Sol içindeki truva atı “anti-woke”a karşı “uyanık kalmak”: Kriz, savaş ve geleneksel rollere dönüş

2020’den beri başta ABD olmak üzere tüm dünyada hızla yayılan, bir kültürel tepki gibi sunulmaya çalışılan anti-woke dalga, esasen uzun süredir tanıdığımız sağcı ideolojilerin “güncellenmiş” bir biçiminden ibaret. Kendisine anti-wokizm denilerek bir yeni fikir akımı muamelesi de yapılan bu toplumsal veba, sağ ideolojilerin kültürel alandaki savaşlarını güncel bir çerçevede yeniden örgütlediği bir biçim hâline geldi. Peki nedir bu anti-woke denen şey? Son 15-20 yılda gelişen eşitlik ve hak mücadelelerini “woke” (uyanış) hareketi olarak tanımlayan ve bu hareketlerin kazanımlarını ve toplumsal alandaki sonuçlarını “politik doğruculuk”, “aşırı duyarlılık”, “duyar kasmak” vb. şekillerde tanımlayarak küçümsemeye ve karikatürize ederek itibarsızlaştırmaya çalışan bu akım, özellikle kadınların, LGBTİ+ bireylerin, azınlık gruplarının mücadelelerini hedef alan gerici bir toplumsal yeniden inşa sürecini temsil ediyor. 

“Stay woke” (uyanık kal) ifadesi ilk olarak 20. yüzyıl başında Afro-Amerikalı topluluklar arasında, özellikle de ABD’nin Güney eyaletlerinde, ırkçılığa karşı duyarlılığı ifade etmek ve devlet şiddetine karşı bilinci yükseltmek amacıyla kullanılmaya başlandı. 1960’larda sivil haklar hareketi sırasında da sıkça kullanılan “woke” terimi, 2010’lu yıllarda Black Lives Matter hareketiyle birlikte daha da yaygınlaştı. Aynı dönem ırkçılık karşıtlığının yanı sıra öne çıkan ve etkisi dünyaya yayılan “Me Too” hareketi ile birlikte bu kavram, toplumsal cinsiyet eşitliğini, LGBTİ+ haklarını, göçmen haklarını ve iklim mücadelesini savunan hareketlerle ilişkilendirildi. 2020’lerin başından itibaren kavram bir hedef olarak sağın diline pelesenk olup, karikatürleştirilerek düşmanlaştırıldı ve bir anti-woke dalga yarattı. Anti-woke’u savunanlar “woke”un “aşırı duyarlılığı” dayatarak ifade özgürlüğünü kısıtladığını iddia ediyor, hattâ “politik doğruculuğu” örgütleyerek bu mücadelelere ciddiyetsizlik kattığını ve zarar verdiğini söyleme haddini de kendilerinde görüyorlardı. Böylece ortaya çıkan “anti-woke” söylem, sistem karşıtı gibi görünse de esasen toplumsal eşitlik mücadelelerini aşağılamak üzere gelişen ve ifade özgürlüğünü savunmak kisvesi altında örgütlenen bir otoriter, muhafazakâr ideolojidir.

Bu akımın yükselişi, bir kültürel refleks olmadığı gibi, tesadüfî de değil. Anti-woke, sağın dünya genelinde yükselişe geçtiği bu dönemle doğrudan bağlantılı; sağın örgütlü ve yaygın bir politikasıdır ve derin bir siyasal yönelimin ifadesidir. Kendisini “ifade özgürlüğü” ya da “geleneksel değerlerin savunusu” olarak sunan bu akım, tarihsel olarak da tanıdık yönelimleri temsil eder: kapitalizmin kriz dönemlerinde sağın yükselişi, otoriterleşme, militarizm ve kadın bedeni üzerinde artan denetim.* Anti-woke hareket bu bağlamda sadece “kültürel bir öfke” değil; ekonomik ve siyasal krizlere verilen ideolojik bir yanıttır. Pandemiden sonra derinleşen ekonomik kriz ve emperyalist paylaşım savaşının kızışması, artan göç hareketleri ve bu süreçlerde artan hak ve eşitlik mücadelelerinin yarattığı “kriz”i “geleneksel değerlere” dönüşü örgütleyerek atlatma çabasının bir sonucu. Tıpkı 1930’larda faşizmin yükselişi, 1980’lerde neoliberal muhafazakârlığın doğuşu gibi, bugünkü yükselişin de zemini derinleşen ekonomik krizler ve savaş politikaları. Bu kriz koşulları içinde iktidarlar, halkın öfkesini sisteme değil, “öteki”ne yönlendirmesini istiyor ve savaşla belirginleşen dış düşmanlar fikrine karşı iç düşmanlar yaratarak öfkeyi ve tepkiyi kitlenin kendi içine yaymaya çalışıyor. Kadınlar, göçmenler, LGBTİ+’lar, farklı ırklardan azınlıklar vb. hedef gösteriliyor. Geleneksel aile yapısı, biyolojik cinsiyet rolleri, ulus-millet değerleri yeniden kutsanıyor, geleneksel roller yeniden olumlanıyor, hattâ yeni düzenlemelerle dayatılıyor. 

İşin en can sıkıcı ve sinsi yönlerinden biriyse bu anti-woke dalganın bir de “anti woke left” olarak tanımlanan bir sol kanadı olması. Bu daha çok, anti-woke söylemlerin sol içine sızmasını yahut bilinçli olarak sol içinde bu sağ görüşleri örgütleme politikasını temsil ediyor. Ve ne yazık ki bu politika sanıldığından daha çok karşılık buluyor. Sol içindeki anti-woke söylemlerin meşrulaştırılma zemini, woke hareketlerin kimlik mücadelelerini öne çıkararak sınıftan koptuğu ve sınıf mücadelesine gölge düşürdüğü gibi eleştirilere dayanıyor. Ve yine politik doğruculuk adı altında tartışmalarda yüzeyselleşme ve ifade özgürlüğünün engellenmesi, sansürcü olmak veya “cancel kültürü”nün (iptal kültürü) linç kültürüne dönüşmesi gibi iddiaları barındırıyor. Gerekçeler bunlar gibi görünse de bu tartışmalarda yaşananlar daha çok, kimlik siyasetine, temsil siyasetine bir eleştiri getirmek yerine, anti-woke söyleme eşlik ederek bu mücadeleleri küçümseme ve kimlikleri yok saymaya varan bu dalgaya kapılmakla sonuçlanıyor. Sınıf mücadelesini böldüğü iddia edilen bu “farklılıklar”ı işçi mücadelesine entegre etme çabasından çok, farklılıkları yok sayma üzerine bir tepki açığa çıkıyor ve bu eğilim yayılıyor.

Anti-woke söylemleri sol içinde yaymak adına, meşrulaştırıcı argüman olarak kullanılan kavramlardan biri de “woke kapitalizm”. Woke kapitalizm, şirketlerin veya büyük markaların toplumsal adalet, eşitlik, ırkçılık karşıtlığı ve iklim krizi gibi konularda görünürde “ilerici” tutumlar sergilemesi, fakat bu değerleri çoğunlukla kâr amacıyla ve pazarlama stratejisi olarak kullanması anlamına geliyor. Kapitalizmin bir pazarlama stratejisi olarak “woke”u kullanmasına hak mücadeleleri mahkûm edilerek, anti-woke söylemler sistem karşıtlığı kisvesi altında muhafazakârlaşmanın bir aracı olarak işliyor. Misal, Netflix ve benzeri şirketlerin içeriklerinde eşcinsel ilişkilere ve karakterlere veya farklı ırklardan karakterlere daha çok yer vermesi oldukça eleştiriliyor. Bu eleştirilerin daha iyi niyetli olanları, sanatsal bir eleştiri veya bir pazarlama stratejisi olarak kullanılmasına yöneltilen eleştiriler olarak görünse de, genellikle en aklı başında olanında bile ipin ucunu tutup azcık çekerseniz, altında homofobik tetiklenmelerin yattığını görmeniz mümkün oluyor. Sermayenin bu samimiyetsiz tutumunu eleştirenler bu eleştirilerinde haklı olabilirler elbette; ancak bunun bugün bunca dile gelir oluşu ve fark edilir oluşu altında, bu mücadelelerin kazanılmış haklarından veya edindiği görünürlükten kaynaklı açığa çıkan bir rahatsızlık olduğu da aşikâr. Zira bu woke kapitalizm eleştirilerini yapanların çoğu, bugüne kadar aynı şirketlerin ürettiği heteronormatif veya son derece beyaz içeriklere karşı da aynı derecede öfke veya rahatsızlık geliştirmiş midir ya da bunu bu kadar dile getirmiş midir? Veya azınlıkların haklarının “her fırsatta” korunmasını “aşırı duyarlılık” olarak tanımlayanlar, sürekli olarak aile kurumu ve değerleri kutsanırken de aynı “aşırılık” eleştirilerini yapmış mıdır? Dolayısıyla kapitalizmin kültür endüstrisini anti-woke söylemlerle eleştirmeye kalkmak son derece samimiyetsizdir ve manipülatif bir sağ görüş olduğu açıkça görülmelidir. Gerçek bir sol eleştiri, kimlik mücadelelerini sınıf perspektifinden yeniden inşa etmek zorundadır; yok sayarak ya da marjinalleştirerek değil. Anti-woke’a soldan teslim olmak, gericiliğe yer açmaktır.

“Woke”un sınıf çıkarlarının önünde bir engel olduğu ve sınıf mücadelesini zayıflattığı savı da bir o kadar samimiyetsizdir. Kimlik siyasetine saplanmanın eleştirilmesinin, kimlik mücadelelerinin küçümsenmesi veya zayıflatılmaya çalışılması olarak sonuçlanamayacağı aşikârdır. Bu sav üzerinden anti-woke söylemler üretmek, son ABD başkanlık seçimlerinde Demokratların seçim yenilgilerini “fazla woke” söylemlere kapılarak sınıftan koptukları tespitlerini yapmalarına benzerdir. Son yıllarda sınıf söyleminin liberaller içerisinde daha da artmış olmasının bir sebebi de bu anti-woke dalgadır.

Sol içinde anti-woke söylemlerin en fazla yayıldığı alanlardan biri ise kadın hareketine karşı oluşturulan eleştirilerde açığa çıkıyor. Anti-woke ile birlikte aynı dönemde, Johnny Depp davasıyla “start”ını veren ve adeta bir “Me Too” karşıtı kampanyaya dönüşen, özellikle ifşa ve iptal kültürüne saldırıyı hedefleyen bu dalga gittikçe yayılıyor. Bu tartışmaların da çoğuna bakarsanız, içeriğinde ifşa ve iptal kültürünün niteliğini tartışmaktan ziyade, bu kültürün ortadan kaldırılmasını talep eden ve kadın hareketinin belli kazanımlarının adeta mücadeleyi engellediği yönündeki tartışmalara denk gelmek mümkün. Veya feminizmi hedefine koyan; ancak feminizme ideolojik bir eleştiri yöneltmekten çok, kadın hareketine bir saldırıya dönüşen anti-feminist söylemler üretiliyor. Tıpkı diğerlerinde olduğu gibi burada da niyet üzüm yemekten ziyade bağcıyı dövmeye dönüşmüş vaziyette. Bunun böyle olmasına ise şaşırmamak gerekir; zira başta da söylediğim gibi bu “anti-woke” postuna büründürülmüş popüler sağ politika, hedefli ve sistemli bir şekilde örgütlenmektedir ve meşrulaştırıcı sol fikirlerle bezenerek toplumsal alanda daha fazla karşılık bulması sağlanmaya çalışılmaktadır. Anti-woke, adeta woke’un içine de sızmayı hedefleyen bir truva atıdır. Dolayısıyla açığa çıkan tartışmaların çoğu yönsüz ve bulanıktır. En temel hedefi de bu bulanıklığı yaratmaktır.

Bu anti-woke söylemler gençler içinde de hızla yayılmaya, kazanımların geri döndürülmesine hizmet etmeye, geleneksel rollere dönme eğilimini açığa çıkarmaya başlıyor. Sistemin yarattığı toplumsal çürümeyi bahane ederek, çözümü geleneksel rollere dönmek gibi göstermeye çalışan anti-woke söylemlerin etkisi altında “ben mağaramda mutluyum”cu bir nesil oluşturulmaya çalışılıyor. Bu, aslında muhafazakârlaşmanın, tradwife (geleneksel eş) gibi akımların bir başka uzantısıdır. Çok yakın zamanda kadın özgürlüğüne, ataerkil sistemin ürettiği şiddete karşı farkındalığı son derece yüksek olan nesil, bugün “yazma deyince yazmayan erkek” aşağılamalarıyla adeta tacizi meşrulaştıran sosyal medya içerikleriyle bu anti-woke dalgaya katılmaya çalışılıyor. Yaratılan incel kültürü de yine buradan besleniyor. Incellerin kadın düşmanı söylemleri, erkeklerin “mağdur edildiği” bir dünyaya dair kurmaca bir anlatı üzerine inşa ediliyor. Irkçılık, göçmen karşıtlığı, transfobi ise çok daha açıktan ama kimi zaman mizah altına gizlenmiş anti-woke söylemlerle karşımıza çıkıyor. Sosyal medyada gördüğümüz içeriklerin ve furyaların anti-woke yani esasen sağcı içeriğini fark edebilmek bile kritik bir mesele haline geliyor; bunlar normal veya anlaşılır mizahî içeriklermiş gibi gülünüp geçiliyor. Son günlerde dahi açığa çıkan “Netflix yapımcıları, siyahi bir İsrailli erkek ile İranlı bir trans kadının aşk hikâyesini film yapmak için bekliyor” capsleri, anti-woke söylemlerin hiçbir koşul gözetmeksizin ortaya çıktığını gösteriyor. Veya savaş politikalarına bağlı olarak iç düşmanlar yaratmak isteğini düşünürsek, bu içeriğin tam olarak da koşulunda ortaya çıktığını düşünebiliriz.

Kendini en sağ şekilde var eden anti-woke söylemler ise bu sızıntılarla “duyarlılık duvarı”nın aşılmasıyla birlikte kendine daha rahat alan buluyor ve daha vahşice yayılıyor. Kadın özgürlük mücadelesi, anti-woke’un en çok hedefinde olduğu gibi, en dirençli güçlerinden biri de olmaya devam ediyor. Başta da söz ettiğim gibi, anti-woke’un özellikle kadınları ve LGBTİ+’ları hedefine alması boşuna değil. Tarihsel olarak sağ popülist hareketler, çoğunlukla büyük ekonomik çöküşlerin, savaşların ardından yükselmiştir: 1929 Büyük Buhranı’nın ardından Avrupa’da faşizmin yükselişi; 1970’lerde Thatcherizm ve Reaganizmin yükselmesi; 2008’den sonra Avrupa’da aşırı sağın Avrupa’da aşırı sağ hareketlerin güç kazanması bu örneklerden bazıları. Krizleri aşmak adına iktidarlar, toplumu “güçlü liderlik, otorite, düzen, ulus çıkarları ve geleneksel aile değerleri” etrafında yeniden şekillendirmeye çalışmıştır. Keza anti-woke’la da adeta bütünleşen Trump’ın “Make America Great Again” vaadi de esasen Reagan’ın sloganıdır ve bu dönemin politikalarına dönüşe atıf yapmaktadır. Bu söylem son seçim döneminde daha da baskın hâle gelmiştir. Keza son yıllarda dünyada güç kazanan sağ iktidarların başlıca politikalarının kadın bedeni ve aile kurumu üzerinden olması da açıkça gözlemlenebilmektedir. Yine keza İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması da bu sürecin bir parçasıdır, bu sene ilan edilen “aile yılı” da.

Tarih boyunca her büyük savaş ve kriz döneminde kadınların bedenine ve hayatına müdahale artmıştır. Şüphesiz ki bugün de bu saldırılar artacak, aile kurumunu meşrulaştırıcı, geleneksel rollere dönme eğilimini besleyici sağ söylemler ve uygulamalar da hız kazanacaktır. Savaş dönemleri, ne yazık ki sosyalist deneyimlerde bile ilk kadınların ve LGBTİ+’ların kazanımlarının terk edildiği veya sosyalist kadın mücadelelerinin militarizm propagandasıyla hasar gördüğü dönemler olmuştur. Savaş ve kriz dönemlerinde kadınların yeniden “ev içine” çağrılması, doğurganlığın teşvik edilmesi, kürtajın sınırlandırılması ve bakım emeğinin kadınlara yüklenmesi, yalnızca siyasal değil, ekonomik çıkarların da ürünüdür. Bu, sadece ahlâkî değil ekonomik bir stratejidir: Kadın emeği yeniden ücretsizleştirilmeli, doğurganlık artmalı, toplumsal denetim sıkılaştırılmalıdır. Savaş dönemleri, bu stratejinin en acımasız uygulandığı dönemlerdir. Dolayısıyla böylesi bir dönemde, bu hataya düşmemek, anti-woke veya başka kisveler altında bu sağ ideolojilerin yayılmasına geçit vermemek daha da önem kazanmaktadır. Bu yüzden bugün savaşa karşı çıkmak, aynı zamanda kadın özgürlüğünü savunmak demektir. Kadın hareketi de savaş karşıtı bir cephenin örülmesinde belirleyici olmak, savaş karşıtı mücadeleyi büyütmek zorundadır. 

Yine tarih bize gösteriyor ki her savaş dönemi aynı zamanda devrimci olanaklar da barındırır. Bu sebeple bugün her yerden üzerimize çöken, anti-woke vb. kılıflar içinde yayılan ideolojik sis perdesine karşı, birleşik bir mücadeleyi örgütlemek çok daha önemlidir ve acildir. Anti-woke vb. meşrulaştırmalara geçit vermeden, “uyanık kalarak!”

*: Bu konuyu Wilhelm Reich’ın “Faşizmin Kitle Ruhu” tezi üzerinden tartıştığım “Kim Korkar Kadın Orgazmından?” başlıklı bir başka yazıyı da okumanızı öneririm. https://www.gazeteduvar.com.tr/kim-korkar-kadin-orgazmindan-haber-1759600

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz