/mülteci krizi” olarak adlandırılan, güvenlik odaklı ve hakları aşındıran süreklileştirilmiş bir acil durum anlayışı çerçevesinde yürütülmektedir.
AB üyesi ülkeler, yıllardır mültecilerin İtalya ve Yunanistan gibi çeper ülkelerde tutunup AB’nin içine “sızmamaları” için faaliyet yürütmektedirler. AB içindeki geri kabul mekanizması, mültecilerin içeriye daha fazla “sızmasını” engelleyerek AB’nin çeperlerinde tutmak ve bu akışı kontrol etmek üzerinden şekillenmekte idi. Türkiye-AB arasında imzalanan geri kabul anlaşması ile de mültecileri AB sınırlarından “geri süpürme” fırsatını yaratmışlardır. Mültecilerin güvenlik ve korunma ihtiyacının karşılanması esastır ancak var olan haklar, yapılan ikili ya da bölgesel sözleşmeler ile budanmaktadır. Böylelikle de mültecilere koruma sağlamakla yükümlü ülkeler, bu yükümlülüklerini başka ülkelere devretmekte ve her devir mülteciler açısından hakların daha da fazla budanması anlamına gelmektedir.
Göç ve sınır yönetimine ilişkin politika ve uygulamaların çok sayıda kamusal, bölgesel ve özel kurumun yanı sıra uluslararası insanî yardım ve kalkınma örgütlerinin de yer aldığı esnek bir ağ ile mümkün kılındığını söyleyebiliriz. AB’nin mevcut organlarının yanı sıra tüm AB adına sınır ve göç yönetimi alanında faaliyet yürüten FRONTEX, EUROSUR ve EURODAC gibi bölgesel örgütler, dijital teknoloji ve militarist teknolojiler tasarlayan küresel ticari şirketler ve IOM, ICMPD gibi uluslararası örgütler ve transit ya da kaynak ülke olarak adlandırılan ülkelerdeki ulusal kurumlar ve ticari şirketler bu ağın en önemli bileşenlerini oluşturmaktadır. Giderek daha çok “önleyici güvenlik” uygulamaları üzerinden örgütlenen bu ağın genel olarak mültecileri ve vatandaşları temsilî olarak bile içermeyen ve eşitsiz güç ilişkileri üzerinden örgütlenen bir ağ olduğunu söyleyebiliriz.
Sınırın bir tarafında sınırı göçmenden “korumak” için termal kameralar, gözetleme aygıtları üretip satan büyük bütçeli uluslararası şirketler, diğer tarafında da kayıt dışı biçimde para karşılığı göçmenleri sınırın içine sokmaya çalışan uluslararası şebekeler yer almaktadır. Aynı zamanda göçü, sınır noktasına gelmeden engelleyen ve kontrol altına almaya çalışan yeni bir göç rejimi de oldukça uzun zamandır işbaşındadır. Sınır geçme ve göç yönetimi faaliyetleri önemli bir rant ve ihlal alanına dönüşmüştür ve sınır güvenliği giderek daha çok özel şirketlerden satın alınan hizmetler üzerinden gerçekleştirilmektedir. Geri gönderme ve karşılama merkezleri yani kamplar da giderek daha çok cezaevi mantığıyla düzenlenmektedir.
Göçmenlerle ve hakları tam anlamıyla tanınmayan ya da hakları günden güne eriyen diğer gruplarla ilişki kurma biçimimizin, devletlerin çizdiği çerçevede gerçekleşmesi ve bununla yetinilmesi siyasal açıdan oldukça sorunlu ve kısıtlayıcı bir yaklaşımdır. Sınır üzerinde çalışan kontrol mekanizmalarının, bugün tüm toplumsal içerme, toplumsal dışlama ve genel güvencesizleştirme süreçlerinin önemli parçası olarak, bu süreçlere çok daha derinden eklemlendiğini, onları yönlendirdiğini ve birlikte çalıştığını belirtmeliyiz. Gerek vatandaşlık statüsüne sahip olanlara yönelik asgarî ücret/hak uygulamalarında, gerek bu statüden yoksun olanlara yönelik ayrımcı ve dışlayıcı politikalarda karşımıza çıktığı gibi, hayatlarımıza, ücretlerimize, haklarımıza çekilen tüm sınırların işlevi, iktidarın birikim mekanizmalarının etkin bir biçimde işlemesini sağlamaktır.
[1] Siyasal ya da ekonomik nedenlerle ülke sınırları dışına çıkan herkesi kapsayacak biçimde kullanılmıştır.