Slavoj Zizek: Neoliberal kapitalizmin saray soytarısı* – Gabriel Rockhill

2012 yılında, zamanımızın öncü entelektüellerinden biri, Foreign Policy dergisinin saygın “En İyi 100 Küresel Düşünür” listesine seçildi. Entelektüelimiz, bu unvanı Dick Cheney, Recep Tayyip Erdoğan, Benjamin Netanyahu ve eski Mossad direktörü Meir Dagan gibi isimlerle paylaşmaktadır. ABD Dışişleri Bakanlığının sanal uzantısı olan bu nüfuzlu yayına göre, entelektüelimizin en iyi fikri şu: “Sol’un beklediği büyük devrim asla gelmeyecek.”

Diğer fikirleri de kesinlikle güçlü adaylardı ve liste çoğaltılabilir. Örneğin, bu üst düzey küresel düşünür 20. yüzyıl komünizmini ve daha spesifik olarak Stalinizmi “belki de insanlık tarihinin en kötü ideolojik, siyasi, etik, sosyal vb. felaketi” olarak tanımlamıştır. Nitekim, Stalin yönetimindeki Kızıl Ordu’nun Nazi savaş makinesini mağlup etmesinden üzüntü duyarmışçasına “Acıyı soyut bir düzlemde ölçtüğünüz zaman, Stalinizm, Nazizmden daha kötüydü” diye de ekliyor. Üçüncü Reich’ın şiddet konusunda komünizm gibi “radikal” olmadığında ısrarcı; üstelik “Hitler’in sorunu, yeterince şiddetli olmamasıydı” diyor. Belki de Hitler, bu entelektüelimize göre “on milyonları açlıktan öldürmek için acımasız bir karar” veren Mao Zedong’dan birkaç tüyo kapabilirdi. Entelektüelimiz yine bu belgelenmemiş asılsız iddiasıyla, Mao’nun yurttaşlarını öldürme niyetinde olmadığını kabul eden anti-komünist “Komünizmin Kara Kitabı”nın da sağında konumlanmaktadır. Ama tabii ki bu bilgilerin bir önemi yok zira entelektüelimiz, modern dünyadaki en kötü “insanlık suçunun” Nazizm ya da faşizm değil, komünizm olduğu tezinden hareket ediyor.

Bahse konu entelektüel aynı zamanda Avrupa’nın Dünya gezegeninin diğer tüm bölgelerinden siyasi, ahlâkî ve entelektüel olarak üstün olduğunu ima ederek kendini Avrupa-merkezci diye tanımlayan da birisi. Batı’nın geniş Akdeniz bölgesindeki acımasız askerî müdahaleleri yüzünden mülteci krizi Avrupa’da tırmandığında, Samuel Huntington’ın “medeniyetler çatışması” amentüsünü papağan gibi tekrarlayan entelektüelimiz, “mültecilerin çoğunun Batı Avrupa’nın insan hakları idealleriyle temelde çatışan bir kültürden geldiği basit bir gerçektir,” demiştir. Entelektüelimiz 2016 seçimlerinde Donald Trump’ı başkan adayı olarak desteklemiştir.

Daha geçenlerde, meşhur savaş çığırtkanının da sağında hizalanarak Kissinger’ı pasifizmle suçlamış, “Avrupa Birliğini” korumak için daha güçlü bir NATO’nun gerekliliğini ileri sürerek ABD’nin Ukrayna’daki vekâlet çatışmasını açık bir şekilde desteklediğini ifade etmiştir.

Baş muhafazakâr ulusal güvenlik devleti ajanı Huntington’ın kurucusu olduğu önde gelen bir dergi tarafından şereflendirilmek, profesyonel entelektüellere nadiren tanınan bir uluslararası şöhret seviyesine ulaşan bu küresel süperstar için buzdağının sadece görünen kısmıdır.

Kapitalist dünyanın önde gelen kurumlarında prestijli görevlere ve sayısız uluslararası gezilere sahip akademik bir şöhret olmanın yanı sıra, muazzam bir medya platformunu da tahkim etmiştir.

En önde gelen yayın organları için baş döndürücü bir hızla kitaplar ve makaleler yayımlamakta, birçok filme konu olmakta ve düzenli olarak televizyonda ve büyük medya gösterilerinde yer almaktadır. Bu politik konumların yapısı ve burjuva kültür aygıtı tarafından semirtilmesi göz önüne alındığında, mezkûr düşünürün, emperyalist düşünce kuruluşları ve ABD “ulusal güvenlik devleti” tarafından desteklenen sağcı bir ideolog olduğu farz edilebilir. Oysa tam tersine, internette radikal teori ve hatta Marksizm üzerine araştırma yapan, solu temsil ettiği sanıldığından hemen hemen herkesin direkt karşısına çıkan en görünür entelektüellerden biri o: Slavoj Zizek.

Donald Trump, tek bir seçmen bile kaybetmeden “Beşinci Cadde’nin ortasında durup birini vurabileceğini” iddia ederek ABD propaganda makinesinin gücüne olan inancını dile getirmişti. Emperyalist merkezdeki sapkın ve yozlaşmış gösteri toplumumuzda, küresel teori endüstrisinin poster çocuğu için de aynı şey geçerlidir. Zizek hayal edilebilecek en gerici siyasi pozisyonları alabilir, kapitalist kültür aygıtı tarafından dünya çapında yayınlanmasını sağlayabilir ve yine de Sol’un yükselen bir entelektüeli olarak sunulabilir. Nitekim öyle de oldu.

Cahillere diskursif sosis

1990’ların başında Amerika’da genç bir felsefe öğrencisi olarak, bu madrabaz ve onu semirten sistem tarafından kandırıldığımı itiraf etmeliyim. Ben lisans öğrencisiyken teori endüstrisinin Evel Knievel’i gibi sahneye çıkmıştı. Hakkında hiçbir şey bilmediğim bir Avrupa felsefe tarihi üzerine sonu gelmeyen incelemeler yerine, 19 yaşında eğitimsiz bir entelektüel özentisine her şeyden bahsedebilen biri vardı: Hollywood filmleri, bilim kurgu hikâyeleri, tüketim toplumu, çevrimiçi kültür, Avrupa’dan havalı teoriler, pornografi, seks, daha da seks. Onu okumak sarhoş ediciydi, özellikle de kapitalist ideolojik aygıt tarafından yanlış eğitilmiş ve farklı olarak pazarlanan bir şeye aç biri için.

1990’larda ve 21. yüzyılın başlarında çıkan her kitabı yutarcasına okudum. Ayrıca Paris’teki entelektüel baba figürünün yönetiminde doktora yaparak onun izinden gittim: Alain Badiou. Ancak kendimi eğitmeye devam ettikçe onun tekrarlarından, teorik yüzeyselliğinden ve ezberci retorik hamlelerinden sıkılmaya başladım. Giderek onun kışkırtıcı maskaralıklarını tarihsel ve materyalist analiz için zayıf bir taklit olarak görmeye başladım. Bu durum 2001 yılında 11 Eylül olaylarını Matrix’in arsız bir Lacancı yorumuyla açıklamaya çalıştığında doruğa ulaştı. Onun ateşli yorumları, peynir ekmek gibi satılsa da, ABD emperyalizminin tarihi ve ulusal güvenlik devletinin entrikalarına ilişkin titiz materyalist analizlerin yanında, Noam Chomsky’nin ya da çok daha iyisi Michael Parenti’nin çalışmalarında olduğu gibi, sönük kalıyordu.

Daha sonra yüksek lisans öğrencisiyken Jacques Rancière’in bir kitabını çevirdiğimde Zizek’in söylemsel sosisinin nasıl yapıldığını görmek için eşsiz bir fırsatım oldu. Rancière o zamanlar Anglofon dünyada pek tanınmadığı için her bir yayıncı projeyi geri çevirdi. Aceleci bir ilk reddin ardından nihayet bir yayınevini projeyi değerlendirmeye ikna edebildiğimde, yayınevinin satın alma editörü bir şart koştu: Kârlı satışları garanti altına almak için Zizek gibi radikal teoride önemli bir pazarlama gücünün önsözünü temin etmem gerekiyordu. Zizek kabul etti ve daha sonra bana The Ticklish Subject adlı kitabındaki Rancière bölümüne çarpıcı bir benzerlikten fazlasını taşıyan karmakarışık bir metin gönderdi. Buna, Rancière’in sinema üzerine yazdığı kitaplardan biri için, Rancière’in estetik üzerine çalışmaları ya da söz konusu kitap (ben Le Partage du sensible: Esthétique et politique kitabını çevirmiştim) hakkında neredeyse hiç bilgi sahibi olmadığını gösteren bazı serbest çağrışımlı düşünceler ve önsöz yorumları eklemişti.

Bilimsel titizliğin bu utanmazca hiçe sayılmasından tiksindim, ancak o sırada herhangi bir kurumsal güçten veya daha derin bir siyasi analizden yoksun olduğum için elimin kolumun bağlı olduğunu hissettim, çünkü çevirimin gün ışığını görmesini istiyorsam teori endüstrisinin metalarını tanıtmak için bu şarlatanı kullanmasını kabul etmem gerekiyordu.

Önsözü bir sonsöze dönüştürerek ve Rancière’in çalışmalarının akademik açıklamalarıyla çevreleyerek gömmek istedim. Ancak geriye dönüp baktığımda, projeyi durdurmam gerektiğini görüyorum. Kültürel teorinin Elvis’i olarak adlandırılan bu kişiyle yaşadıklarıma dönüp baktığımda, emperyalist merkezdeki yükselmiş ve yanlış eğitilmiş profesyonel yönetici sınıf tabakasının bir parçası olarak, onun maskaralıklarının hedef kitlesi olduğumu görüyorum.

1989’da Berlin Duvarı yıkıldı ve Zizek’in ilk büyük kitabı Verso’dan İngilizce olarak çıktı: İdeolojinin Yüce Nesnesi. Önsözünü post-Marksist, yani Marksizm karşıtı radikal demokrat Ernesto Laclau’nun yazdığı bu kitap, Zizek’in Chantal Mouffe ile birlikte hazırladığı yeni serinin öncü yayını olarak sunuldu. Bu seri, Fransa’da Martin Heidegger’den esinlenenler gibi “özcülük karşıtı” teorik eğilimlerden yararlanarak sosyalizmi desteklemek yerine “radikal ve çoğulcu bir demokrasi açısından düşünülen Sol için yeni bir vizyon” sağlamayı amaçlıyordu.

Siyasi yönelimleri “demokrasi yanlısı” olarak sunulan ve sosyalist ülkeleri parçalamak için kullanılan anti-komünist hareketlerle örtüşen bu iki radikal demokrat, Zizek’in desteklenmesinde merkezî bir rol oynadı. Çalışmalarını Anglofon dünyada sunması için onu davet ettiler ve prestijli yayın platformlarını ona açtılar. Zizek de buna, “geleneksel Marksizmin küresel çözüm-devrim”ine karşı ortak muhalefetlerini temel alan ilk kitabını çerçevelemek için onların post-Marksist beyannamesi Hegemonya ve Sosyalist Strateji’yi (1985) açıkça kullanarak karşılık verdi. 1991’de SSCB dağıldı ve Batı’ya hitap eden hevesli post-Marksist teorisyen iki kitap daha yayınladı: Laclau ve Mouffe’un serisinden bir diğeri ve bir Ekim kitabı.

Böylece, emperyalist devletler ve istihbarat servisleri tarafından desteklenen muhalif “demokrasi yanlısı” hareketler, zenginliği yukarı doğru yeniden dağıtmak için işçi sınıfının kazanımlarını agresif bir şekilde geri alırken, radikal demokrasinin yükselen teorik dalgasını kesin olarak yakaladı.

Sovyet tarzı sosyalizm yıkılırken, bu Doğu Avrupa kökenli madrabaz giderek kendi post-Marksizmini Marksizmin en radikal biçimi olarak sundu. Siyah toplulukların genellikle gerçek mücadelelere dayanan müziklerini kendine mâl ederek, evcilleştirerek ve ana akımlaştırarak müzik endüstrisinde ün kazanan Elvis’ten farklı olarak Zizek, Marksist gelenekten en önemli içgörülerini ödünç alarak, ancak bunları özlerini ezmek için eğlenceli bir postmodern kültürel karışıma tâbi tutarak ve böylece neoliberal anti-komünist rövanşizm çağında kitlesel tüketim için metalaştırarak küresel teori endüstrisinde bir paravan adam hâline geldi.

Bu bağlamda, kapitalist müesses nizam 1990’larda tarihin sözde sonunu kutlarken, aynı zamanda radikal entelijansiyanın oldukça niş sosyal tabakası için, kapitalist güdümlü rüzgârın estiği yöne doğru yüzen kırmızı bir balon gibi, sözde özünden kurtulmuş bir Marksizm sembolünü teşvik etti.

Bu Zizek’ti: hızlandırılmış anti-komünizmin neoliberal çağında en tanınmış “Marksist”. Çılgın Marksistin gerçek bir karikatürü olan ve en iyi “felsefenin Borat’ı” lakabıyla anılan Doğulu gizemli adam. Sovyet tarzı sosyalizmi yok eden alevlerin üzerinde alenen mastürbasyon yapan sapkın bir efsanevî kuş.

Diyalektik safsata

Yılan yağı gibi kaygan olduğu için bu kadar çok satan, kendine radikal diyen diğer birçok düşünür gibi Zizek de anlaşılması zor düzyazısı ve dengesiz davranışlarıyla iftihar eder. Onu okurken, her sayfayı çevirdiğimizde, aslında (bir önceki sayfada bizi inandırdığı şeyin) tam tersi olduğunu öğrendiğimiz başka bir “gaf” anını bekleriz! Saklambaç oynamaktan asla bıkmayan bir çocuk gibi, gerçekte saklanamamasına rağmen, Sloven dâhisi sürekli kaçıyor ve söylemsel kontrolden çıkıp her şeyi ve zıddını söyleyerek izlerini örtebilme ve her zaman gizlenebilme umuduyla dönüp duruyor. Kendisi gibi entelektüellerin bukalemun karakterinde işleyen bariz ve tutarlı bir ideoloji olduğu gerçeğinden habersiz görünüyor. Buna oportünizm deniyor.

Zizek, Abercrombie and Fitch kataloğu için röportaj yaptığında, röportajı yapan kişi metni yayınlamadan önce kendisiyle paylaşacağını söyledi. O da karşılık verdi: “Buna gerek yok. Ne söylersem söyleyeyim, bana tersini söyletebilirsiniz!”

Asıl amacı adını duyurmak olan bir oportünist için bir şeyi söylemek, onun tersini söylemek kadar iyidir. Aslında, zaman içinde her ikisini de söylerseniz -bu yorucu retorik hamleyi samimiyetsiz bir şekilde “diyalektiğe” atfederek, kaba bir kendi reklamını yapmaktan başka bir şey yapmayan sözde entelektüel bir kılıf sağlamak için- daha fazla yer işgal eder ve daha fazla zaman alırsınız, gerçekten söyleyecek bir şeyleri olabilecekleri saf dışı bırakırsınız.

Burjuva kültür aygıtının ona böylesine muazzam bir platform sağlaması, gerçekten radikal analiz biçimlerine karşı bu tür maskaralıkları teşvik etme eğilimini ortaya koymaktadır. Bu bağlamda, onun dada diyalektiğinin çok kesin sınırları olduğunu hatırlamakta fayda var. Bildiğim kadarıyla onun şöyle bir şey söylediğini hiç duymadık: “Egemen ideoloji sürekli olarak gerçekte var olan sosyalizmin son derece korkunç olduğunu söyler. Oysa durum tam tersidir!”

Marksist pozlu birinin, 2010 yılında Uluslararası İşçi Hakları Forumu tarafından “Sweatshop Hall of Shame”e yerleştirilen bir mega-şirket giyim hattına gönüllü olarak fahişelik yaparak, kendisini teşvik eden kültür endüstrisinin en kaba unsurlarını neden eleştirmeden kucakladığını merak edebiliriz. Ancak bu, küresel teori endüstrisi ile genel tüketici kapitalizmi endüstrisi arasındaki yakın ilişkinin diğer pek çok örneği arasında sadece bir tanesidir. Zizek sadece kitap satmıyor; aynı zamanda film, sanat, edebiyat, dergi, gazete, halk gösterileri ve A&F’in CEO’sunun seçkin sözleriyle “havalı, iyi görünümlü insanlar” için Amerikan tarzı kıyafetler de satıyor.

Batı yanlısı, komünizm karşıtı muhalif

Bu madrabaz hemen hemen her şeyi söylediğinden ve söylediklerinin de zıddını söylediğinden ve bazen de yeniden söylediğinden, gerçekte ne yaptığına ve teorik pratiğinin doğasına odaklanmak faydalı olur. İkincisini tam olarak anlamak için, onu ve özel kurnazlıklarını entelektüel üretimin toplumsal ilişkileri içine yerleştirmek gerekir. Başka bir deyişle, teorik pratik derken sadece bir entelektüel olarak öznel faaliyetlerini değil, aynı zamanda içinde faaliyet gösterdiği ve onu uluslararası bir süperstar hâline getiren nesnel toplumsal bütünlüğü de kastediyorum. İddiamın bir kısmı, Zizek’in kendine özgü bir özne olarak fetişleştirilmesinden ziyade küresel teori endüstrisinin kültürel bir ürünü olarak anlaşılması gerektiğidir.

Kaybedilmiş Davaların Savunusu Adına kitabının yazarı 1949 yılında doğdu ve Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nde (SFRY) büyüdü. Daha sonra, iddiasını destekleyecek anekdotlardan başka bir kanıt olmaksızın, “Komünist bir devletteki yaşamın çoğunlukla birçok kapitalist devletteki yaşamdan daha kötü olduğunu” iddia edecekti.

1960 ve 1980 yılları arasında Yugoslavya, ücretsiz tıbbî bakım ve eğitim, garantili gelir hakkı, ücretli bir aylık tatil, yüzde 90’ın üzerinde okuma yazma oranı ve yetmiş iki yıllık ortalama yaşam süresi ile birlikte en güçlü büyüme oranlarından birine sahipti. Yugoslavya aynı zamanda çok etnikli vatandaşlarına, çoğunlukla kamuya ait, piyasa-sosyalist bir ekonomide uygun fiyatlı toplu taşıma, konut ve kamu hizmetleri sundu.

Biyografi yazarı Tony Myers’a göre Zizek anavatanının komünist kültüründen hoşlanmıyordu. Daha büyük kapitalist dünyada kişisel sosyoekonomik ilerleme için potansiyel fırsatların ipuçlarını yakalayan bu zalim genç entelektüel, kendini Batı pop kültürünü özümsemeye adadı. “Öğrenciyken,” diye yazıyor Myers, “resmî komünist düşünce paradigmalarından ziyade Fransız felsefesine ilgi duydu ve bu konuda yazdı.”

Fransız teorisi üzerine yazdığı yüksek lisans tezi “siyasi açıdan şüpheli bulundu” çünkü Slovenyalı filozof arkadaşı Mladen Dolar’ın sözleriyle, “yetkililer Zizek’in karizmatik öğretiminin muhalif düşüncesiyle öğrencileri uygunsuz bir şekilde etkileyebileceğinden endişe ediyorlardı.”

Zizek’in kendisine göre Sloven anti-komünist muhalefetinin başlıca referansı olan pişmanlık duymayan Nazi Martin Heidegger üzerine ilk kitabını yazdı. Ayrıca, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Heidegger’in itibarının iade edilmesine büyük katkıda bulunan Fransız filozofun, Jacques Derrida’nın ilk Slovence çevirisini yayınladı.

Yapısökümün Fransız büyücüsü, Çekoslovakya’da hükümet karşıtı anti-komünist siyasi aktivizmde doğrudan yer almıştı. Margaret Thatcher Vakfı, Açık Toplum Fonu (Soros), Ford Vakfı, Birleşik Devletler Bilgi Ajansı ve bir CIA paravanı olan National Endowment for Democracy (NED) dâhil olmak üzere anti-komünist yıkıcılığı destekleme siciline sahip etkileyici bir dizi kurumsal ve Batılı hükümet kaynağı tarafından finanse edilen Jan Hus Eğitim Vakfı’nın Fransa şubesinin kurucularından biri olmuştur.

Zizek, ikinci doktorasını tamamlamak için Paris’te bir süre kaldıktan sonra 1985’te Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’ne döndü ve ilk olarak Fransız teorisinden etkilenen, Batı yönelimli “muhalefetin” bir parçası olan anti-komünist bir muhalif olarak kamuoyunun dikkatini çekti.

“1980’lerin sonlarında,” diyor, “Sosyalist Yugoslav düzeninin altını oymakla bizzat uğraşıyordum.” Komünist hükümete karşı muhalif hareketin bir parçası olan önemli bir haftalık yayın olan Mladina’nın “ana siyasi köşe yazarıydı.”

Haftalık köşe yazısı yazdığı dergi, Yugoslav Komünist Partisi tarafından hazırlanan ve Yugoslavya’nın hayatta kalmasını tehdit eden karşı devrimcilerin çoğaldığını da vurgulayan uzun ve ayrıntılı bir raporda CIA tarafından desteklenmekle suçlandı. Zizek daha sonra birçok kez, komünizmin çöküşüne katkıda bulunan bir muhalif olarak yöneliminin tam da bu olduğunu söylemiştir.

Diğer şeylerin yanı sıra, 1988’de kendi ifadesiyle “mevcut sosyalist sistemin ortadan kaldırılmasını” ve “sosyalist rejimin küresel olarak devrilmesini” talep eden Dört Sanığın İnsan Haklarını Koruma Komitesi’nde yer almıştır.

Bu, Başkan Ronald Reagan’ın 1984 yılında Yugoslavya ve diğer Doğu Avrupa ülkelerinde “Komünist hükümetleri ve partileri devirmek için ‘sessiz devrimi’ teşvik etme çabalarının genişletilmesini” savunan 133 sayılı Ulusal Güvenlik Kararı Direktifi (NSDD) ile mükemmel bir uyum içindeydi.

Zizek Liberal Demokrat Parti’nin (LDS) kurucuları arasında yer aldı ve partinin önde gelen sözcülerinden biri olarak görev yaptı. LDS, “çoğulculuğu” teşvik eden liberal geleneğe dayanıyordu ve sosyalizmin sona ermesinden sonraki ilk on yıl boyunca Slovenya’ya hâkim olacaktı. Zizek, Yugoslavya Federasyonu’nun parçalanması için bir kama görevi gören ilk ayrılıkçı cumhuriyetin dört kişilik cumhurbaşkanlığı için partinin adayıydı. Televizyonda yayınlanan 1990 tarihli bir tartışmada şu kampanya vaadinde bulundu: “Başkanlığın bir üyesi olarak, devletin ideolojik reel-sosyalist aygıtının parçalanmasına önemli ölçüde yardımcı olabilirim.”

İşçiler için zaten felaket sonuçları olan liberal ekonomik yeniden yapılanma politikalarını uygulamaya istekli olduğunu ifade etti ve bu alanda bir “pragmatist” olduğunu ileri sürdü: “Eğer işe yarıyorsa, neden bir doz denemeyelim?”

Gerçekten de, açıkça “planlı özelleştirmeleri” savundu ve iyi bir kapitalist ideolog gibi açık konuştu: “Bizim durumumuzda daha fazla kapitalizm daha fazla sosyal güvenlik anlamına gelecektir.”

Bu, bir kez daha, Reagan’ın açıkça “Yugoslavya’nın uzun vadeli iç liberalleşmesi” ve “piyasa odaklı bir Yugoslav ekonomik yapısının” teşvik edilmesi çağrısında bulunan NSDD 133 ile mükemmel bir uyum içindeydi. Doğulu liberal aynı zamanda, en azından sosyalist yıkımın kısa vadesinde, anti-komünist filozof Karl Popper’in “açık toplum” olarak adlandırdığı şeyi desteklediğini teyit etti.

Açık Toplum Fonunun anti-komünist kurucusu (ve Popper’in eski öğrencisi) George Soros’un “eğitim, mülteciler ve teorik ve sosyal bilimler ruhunu canlı tutma alanında iyi işler yaptığını” iddia etti.

Popper, NATO’nun Yugoslavya’ya müdahalesini desteklemiş ve çalışmaları, kötü şöhretli CIA paravan örgütü Kültürel Özgürlük Kongresi tarafından teşvik edilmişti. Soros, Doğu Avrupa’daki anti-sosyalist rejim değişikliği operasyonlarına derin yatırımlar yapmıştır. Yugoslavya’da “Açık Toplum Enstitüsü, Miloseviç karşıtı muhalefetin kasasına 100 milyon dolardan fazla para aktarmış, siyasi partileri, yayınevlerini ve ‘bağımsız’ medyayı finanse etmiştir.” Dahası Soros, vakfının anti-komünist örgütlere ve faaliyetlere sağladığı cömert fonlar aracılığıyla “Sovyet sisteminin dağılmasına derinden karıştığını” açıkça itiraf etmiştir.

Zizek başkanlık yarışında kıl payı yenilmiş olsa da, sosyalizm sonrası yeni kurulan cumhuriyette Bilim Büyükelçisi olarak görev yaptı ve görünüşe göre hükümete gayrı resmî tavsiyelerde bulunmaya devam ediyor. Gerçekten de, “1990’larda kapitalizmin restorasyonundan sonra Sloven devletine açık desteğini” ifade etti ve anti-komünist liberalizmine sadık kaldı: “Neredeyse tüm arkadaşlarımı kaybettiğim bir şey yaptım, hiçbir iyi solcunun yapmadığı bir şey: Slovenya’daki iktidar partisini tamamen destekledim.” LDS, bir sermaye partisi olarak, ulusallıktan çıkarma ve özelleştirme peşinde koştu. Bu, IMF ve Dünya Bankası’nın sanayi sektörünü yok eden, refah devletini parçalayan, reel ücretlerin çöküşünü teşvik eden ve işçileri korkunç bir hızla işten çıkaran acımasız ekonomik karşı reformları uygulamaya koyduğu bir bağlamda gerçekleşti. 1989’da yaklaşık 2.7 milyonluk toplam sanayi işgücünden 614 bin işçi işten çıkarılmıştı. Zizek’in açıkça desteklediği özelleştirme yanlısı parti, “dünya nüfusunun geniş kesimleri için yaşam standartlarında büyük düşüşlerin yaşandığı” bir dönemde, emperyalist kampın küçük ortağı olmaya da hevesliydi. Avrupa Birliği (AB) ve Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’ne (NATO) katılımın önde gelen savunucusuydu. Bu süreç 1990’larda başladı ve Slovenya resmî olarak 2003’te AB’ye, ertesi yıl da NATO’ya katıldı.

O hâlde, bu girişimci entelektüelin sosyalist olduğu dönemde Batı yanlısı sivil toplumdan yana ve devlete karşı olduğunu, ancak kapitalist olduğunda ve kapitalist ve emperyalist ulusötesi örgütlere üye olmak istediğinde gururla sivil topluma karşı ve devletten yana olduğunu gözden kaçırmamalıyız.

Nitekim, başkanlık kampanyasında devlet aygıtında anti-sosyalist bir tasfiyeyi savunmuş ve “içişleri idaresi, siyasi polis vb.” konusunda çok katı olacağını ve “sıfırdan başlayacağını” belirtmiştir. Tüm sosyalist unsurların tamamen tasfiye edileceği bir istihbarat servisinin geliştirilmesini açıkça savunarak, CIA’nın ilk ayrılıkçı cumhuriyetteki ıslak rüyası olarak yorumlanabilecek şeyi duyurdu (bu da, genellikle yerel anti-sosyalist siyasi partiler, istihbarat teşkilatları, yayın organları ve entelektüellerle el ele çalışarak, dünyanın dört bir yanındaki sosyalist hükümetlerin devrilmesinde bu kadar merkezî bir rol oynayan teşkilâtla olan kesin ilişkisi hakkında ciddi sorular doğuruyor): “Orada [içişleri idaresi ve siyasi polisle ilgili olarak] bir kesinti yapacağım. Şimdi günahkârca bir şey söyleyeceğim. Bence bu çalkantılı zamanlarda Slovenya bir istihbarat servisine ihtiyaç duyacak çünkü bu egemenlik savaşı sırasında istikrarı bozmaya yönelik eylemler olacak. Ancak bu servisin mevcut içişleri yönetimiyle [yani sosyalist yönetimle] herhangi bir sürekliliği paylaşmaması özellikle önemlidir. Burada bir kesintiyi savunuyorum.”

Batı’nın bu yalakasına göre komünistler ondan nefret etmektedir. Kuşkusuz onun, işçi kitleleri pahasına kariyerini -ve acımasız özelleştirme planlarını ve emperyalist yayılmayı- ilerletmek için çok tehlikeli bir oyun oynayan bir oportünist olduğunun farkındalar. Lacancı hokkabaz, Slovenya’da nasıl görüldüğü hakkında “Ben daha ziyade karanlık, uğursuz, entrikacı, siyasi manipülatör olarak algılanıyorum,” diye yazıyor, “bu rol benim çok hoşuma gidiyor ve çok seviyorum.”

Sosyalist Yugoslavya Federasyonu’nun dağılmasının başlıca nedeninin etnik nefret olduğu yönündeki Batı propagandası söylemine karşı hafif bir geri adım atmış olsa da, bu duruşunun gerekçesi, diğer siyasi pozisyonlarının çoğunda olduğu gibi, Ruder & Finn gibi kapitalizm yanlısı halkla ilişkiler firmaları ve CIA medya varlıkları tarafından desteklenen propagandayla mükemmel bir şekilde örtüşmektedir.

“NATO, Tanrı’nın Sol Eli” başlıklı bir metinde açıkça şunu iddia etmiştir: “Savaşı başlatan etnik çatışma değil, yalnızca Sırp saldırganlığıydı.”

Hatırlatmakta fayda var, Sırplar “diğer uluslardan oransal olarak daha yüksek oranda komünist parti üyeliğine sahipti.”

Zizek böylece, spin doktorlarının Yugoslavya için “iyi adamlar ve kötü adamlardan oluşan basit bir hikâye” inşa edebilmesiyle övünen Ruder & Finn’in Direktörü James Harff tarafından ortaya konan pozisyonu papağan gibi tekrarlıyordu.

Doğulu liberal, onlarca yıldır işleyen çok etnikli bir devleti yöneten komünistleri milliyetçiliği ve “ulusal davaya zorunlu bağlılığı” üretmekle suçlamaya bile kalkıştı.

Ancak, sosyalistler tarafından yapılan hatalar veya yanlışlar ne olursa olsun, Michael Parenti’nin konuyla ilgili gerçeklere dayalı bir kitapta açıkladığı gibi, işin gerçeği şudur: “Batılı güçler Yugoslavya’nın iç işlerine karışmaya, ayrılıkçı örgütleri finanse etmeye ve siyasi çekişmeyi ateşleyen siyasi-ekonomik krizi yaratmaya başlayana kadar iç savaş, yaygın cinayetler ve etnik temizlik yoktu.”

Kapitalizm yanlısı, NATO’nun savunmasız sivil nüfusa ve sosyalist altyapıya yönelik, gerçek amacı “Üçüncü Dünyalılaştırma” ve bölgede sosyalizmden arta kalanları terk etmeyi reddeden tek ulusun etkin bir şekilde sömürgeleştirilmesi olan, insanî amaçlı olduğunu iddia ettiği bombardımanları konusunda nerede duruyordu?

Kendine özgü çocukça provokasyon gustosuyla küstahça iddialarda bulundu: “Yani, tam olarak bir Solcu olarak, ‘Bombalamak mı, bombalamamak mı’ ikilemine cevabım: henüz YETERLİ bomba yok ve ÇOK GEÇ.”

Sivillerin yasadışı kitlesel katliamını yoğunlaştırmak için bu çınlayan onayı internette dolaşan bir taslakta yaptığından ve bu özel ifade yayınlandığında metinden çıkarıldığından, diğer röportajlarında, örneğin açıkça iddia ettiği gibi, kristal netliğinde olduğunu not etmeliyiz: “Ben her zaman Batı’nın askerî müdahalesinden yana oldum.”

Dünyanın en görünür kamusal entelektüellerinden biri olarak sonraki kariyerinde, defalarca fiilen var olan sosyalizme karşı güçlü pozisyonlar aldı. Ona göre Küba, gelecek için hiçbir umut vermeyen ve ihtiyatlı bir desteği bile hak etmeyen “geçmişin nostaljik âtıl bir kalıntısı”ndan başka bir şey değildi.

Kapitalist propagandayla mükemmel bir uyum içinde, Çin’i varoluşsal bir tehdit olarak göstermekte ve Çin’in komünist lideri Xi Jinping’i Trump, Putin, Modi ve Erdoğan’la aynı yozlaşmış çetede yer alan otoriter bir kapitalist olarak tanımlamaktan çekinmemektedir.

Onu okurken, radikal mırıldanmalarına rağmen, Margret Thatcher’ın meşhur neoliberal mantrasına bağlı kaldığı oldukça açıktır: Alternatif Yok. Aslında kendisi de düzenli olarak bunu söylüyor: “İkna edici herhangi bir radikal sol alternatifin farkında değilim” ve “Sosyalist bir devrime ya da başka bir şeye dair temel bir umudum yok.”

Yukarıda bahsedilen 1990 başkanlık tartışmasında, kapitalizmin “tüm sistemlerin en kötüsü” olduğunu ancak “daha iyi olacak başka bir sistemimiz olmadığını” iddia ederek, sömürgeci kasaplığın inatçı savunuculuğunu yapan Winston Churchill’in görüşlerini açıkça benimsedi.

Aynı zamanda, komünizme karşı bir savunma olarak ABD ulusal güvenlik aygıtı tarafından desteklenen ve tarihsel olarak kapitalist bir girişim olan Avrupa Birliği’ni savunmak için sürekli olarak kamusal söylemde bulunmuştur. Buna ek olarak, Batı emperyalizmiyle ilişkili belirli eylemleri, özellikle de NATO’nun saldırgan askerî operasyonlarının birçoğunu, özellikle de Avrupa’da veya yakınında meydana gelenleri onaylamıştır.

Onun insanlığın geleceğine dair büyük fikri, emperyalizme karşı başarılı antikolonyal mücadeleler yürüten Küresel Güney’deki sosyalist devletlerde bulunmaz. Bunun yerine sömürgeciliğin ve emperyalizmin tarihî merkez üssünde yer almaktadır.

“Günümüzün küresel kapitalist dünyasında,” diye yazıyor, “bu Avrupa fikri, ulusal egemenliği sınırlama yetkisine ve ekolojik ve sosyal refah için asgarî normları garanti etme görevine sahip ulusötesi bir örgütün tek modelini sunuyor. Bu fikirde doğrudan Avrupa Aydınlanması’nın en iyi geleneklerinden gelen bir şey vardır.”

Nitekim onun Avro-yayılmacı tarih anlatısına göre, Üçüncü Dünya’nın sömürge karşıtı mücadeleleri, Zizek’in Batı’nın Üçüncü Dünya’daki kendi “şiddet ve sömürüsünü” “özeleştirel olarak incelemesi” olarak tanımladığı şey de dâhil olmak üzere, Batı’dan ithal edildiği iddia edilen kavramlara bağımlıdır.

Avrupa’nın dünya gelişiminin doğal lideri olduğuna derinden inanan bir sosyal şovenist olarak, Bruno Latour’un “bizi sadece Avrupa kurtarabilir” şeklindeki gerici iddiasına bile katılır.

Komünist Cosplay

Sosyalizmin kapitalizm lehine yıkılmasını agresif bir şekilde destekleyen Batı yanlısı bir anti-komünist olarak pratikteki açık siyasi yönelimine rağmen, bu kendine özgü eksantrik Zizek, kendisinin bir komünist olduğunu iddia etmekten asla yorulmaz. Hattâ kendisini Doğu’dan gelen “kirli komünist” olarak sunarak rollenir. Zorunlu sakal ve dağınık görünümüne ek olarak, muhatapları üzerinde kavgacı bir şekilde konuşur, sözde entelektüel laklağın modası geçiyormuş gibi sonsuz pislik sol provokasyonunu kusar.

Gerçek bir performans, burjuva coşturanından! Zizek neoliberal kapitalizmin saray soytarısıdır. Marksist sıfatlı antisosyal-fanatik figürünü taklit ederek, gerçek dünyadaki sosyalizm projesini küçümsemeyi teşvik ederken, pop kültür mash-up’ı aracılığıyla Batı tüketim toplumunun mallarını pazarlar.

Bu küstah korkunç çocuk tarafından sergilenen histriyonik gösteri -asla unutmamalıyız ki- kapitalist sahnede sergilenmektedir.

Düzenbaz sadece bir kiralık katildir ve neoliberalizmin kültürel aygıtının tecessümüdür. Soytarıyı bir süperstar hâline getiren kapitalist saraydır, çünkü rolünü çok iyi oynamıştır. Tüm iyi soytarılar gibi, saray adabının sınırlarını zorlar ve histerik bir eleştiri gösterisinde en çirkin şeyleri söylerken, nihayetinde kukla efendisine, kapital krala, sadakatini göstererek en önemli çizgiyi takip eder. Bu soytarı, provokatif rolünü inandırıcı bir şekilde oynamak için sadece Marksist olduğunu söylemekle kalmaz aynı zamanda Leninist olmaktan başka bir şey olmadığında ısrar eder.

Rutininin bir parçası olan ve bu nedenle çok sayıda metinde tekrarlanan saçma sapan atıp tutmalarından birine kulak verelim: “Ben bir Leninistim. Lenin ellerini kirletmekten korkmazdı. […] Gücü ele geçirdiğinizde, eğer yapabiliyorsanız, onu alın. Mümkün olan her şeyi yapın.”

Bu komünist cosplay tasviri, Leninizmin tamamen kirli oynamak ve acımasızca güç peşinde koşmakla ilgili olduğunu söylemek anlamına geliyor. Lenin’in ve daha genel olarak Marksizm-Leninizmin böylesine samimiyetsiz bir temsili, uzun bir ideolojik tarihle mükemmel bir uyum içindedir. İtalyan liberal ve faşist sempatizanı Benedetto Croce de Marx için aynı şeyi söylemişti: Marx proletaryanın Machiavelli’siydi çünkü gücü ilk sıraya koyuyor ve iktidarı acımasızca ele geçirmeye çalışıyordu.

Leninizmin kaba güç politikasıyla benzer bir şekilde birleştirilmesine dayanan Steve Bannon da Zizek’e benzer şekilde kendini “Leninist” ilan etmiştir. Neonazi lider Richard Spencer’ın sözlerinin birçok nedeninden biri de muhtemelen budur: “Slavoj Zizek benim en sevdiğim solcudur. Alternatif Sağ’a bir milyon Amerikalı muhafazakâr ahmaktan daha fazla öğretecek şeyi var.”

Soytarının her zaman her konuda söyleyecek daha çok şeyi olduğuna göre, 2009’da yukarıda alıntılanan iddiayı ortaya attığında Leninist olmanın ne anlama geldiğini bir de ondan dinleyelim: “Ben bir Leninistim. […] Obama’yı bu yüzden destekledim.”

Bu onun tüm zamanlardaki en iyi esprilerinden biridir. Deadpan konuşması öldürücüdür çünkü gerçekten bunu kastetmektedir. Leninizmi, çeşitlilik kredisi ABD emperyal makinesinin motorunu dünyanın dört bir yanında çalıştırmak için ince bir kılıf sağlayan ve Obama’nın suikast programı hakkında “insanları öldürmekte gerçekten iyi olduğu” şeklindeki kötü şöhretli ifadesine yol açan neoliberal Başkan Yardımcısı’nı desteklemekle kelimenin tam anlamıyla eşitliyor. Zizek, eski Başkan’ın sağlık hizmetlerine sözde devrimci yaklaşımına, yani Cumhuriyetçi Mitt Romney’nin planını model alan özel sigorta için dayatılan bir zorunluluğa odaklanıyor: “Bence şu anda sağlık hizmetleri konusunda verdiği savaş son derece önemli, çünkü iktidar ideolojisinin özünü ilgilendiriyor.” Hatırlanacağı üzere Obama, sosyalist kökleri olan evrensel bir kapsama sistemi olan tek katmanlı sağlık hizmetlerine ilişkin her türlü tartışmayı reddetmişti.

Zizek gibi idealist bir serseri olduğunuzda, Leninizm sadece bir kelime, üzerinde oynayabileceğiniz, onu sadece bir dekor veya hile olarak kullanabileceğiniz yüzen bir göstergedir. Bu, Lenin’i Tekrarlamak adlı çizgi romanında acı verici bir şekilde açıktır. Kitabın basit başlığının naif ve deneyimsiz kişilere düşündürdüklerine rağmen, şöyle diyor: “Lenin’i tekrar etmemek konusunda dikkatli konuşuyorum. Ben aptal değilim. Bugün Leninist işçi sınıfı partisine dönmek hiçbir şey ifade etmeyecektir.”

Lenin’de sevdiği şey “tam da insanları onun hakkında korkutan şeydir – tüm önyargıları bir kenara bırakma konusundaki acımasız irade. Neden şiddet olmasın? Kulağa korkunç gelse de, bence tüm o aseptik, sinir bozucu, siyaseten doğru pasifizme karşı faydalı bir panzehir.”

Slovenyalı Lacancı’nın tekrarlamak zorunda hissettiği şey bu dizginlenemez ölüm dürtüsüdür.

“Lenin’i TEKRARLAMAK,” diye yazıyor soytarı tipografisiyle, “Lenin’e DÖNÜŞ anlamına GELMEZ – Lenin’i tekrarlamak ‘Lenin’in öldüğünü’, onun özel çözümünün başarısız olduğunu, hatta korkunç bir şekilde başarısız olduğunu, ancak içinde kurtarılmaya değer ütopik bir kıvılcım olduğunu kabul etmektir. […] Lenin’i tekrarlamak, Lenin’in YAPTIKLARINI değil, YAPAMADIKLARINI, KAÇIRDIĞI fırsatları tekrarlamaktır.”

En görünür “Leninist”in tekrarlamaktan asla bıkmadığı gibi, komünizm dehşet verici bir başarısızlıktı ve öyledir. Dolayısıyla bunu tekrarlama zorunluluğu en iyi Beckett’in bu gibi bağlamlarda düzenli olarak alıntıladığı dizesi açısından anlaşılabilir: “Gene dene. Gene yenil. Bu defa daha iyi yenil!”

Kaybedilmiş bir davası olan bu isyancıya göre geleceğin sakladığı şey, bu nedenle daha fazla başarısızlıktan başka bir şey değildir: “Komünizmin kazanmasının imkânsız olduğu […], yani bu anlamda komünizmin kaybedilmiş bir dava olduğu gerçeğini kabul etmek zorundayız.”

Soytarının komünist kostümünün nihai getirisi, süper zenginlerin martinilerine meze olması ve onu reklamları için metin yazmaya davet etmeleridir. Bu arada, bazı öğrenciler ve profesyonel yönetici sınıf tabakasının üyeleri, belki Marksizm hakkında bir şeyler öğreneceklerini düşünerek onun pop felsefesini satın alırlar. Bunun yerine, Hollywood’un gişe rekorları kıran filmlerinin, TV şovlarının, bilim kurgu romanlarının ve küresel teori endüstrisinin çeşitli tüketici ürünlerinin reklamını yaparken Marksizmin ne kadar saçma olduğunu gösteren teorik bir sihirli halı yolculuğuna çıkarılırlar.

Küçük burjuvazinin saklı cazibesi

Badiou gibi Zizek de tarihsel materyalist değildir. Bu filozofların hiçbiri kapitalizmin ve dünya sosyalist hareketinin somut, maddî tarihinin titiz bir analizine girişmez ve burjuva kültürel aygıtının üstyapısal unsurlarını ve ürünlerini tartışmak adına ciddi ekonomi politikten kaçınırlar. Her ikisi de fikirlere ve söylemlere ayrıcalık tanıyan idealist bir felsefî yaklaşıma açıkça düşkündür ve batıl inançlara karşı anti-bilimsel bir inancı savunan metafizikçilerdir. Kendilerine özgü sözcük dağarcıklarını paranteze alır ve teorik pratiklerini kültürel meta fetişizminin ideolojik sınırları dışında incelersek, idealizmin kendilerine özgü versiyonu en iyi aşkın idealizm olarak tanımlanabilir.

Marka tarafından yönetilen kavramsal çerçevelerini (büyük ölçüde Jacques Lacan ve G.W.F. Hegel’inki gibi Marksist olmayan söylemlerin kişisel yorumlarına dayanan) gerçekliğin aşkın yapısı olarak sunarlar. Ardından, önceden oluşturulmuş bu teorik modeli doğruladığını iddia ettikleri belirli ampirik unsurları (güncel bir olay, bir metin, bir Hollywood filmi, bir şeker ambalajı, bir mısır gevreği kutusunun arkası, bir Starbucks bardağı, bir porno sitesi veya özellikle Zizek söz konusu olduğunda kelimenin tam anlamıyla başka herhangi bir şey) seçerler ve böylece bunun doğruluğunun kanıtlandığı yanılsamasını yaratırlar.

Bununla birlikte, böyle bir iddia hiçbir zaman titiz bir şekilde toplu olarak test edilemez, çünkü hangi ampirik verilerin teorik varsayımlarını desteklediğine (ve dolayısıyla hangi bilgilerin göz ardı edilebileceğine) karar vermek her bir spekülatif prestij sahibinin kaprislerine bağlıdır.

Bu durum komünizme yaklaşımlarında açıkça görülebilir. “Komünizmin şeylerin mevcut durumunu ortadan kaldıran [aufhebt] gerçek hareket” olduğunu savunan Karl Marx ve Friedrich Engels’in aksine, komünizmin bir “fikir” ve bir “arzu” olduğunu ileri sürmektedirler.

Aynı zamanda, gerçek komünizm hareketini sözde kana susamış terörizm, şiddet yanlısı diktatörlük ve soykırımla suçlayarak kapitalist propaganda çizgisini düzenli olarak takip etmektedirler, hem de bu tür iddialar için belge sunma ihtiyacını umursamadan ya da sadece gerici anti-komünistlerin veya ABD Dışişleri Bakanlığı ve Açık Toplum tarafından finanse edilen kaynakların çalışmalarını “kanıt” olarak öne sürerek.

Bazen işaret ettikleri olası istisnalar, en azından onların yorumladığı şekliyle, genellikle anarşist olarak tanımlansa daha iyi olur, çünkü sosyalist devletlere karşı olanlar da dâhil olmak üzere (Badiou’nun Çin Kültür Devrimi yorumunda olduğu gibi) devlet ve parti karşıtı isyan anlarını kutlama eğilimindedirler.

Bu arada, fiilen var olan sosyalizmi destekleyenler, kapitalist ideolojiye kapılanlardan farklı olmayan hayalî bir dünyaya hapsolmuş ideolojik ikiyüzlüler veya geçmiş bir dönemin kalıntıları olarak sunulur.

“Kendisini ‘fiilen var olan sosyalizm’ ile aynı hizaya getiren sol ortadan kayboldu ya da tarihsel bir meraka dönüştü” deniyor çok beğenilen Bir İdea Olarak Komünizm kitabının girişinde.

Bu kitap Verso tarafından 2010 yılında yayınlandığında, Çin Komünist Partisi yaklaşık 80 milyon üyeye sahipti ki bu rakam Fransa ve Slovenya’nın toplam nüfusunu yaklaşık 16 milyon kişi aşıyordu. O hâlde, bu sosyal şovenistlerin dünyanın mevcut durumu hakkındaki bilgileri nereden aldıklarını merak edebiliriz?

Cevap bu idealist filozoflar için utanç verici derecede basittir: Jacques Lacan ve Louis Althusser’in çalışmalarındaki Lacancı unsurlar.

Althusser, ünlü interpellation sahnesinde ideolojinin yanıltıcı bir tasvirini yaratmak için Lacan’ın ayna evresinden ve imgesel kavramsallaştırmasından yararlanmıştır.

Althusser’in daha önceki analiziyle çelişen bir pasajda iddia ettiği gibi, bir kişi kendisini sokakta bir polis memuru tarafından selâmlanan (interpellé) kişi olarak tanıdığında ideolojik bir özne hâline gelir, yani kişi öteki tarafından ortaya konan imgeyle özdeşleşerek mevcut sembolik düzende yerini alır.

Bununla birlikte, Lacan’ın yedinci seminerinde kişinin arzusundan ödün vermeme zorunluluğunu (ne pas céder sur son désir) [arzularına boyun eğmemek] takip etmesi olarak bahsettiği ve Zizek’in “etik eylem” olarak teorize ettiği başka bir olasılık daha vardır. Sembolik düzen içindeki toplumsal üretim ilişkileriyle hayali bir ilişkiye hapsolmuş ideolojik bir özne olarak kalmaktansa, sembolik düzene direnen je ne sais quoi [ne olduğunu bilmiyorum] olan Gerçek’in peşinden korkusuzca giderek ve aynı zamanda Gerçek “Sembolik olanın eksik Nedeni” olduğu ölçüde sembolik formun ta kendisinde emilerek Badiou’ya göre bir Özne olunabilir.

Lacan’ın objet petit a [küçük nesne] dediği arzunun nesne-neden’i, Zizek’in deyişiyle “yaratıcı sembolik kurgu tarafından doldurulan [Gerçek’in] boşluğudur.” Tam da imkânsızlığı nedeniyle arzulamamız anlamında jouissance’ımızı [zevkimizi] yönlendirir: Gerçek asla sembolik düzene sorunsuzca entegre edilemez ya da Lacan’ın “gerçeklik” dediği şeye basitçe tercüme edilemez. Badiou dağınık Zizek’ten daha sistematik ve titiz olduğundan ve Zizek yaşayan bir Platon olarak bahsettiği bu idealistten bolca ödünç aldığından, Badiou’nun “Komünizm İdeası”nın temel Lacancı yapısını hatırlamakta fayda var: “Komünist İdea, bireysel özneleşmenin politik gerçeğin bir parçasını Tarihin sembolik anlatımına yansıttığı hayali bir operasyondur.”

Biraz daha açık bir dille ifade edecek olursak, bu şu anlama gelir: Komünizm İdeası, bir bireyin ideolojik olarak (imgesel olarak) kendini açıklanamaz bir politik olaya (Gerçek’e) -Badiou için Mayıs ’68 gibi- adadığı ve bunun sonuçlarını verili bir tarihsel durum (sembolik olan) içinde izlemeye çalıştığı bir operasyondur.

Fransız metafizikçiye göre bu gerçekte (réellement) yapılamaz, çünkü Olay nitelikli Gerçek, “Tarih” ve “Devlet”in sembolik alanına karşı inatçıdır; bu sadece bireysel Özne tarafından hayalî olarak (imaginairement) yapılabilir. Bu, Badiou’nun “komünist” kelimesinin gerçek bir parti veya devleti tanımlamak için bir sıfat olarak kullanılamayacağını kesin bir şekilde ilan etmesinin nedenlerinden biridir. Kolektif özlemler ve dehşetlerle dolu bir yüzyıl, “sosyalist-devlet gibi parti biçiminin de bundan böyle Fikrin gerçek desteğini sağlamak için yetersiz olduğunu göstermiştir.”

Nitekim komünist fikir ancak komünist olduklarını söylemenin kesinlikle saçma olacağı politikaları sürdürebilir. Anarşist, sağlıksız dozda metafizik ve ütopik sosyalizmle harmanlanmış yaygın bir terim ve daha spesifik olarak isyancı anarşizm olacaktır. Sonuçta bu, bireyin tarihi kesintiye uğratan açıklanamaz bir Olaya sadık kalarak, Hz. İsa’nın takipçileri gibi sonuçlarına göre hareket ederek bir Özne hâline geldiği bir siyasettir.

“Gerçek komünizm” bu nedenle Lacancı Gerçek’in metafiziksel komünizmidir. Buna göre, dünyayı maddî olarak dönüştürmeye yönelik kolektif proje, partiler ya da devletler biçimini alırsa aslında başarısız olmaya mahkûmdur, çünkü bunlar öte-dünyadaki Gerçek’e somut bir biçim ya da “simgeleştirme” verecektir. Böylece komünizm, emperyalizmin zincirlerini kırmak için ilk ama gerekli bir adım olarak sosyalist devlet kurma projelerini hedefleyen kolektif eylem alanından, bireysel bilinç ve Nietzsche’nin “özgür ruhlar” olarak adlandırdığı ayrıcalıklı azınlığın öznel deneyimi alanına kaydırılır.

Zizek, dünyanın büyük düşünür ve sanatçılarından oluşan bu küçük gruba karşıt olarak, işçi sınıfına yönelik kendine özgü küçümsemesiyle, “somut insanların” %99’unun “sıkıcı aptallar” olduğunu açıklar. Entelektüelimize göre, bahtsız piyonlar ve köylüler Paris’te küresel teori endüstrisinin küçük burjuva aydınlarıyla birlikte eğitim görmediklerinden meseleyi anlamadılar: komünizm, mevcut toplumların sembolik düzenine direnen ve imkânsızı arzulayan, hatta bireysel olarak bu arzuyu “eyleyen” öznel bir süreçtir.

İdealistlerin materyalistleri bir şekilde kaba indirgemeciler ve “felsefî olmayanlar” olarak küçümsemeyi sevmelerinin nedenlerinden biri, tam da materyalistlerin oynadıkları kavramsal oyunların altında yatan ve onları belirleyen maddî yapıları ortaya çıkarma yeteneğine sahip olmalarıdır.

Gerçek’in idealist komünizmini sınıfsal bir analize tâbi tutarsak, “fiilen var olan sosyalizm” başlığı altında, arzularının Gerçek’ini tarihsel bir gerçekliğe dönüştürebileceklerini hayal eden kitlelerin, küresel Untermenschen’in (alt-insanlar) projesini reddettiği kolayca anlaşılır.

İşte tam da burada bu radikal aristokratların Nietzscheci yönelimleri açıkça ortaya çıkmaktadır çünkü onlar halk tabakasının sözde cehaletiyle alay etmektedirler.

Gerçek komünistler, kaba materyalizmlerinin ötesinde ve karşısında, somut anti-emperyalist devlet inşası projeleri aracılığıyla içme suyuna, yiyeceğe, barınağa, sağlık hizmetlerine ve benzerlerine kolektif erişimin alçakgönüllü arayışından çok daha fazlasını arzularlar (tüm bunlar Lacan’ın “arzu” karşıtı “ihtiyaç” dediği şeyin alanına girer).

Lacancı anlamda gerçek komünistler, bireysel olarak imkânsızı talep etme gibi yüce bir öznel haysiyete sahiptirler – küresel kitlelerin yaşamlarını burada ve şimdi maddî olarak iyileştirmeye yardımcı olabilecek bir şeyi değil. Böyle bir duruş, kelimenin tam anlamıyla, bu kendinden menkul radikal düşünürlerin yapılamayacak bir şeyi talep ettikleri anlamına gelir ki bu da küçük burjuva radikalizminin özüdür.

Sözde entelektüel narsisistik kendini beğenmişliklerini materyalist terimlere çevirirsek, gerçekte arzuladıkları şey, hayal edilebilecek en radikal taleplerde bulunuyormuş gibi görünürken, aynı zamanda onları emperyalist merkezin önde gelen entelektüelleri olarak yükselten maddî toplumsal hiyerarşiler sistemine yönelik herhangi bir tehditten kaçınmaktır. İmkânsızı arzuluyorlar ve hattâ tam da hiçbir şeyin büyük ölçüde değişmesini istemedikleri için bu arzuyla “hareket ediyorlar”. O hâlde komünizm hakkındaki büyük fikirleri budur, yani o imkânsızdır.

Lacancı-Althusserci liberal eğilimleri önceden haber veren bir pasajda V. İ. Lenin, “Marksistlerin işi her zaman ‘zordur’, ama onları liberallerden farklı kılan şey, zor olanın imkânsız olduğunu ilan etmemeleridir,” diye yazmıştır. Liberal, vazgeçtiğini saklamak için zor işi imkânsız olarak adlandırandır.

Marx, liberal ideolojiyle temel noktalarda birleşen anarşizme yönelik eleştirisinde küçük burjuva safsatasının özünü teşhis ettiğinde, bu kapitalist uzlaşmacıları da önceden tanımlamıştı. Anarşizmin maddî köklerini kapitalist çekirdek içindeki oportünist kariyerizme kadar geri götürdü.

Burada Proudhon hakkında söyledikleri, Badiou’nun idealist safsatalarını ve Zizek’in gösterişli çelişkilerini dikkate değer bir hassasiyetle açıklamaktadır: Proudhon’un diyalektiğe doğal bir eğilimi vardı. Ancak hiçbir zaman gerçekten bilimsel diyalektiği kavrayamadığı için safsatadan öteye gidememiştir. Bu aslında onun küçük burjuva bakış açısıyla bağlantılıdır.

Tarihçi Raumer gibi, küçük burjuva da bir el ve diğer elden oluşur. Bu, ekonomik çıkarlarında ve dolayısıyla politik, dinî, bilimsel ve sanatsal görüşlerinde böyledir. Ve aynı şekilde ahlakında, HER ŞEYDE. O yaşayan bir çelişkidir. Eğer Proudhon gibi o da zeki bir adamsa, çok geçmeden kendi çelişkileriyle oynamayı ve bunları koşullara göre çarpıcı, gösterişli, skandal ve parlak paradokslara dönüştürmeyi öğrenecektir.

Bilimde şarlatanlık ve siyasette uzlaşma böyle bir bakış açısından ayrılamaz.

Geriye tek bir yönetici güdü, öznenin kibri kalır ve tüm kibirli insanlar için olduğu gibi onun için de tek mesele o ânın başarısı, günün şatafatıdır. Böylece, örneğin bir Rousseau’yu her zaman iktidarlarla uzlaşma görüntüsünden bile uzak tutan basit ahlâkî duygunun yok olması kaçınılmazdır.

Radikal soğutucular

Çökmekte olan biyosfer, faşizmin yükselişi ve “yeni” Soğuk Savaş’ın Üçüncü Dünya Savaşı’na dönüşme tehdidi, çağdaş sınıf mücadelesinin risklerinin daha yüksek olamayacağı anlamına geliyor.

Kapitalizmin saray soytarısı, kendi türündeki diğer entelektüeller gibi, egemen sınıfın seçkin yöneticileri tarafından alkışlanmakta ve kışkırtıcı ateşli yorumlarını yalayıp yutarken ve teşvik ettiği gişe rekorları kıran filmleri ve TV şovlarını izlerken bizi “Gerçek”in kıyametine korkusuzca at sürmeye teşvik ettiği için uluslararası alanda tanıtılmaktadır.

Bu neoliberal soytarı, bu nedenle radikal bir iyileştirici timsalidir. Toplumdaki potansiyel radikal unsurları, özellikle de gençleri ve öğrencileri, emperyalizm yanlısı anti-komünist katmanda yeniden toparlamak için radikallik görüntüsünü geliştirip pazarlar.

Tam da bu nedenle kapitalist dünyanın en ünlü “Marksisti” olarak ABD emperyalizminin motoruna bağlı bir dergi tarafından göklere çıkarılıyor.

Zizek’in mantrası, Komünist Manifesto’nun son satırlarının oportünist bir tahrifidir: “Batı yanlısı dünyanın kültürel tüketicileri birleşin ve bir sonraki kitabımı, filmimi, ürünümü ya da bilmem neyimi satın alın ve bu da böyle sürüp gitsin!”

2 Ocak 2023

Kaynak:

https://www.counterpunch.org/2023/01/02/capitalisms-court-jester-slavoj-zizek/

*Çeviri: Medya Şafak, https://www.medyasafak.net/haber/3542/ozel–slavoj-zizek–neoliberal-kapitalizmin-saray-soytarisi
Medya Şafak makaleyi şu not ile paylaşmış: “Yazının tüm felsefî-politik öncüllerine ve sonuçlarına katılmasak da, post-modernizm ve liberalizmin radikal-devrimci söylemler ve bunların entelektüel-ideolojik taşıyıcıları içindeki nüfuz gücüne ve bu kişilerin emperyalist sistem tarafından nasıl işlevsel kılındıklarına ışık tutan önemli bir analiz olduğunu düşünüyoruz.”

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz