2021 yılında, ilk yayınlandığında, çarpıcı bir biçimde kapitalist sistem eleştirisi yaptığı düşünülerek oldukça beğeni toplayan Kore dizisi Squid Game, bu yaz üçüncü sezonunu da tamamladı ve yapımcıların açıklamasına göre kesin final yaptı. Sonunda tek kişinin kazanacağı ödül parasına ulaşmak için çeşitli oyunların oynandığı ve her etapta başarısız olanların öldürülerek, hayatta kalan tek yarışmacıya dek oyunun sürdüğü bir gizli yarışmayı konu alan Squid Game, uzatılmış son iki sezonundan sonra bu kez de karşımıza gerçek bir reality’ye dönüştürülmüş hâlinin (Squid Game Challenge) yeni sezonuyla çıktı. Kurgu versiyonun finalini New York sokaklarında yapmasından kaynaklı, serinin David Fincher’ın yönetmenliğini yapacağı bir ABD yapımı olarak hikâyesine devam edeceği de sıkça konuşuluyor. Bu söylentilerin pek aslı yokmuş gibi görünse de, hikâyenin yolculuğunun apaçık esin kaynağı olan Amerikan klasiğinin topraklarında sonlanması manidar.
“Atları da Vururlar” ve Squid Game arasındaki benzerlikten eminim ki çokça bahsedilmiştir; keza yan karakterleri dahi kapsayan bu benzerliği görmek işten değil. Üstelik dizi de final bölümündeki “Bizler at değiliz, insanız” repliğiyle bu benzerliği daha da vurgulamışken. Bilmeyenler için “Atları da Vururlar” filminden bahsetmekte fayda var. Yönetmenliğini sistem eleştirisi yapan filmleriyle tanınan Sydney Pollack’ın üstlendiği 1969 yapımı film, aslında Horace McCoy’un ilk baskısını 1935’te yapan romanının sinemaya uyarlaması. Romanı da son derece başarılı olan eserin filmi ise günümüz tabiriyle “absolute cinema” denecek başarıda bir başyapıt bence. Atları da Vururlar, Büyük Buhran döneminde düzenlenen ve günlerce süren bir dans maratonuna katılan Gloria ve Robert’ın hikâyesini konu alır. Maraton, son çift pistte ayakta kalana dek devam edecek, iki saatte bir verilen 10 dk.lık molalar haricinde pistte kalmak zorunda olan yarışmacılar, şovu büyütmek isteyen organizatörler tarafından sürekli sınanacaktır. Yarışmaya katılan insanların verdiği mücadele, âdeta bir hayatta kalma mücadelesi olarak işlenir ve film, sistemin insanları nasıl tüketip sömürdüğünü anlatır ve kapitalizmin eğlence sektörünü de güçlü biçimde eleştirir.
Her iki hikâye de yalnızca içeriğiyle değil, ortaya çıkış koşullarıyla da benzerlikler taşıyor; kapitalizmin büyük krizlerinin yarattığı etkiyle. Squid Game her ne kadar 2021’de yayınlandıysa da yönetmeninin kendi açıkladığı üzere 12 yıllık bir çalışmanın sonucu. Yazar, başlangıçta bir film olarak tasarladığı bu hikâyeyi 2008 krizi sonrası oluşturuyor. Peki içerik ve ortaya çıktığı koşullar itibariyla bunca benzerlik taşıyan bu iki eser, kapitalist sistemi ve toplumsal ilişkileri ele alışı bakımından da benzerlikler taşıyor mu gerçekten?
Atları da Vururlar’ı izleyenler bilir (izlemeyenlerse acilen izlemeli) film; ekonomik krizin şov kültürüyle geçiştirilmeye çalışılmasını son derece iyi resmeder. Dans maratonuna katılan yarışmacılar, krizden kaynaklı son derece çaresiz durumdadır; işsizlik ve yoksulluk kendini apaçık gösterir. Yarışmacıların kaybedecek onurları dahi kalmamıştır buraya gelirken. Yarışmaya katılırken çoğunun asıl hedefi ödül parasını kazanmak değil; bu gösteri sayesinde görünür olup iş bulabilmektir. Keza kimisi aradığını bulur ve yarışmayı anında terk eder. Kimi yarışmacılar için molalarda verilecek birkaç öğün yemek bile lükstür ve yarışmaya katılma sebebidir. Düşük bir olasılığın vaad edildiği bu şova katılmakla, bir fabrikada işe girmek arasında pek bir farkın kalmadığı, ücretlerin dip yaptığı kriz tablosunu gözler önüne serer. Tüm yarışmacılar bu şovun içinde sömürüldüklerinin son derece farkındadır; hemen hiçbir yarışmacı bu yarışmayla hayatını tamamen değiştireceğine inanır vaziyette değildir. Keza film, sistemin size bu kadarını dahi sunmayacağını da ilerleyen dakikalarda tekrar hatırlatır. Ve en önemlisi, hikâye; karakterlerle para arasındaki ilişkiden değil, karakterlerle yaşam mücadelesi arasındaki ilişkiden beslenir. Filmin ikonik sonu ve replikleri de bunu anlamaktadır.
Gelelim Squid Game’e… Dizi bize ara ara arka plandaki ekonomik krize dair veriler verse de krizin yarattığı koşulları göstermekte yetersiz kalıyor. Aslında ilk sezon geçim sıkıntısını, işsizliği ve çaresizliği bazı karakterlerin hikâyeleri üzerinden biraz görebilsek de ilerleyen sezonlarda karakterlerin içinde bulunduğu ekonomik koşullar kişiselleştirilmeye başlanıyor. İkinci sezon, kumar batağına nasıl düştüğü sorgulanmaksızın kumar borcu olanlar, borsada para kırmaya çalışırken elindekinden de olanlar, tüm servetini borsada kaybeden finansçılar, iflas eden patronlar vs ile dolu. Elbette bu farklı yoksullaşma biçimleri de kapitalizmin krizleriyle alâkalı ve bu hikâyede bu karakterlerin yer alması anlaşılabilir; ancak bu yoksullaşma bir şekilde bu kişilerin beceriksizlikleri veya para hırsının sonucu gibi işleniyor. Üstelik onları ölüme götüren bu para hırsı, hemen hepsinin kötü karakter olarak konumlandırılmasıyla da yargılanıyor. Dolayısıyla Atları da Vururlar’dan belirgin farkı, hikâyenin karakterler ve yaşam mücadelesinden ziyade karakterler ve para arasındaki ilişkiye odaklanması.
İki hikâye arasındaki en önemli farklardan biriyse yarışmanın biçimi. Bana kalırsa bu kısım, iki hikâye arasındaki ideolojik farkları açıklamak açısından da belirleyici. Squid Game, her ne kadar çocuk oyunları olarak geçseler de zekâ ve beceriye dayalı oyunların oynandığı bir yarışma olarak karşımıza çıkıyor. Yani daha yetenekli veya zeki, hattâ kimi oyunlarda daha manipülatif olanın kazandığı bir yarışma olarak sürüyor. Atları da Vururlar’da ise yarışmanın tek bir kuralı var, pistte en uzun süre ayakta kalan çift olmak. Bu, aslında kapitalizmin ekonomi politiğine açık bir gönderme gibidir. Tek kurallı bu dans maratonu, artı-değer üretiminde artı emek zamanın sonsuz artırılabildiği, insan emeğinin sonsuz sürede sömürülmesine olanak veren bir kapitalist düş gibidir. Squid Game’de ise değer emek zamandan çıkıp yetenek vs. gibi değişkenlere bağlanır ve bu da aslında kapitalist işbölümünün, emek sömürüsünü gizleyen bir işlev kazanmasına benzerdir. Yarışmacılar yetenekleri ölçüsünde değerlenir gibi görünür; oysa bu yanılsama, ücretin, emek gücünün kaça satıldığının değil, emeğin karşılığı gibi sunulması yanılgısına benzerdir ve emek sömürüsünü gizler.
Dizi, bu içeriği eğer bu yanılsamayı deşifre etmek ve sistem eleştirisi yapmak adına işleyebilseydi, güzel bir detay olabilirdi; ancak bu hâliyle “yetenekli veya uyanık olanın bu sistemde ayakta kalabileceği” fikrini tekrar üretmekten öteye geçemiyor. Hikâyenin sistemden çok, kişiler arası rekabete ve kişisel hırslara odaklanması ve kişilerin hikâyelerinin benzerlikleri değil farklılıklarını öne çıkarması da yine bundan kaynaklı.
Dizinin beslediği bir başka yanılsamaysa, yarışmacıların bu yarışa bir seçim şansları bulunarak girmiş oldukları fikriyle ilişkili. Squid Game’de her turdan sonra yarışmacılara mevcut paranın kalan yarışmacılar arasında bölünerek bu ölümcül yarışmanın sonlandırılabilmesi seçeneği sunuluyor; ancak görüyoruz ki yarışmacıların çoğunluğu yarışmaya devam etmeyi seçiyor. Bu, insanların para hırsından bu ölümcül oyunu sürdürmeyi göze aldığını düşündürüyor. Tıpkı kapitalizmin işçinin emek gücünü kendi isteğiyle sattığı yanılsamasını yaratmasına benzer şekilde. Artı-değer üretiminin yani emek gücünün meta olabilmesinin koşulu, işçinin emek gücünü satabilme özgürlüğüdür; ancak üretim araçlarından yoksun olması onu emek gücünü satmaya mecbur bırakır. Dolayısıyla işçinin köleden farklılaşmasındaki bu “özgürlük” aslında bir yanılsamadır. İşçi için emek gücünü satmak bir tercih değil, bir zorunluluktur. Atları da Vururlar bize arka plandaki sefalet koşullarını göstererek, yarışmacıların bu akıldışı ve vahşi yarışa katılmaya nasıl mecbur kaldığını anlatır. Oysa Squid Game, bunu, bölüşecekleri ödül parasıyla yetinmeyen, dahası bu sistemin sunacağı fırsatları arzuladığı için buna dur demeyen açgözlülere bağlıyor. Aynı zamanda yarışmacılar arasında hırsa bağlı düşmanlaşmalar yaratıp bunlara odaklanıyor; tıpkı sistemin emek sömürüsünü gizlemek için yaptığı gibi. Sonunda ise iyi insan olmanın “çözücülüğünü” anlatan epik bir anda “İnsanız” diyor; insanı merkeze koyan, insan aklına, özgür iradeye vurgu yapan bir felsefeyle.
Dolayısıyla Squid Game’in sistem eleştirisi “insan insanın kurdudur” fikrine indirgeniyor ve özel mülkiyet ve sömürü ilişkilerine insanın özü, iradesi çerçevesinden bakıyor. Stirner’in özel mülkiyetin bireysel bir güç sonucu ortaya çıktığı fikrine yaklaşıyor. Oysa Marx’ın tespitindeki gibi özel mülkiyet, toplumsal üretim biçiminin sonucunda bir tarihsel zorunluluk olarak ortaya çıkar. Sömürünün üretim ilişkilerine bağlı olarak açığa çıktığını görmeden, sömürüyü insan iradesine, niyetine bağlı tartışmak, aynı zamanda üretim ilişkilerini değiştirmeyi tartışmamanın yolunu açar. Sömürünün kaynağını gizler. Benzer şekilde, insanlar arası rekabeti, sistemin vahşeti içerisinde insanların hayatta kalabilmek için birbirlerini ezmesi olarak ele almakla, sermayenin büyüme zorunluluğunun sonucu olan rekabetin, metalar arası ilişkilere dönüşmüş insan ilişkilerine yansıması olarak görmek arasında büyük fark vardır. Bugün, “toplumsal çürüme”, “ahlâkî çöküş” tartışmaları da çoğunlukla benzer bakışla yürütülüyor. Squid Game ve benzeri yapımlar, insanlar arası ilişkileri metalar arası ilişkilere (veya kimi zaman yalnızca insanın metalar karşısındaki konumuna) dayandırıyor; ancak bunun üretim ilişkileriyle bağını kuramıyor. Dolayısıyla çözümü farklı yerlerde işaret ediyor.
Squid Game de esasen sistem eleştirisi altında, neoliberalizm eleştirisi yapmaya çalışırken “neoliberal insan” fikrine saplanıp kalıyor ve piyasaya odaklanıp üretim sürecindeki emek sömürüsü gerçeğinden uzaklaşıyor. İkinci sezonda karşımıza baskın şekilde çıkan bu “borçlanma” teması da bundan kaynaklı. Benzer şekilde özgürlük, bireysellik, fırsat eşitliği gibi temaları yoğunluklu işlemesi, neoliberal politikalar döneminde bolca karşımıza çıkan yarışma programı formatını kullanması yine bununla bağlantılı. Piyasaya olan bu odak ise bence son derece bilinçli tasarlanmış.
Bana kalırsa Squid Game ilk sezonu itibariyle krizin yarattığı sefaleti göstermek ve sistem eleştirisi yapmak niyetini kısmen barındırsa da Netflix’in tipik “bu hikâyeden de yemedik ekmek bırakmayalım” prensibiyle gelen zoraki iki sezon ve bizzat eleştirdiğinin kendisi hâline gelen “Squid Game Challenge” projeleriyle tipik bir sistem eleştirisi görünümlü çarpıtmaya dönüştü. “Squid Game Challenge”da yarışan gerçek yarışmacıların -belli ki kurgulanmış- yarışma hikâyeleri içerisinde tüm bu “insan insanın kurdudur” anlatısı devam ediyor. Kapitalizmin kriziyle sömürü iyice derinleşirken, emek sömürüsünü gizlemek için ideolojik saldırıyı artırmak ve açığa çıkan öfkeyi ve tepkiyi toplumda “ötekini düşmanlaştırma” şeklinde örgütlemeye çalışmak çabasının bir sonucu olarak benzer örnekler de çoğalıyor. Squid Game’in bir oyun formatı olarak da sevilmesi, benzerlerlerinin de hem gerçek hayatta hem perdede tekrar tekrar üretilmesi, zekâ oyunları temalı ve ilk sezonu çok başarılı “Şeytanın Aklına Gelmez” yarışmasının ikinci sezonunun tamamen bir “ihanet et kazan” formatına dönmesi veya Mr. Beast’in “eşek-havuç hikâyesi” temalı youtube içerikleri bunun sonucu.
Squid Game ve benzerleri, görünenle gerçek arasındaki farkı deşifre etmek yerine, görünene odaklanmayı veya belirleyici kılmayı tercih ediyor. Oysa Atları da Vururlar’ın gösteri dünyasını teşhir etmesinin altında dahi görüneni aşıp gerçeği gösterebilmesi yatıyordu. Işıltılı, heyecanlı ve rekabetçi bir gösteri gibi sunulan bu yarışmanın içinde yarışmak dahi istemeyen, keyifsiz, mecbur yarışmacıları, anons edilenle yaşananlar arasındaki farkı bize gösteriyordu. Bu şov, ona katılmaya mecbur kalanların yarış içerisinde olmasıyla değil, “Hayat otoyolunda birinci olmanıza gerek yok; ama sonuncu da olmayın” çığırtkanlığıyla yarışa start verenlerin, “Kaybedip durmaktan bıktım” diyen ve hayattaki tek serveti ipek çorabının teki olan Gloria ve diğerlerini sömürmesiyle yaratılıyordu.
Mesele yarışmak değildi; atlar da yarış atlarını değil, bir atlı karıncayı tasvir ediyordu. Yanar döner ışıkları ve gürültülü neşeli müziklerinin ardında, yarışan değil, sırtında sahibinin yükünü taşıyan atların koşturulduğu, Gloria’nın artık inmek istediği o atlıkarıncayı. Keza “Atları da vururlar, öyle değil mi?”




