TC devletinin açık ve net bir savaş yanlısı politikası var.
Bu politika, TC devletinin şu ya da bu kanadı demeden, tümünün ortak politikasıdır. Kürt hareketi ve devrimci harekete saldırmak da öyledir. Ne zaman kendi aralarında çatışmaya ara vermek isteseler, hemen Kürt hareketine karşı saldırı başlatılıyor ve hemen bir yeni savaş narası atılacak alan yaratılıyor.
Bu savaşçı politika, hem açık bir tetikçiliktir, hem de ABD, İngiltere, İsrail özellikle olmak üzere, NATO politikalarına uygun bir saldırganlıktır.
Saray Rejiminin savaş ekonomisine de son derece uygundur. Saray Rejimi, rant, yağma ve savaş ekonomisi üzerine oturmaktadır. Savaş politikaları, ABD adına tetikçilik, bu nedenle Saray Rejimi politikaları ile tamamen örtüşmektedir.
Suriye politikasını biliyoruz.
Normalde, Suriye ile o denli yakınlık kurmuş iken, 2011 öncesi dönemden söz ediyoruz, bu denli sınırlar gevşetilmiş iken, bağımsız bir kapitalist mantık, hemen ticareti geliştirmeyi ve Suriye ekonomisi için önemli bir güç hâline gelmeyi hedefler, düşünür. Ama Türkiye burjuvazisi, böyle düşünmedi. Tersine, ABD ve İsrail hattına uygun olarak, oradan gelen emirlerle, hemen Suriye ile ilişkiler gerildi ve savaş kundakçılığı sürecine geçildi. Açgözlü Türk burjuvazisi, bir koyup beş almayı, yağmayı hayal ederken, açgözlülükte ondan daha ileride olan Saray Rejimi, bedava petrole konmak için IŞİD ile el sıkışmayı seçti ve öne geçti. Yağma ve rant ekonomisinin savaş ekonomisi ile bu denli üst üste çakışması eşine az rastlanır bir fırsat olarak görüldü ve Erdoğan, Saray Rejimi’ni bunun üzerine, bu tarihten sonra kurdu.
Şimdi, bedava petrol olanakları yok olmuş durumdadır ama tekrar pay alabilmek için, her türlü taklayı atmaktadır.
Kaldı ki, ABD ne kadar savaşı uzatabilirse, o denli kayıplarını gizleyebilirken, Erdoğan, ne kadar savaşı uzatabilirse ve İdlib gecikirse, o kadar daha fazla süre iktidarda kalabilir.
İdlib, Suriye ordusunca geri alındığı an, ABD cephesinden Erdoğan için yolun sonu görünmüş demektir. Dikkat edilsin, ABD için diyoruz.
Yoksa bizim için Erdoğan’ın yolunun sonu çoktan göründü.
Erdoğan, zaman kazanmaya çalışıyor ve dış politikayı, iç politikada güç tazeleme aracı olarak kullanmak istiyor. Öyle ya, Davutoğlu ya konuşursa ne olacak?
Şimdi, sırada Libya var.
Türkiye, Libya’da iktidarda olduğu “tartışma” götürür bir hükümet ile, alelacele bir anlaşma imzalamaya çalışıyor. Libya’da Trablus’ta var olan bu hükümet, AB ve BM tarafından tanınmış hükümet olsa da, Libya coğrafyasında etkili değildir. Hafter güçleri, sürekli saldırıdadır. Kaldı ki, Trablus hükümeti, Kaddafi hükümeti vb. değildir.
Aslında Türkiye, bu hamle ile, önemli bir güç gösterisi yapıyor. Ama bunu uluslararası alan için yapmıyor, bu güç gösterisi, Saray Rejimi’nin, kendini güçlü göstermek için başvurduğu bir hamleye benzemektedir.
Libya savaşında, kimin kimi desteklediği pek de belli değil gibidir. Galiba, herkes kazanma şansı en yüksek olanı destekleme eğilimindedir. Türkiye ve Katar ise Trablus’taki hükümeti destekliyor.
Türkiye-Katar ikilisinin sahneye koyduğu akçeli ilişkiler oldukça ilgi çekicidir. Tank palet fabrikasında uyanık Şems ile Katar ordusunun ilişkileri, Mevlana sevgisine bağlanıyor, Kanal İstanbul’daki arsalar ise Katar kraliyet ailesine parselleniyor. Ve Şems, yani Mevlana’ya âşık olan kişi olduğunu ilan eden Ethem Sancak, Katar ile Türkiye ilişkilerini, bir devlet, iki millet olarak açıklıyor. İlişkiler yakın, Erdoğan ve Katar Şeyhi, her işi birlikte pişiriyorlar. Bu işler de Muslim Brothers’a uzanıyor.
Türkiye, Katar tarafından finanse mi ediliyor? Ne için? Ama Katar’ın Kıbrıs ile Akdeniz’de petrol aramasına bakılırsa, Türkiye ile ilişkilerini tamamen kârlılığa bağladığını söylemek mümkündür. Erdoğan ve Şeyh arasındaki ilişki, Mevlana-Şems ilişkisinden çok, tamamen “duygusal”, yani parasal bir ilişkiye benziyor.
Türkiye, Hafter güçlerine karşı savaşsınlar diye, Damat Bayraktar’ların ürettiği İHA’lardan birkaç tane göndermiş ama bilindiği kadarı ile bu İHA’lar düşürülmüş.
Bugünlerde, Türkiye, Libya’ya açıkça asker göndermekten söz ediyor. İki yol üzerinde tartışılıyor. Birincisi, ordudan bir bölüm resmî askerin gönderilmesi, ikincisi ise SADAT AŞ’den bir bölüm paramiliter askerin, Saray Rejimi’nin kirli organizasyonlarında görevli birliklerin gönderilmesi. Hangisi olursa olsun, ister resmî, ister gayrı resmî silâhlı güçler gönderilsin, bilindiği gibi Suriye’den İdlib’den birçok savaşçı Libya’ya gönderilmeye başlanmıştır.
Görüldüğü gibi, Suriye ve Libya birbirine hızla, her açıdan bağlanabiliyor. Saray Rejimi, her iki alanda da petrol, bedava bir doğal kaynak arıyor. Bir kere IŞİD petrolleri ile, kanlı ve bedava petrolün tadına vardılar. Artık bunun peşine epeyce koşacaklardır.
Tam da aynı günlerde, İdlib’de, Türkiye kontrolündeki güçler, Heyet Tahrir el Şam, Hurras ed-Din ve Suriye Milli Ordusu (yani eski ÖSO) çeteleri, Suriye ordusuna karşı, birden fazla noktadan saldırıya geçtiler. Geri püskürtüldüler ama bu ayrı bir konudur. Bu durum, gerçekte, Rusya ile görüşmede, masaya, Suriye’ye İdlib’i verelim, Libya’da bize karşı olma gibi bir teklif getirileceği anlamına gelmektedir.
Saray Rejimi, ne zaman sıkışsa, o zaman iki savaş taktiğine başvuruyor: biri Kürtlere karşı içeride savaşı tırmandırmak, diğeri ise çevre ülkelerden biri ile hır çıkarmak ve bu yolla, sıkışıklığı aşmak. Bugün de Libya politikasının önemli bir bölümü budur.
Burada işler istedikleri gibi gitmezse, hemen Ocak ayında bu kez Suriye’de yani bir harekât denemesinden söz edeceklerdir.
Elbette bu politikaların kendileri de kalıcı izler bırakmaktadır. Ama Erdoğan, son toplantılardan birini anlatırken, “İngiltere, Fransa, Almanya ve şahsım toplandık” diyebildiğine göre, bu politikaların ülkeye ve halklara neler kaybettirdiği ile bir ilişkileri olmayacağı açıktır.
Erdoğan, bir yandan bağırıp çağırırken, ABD’den gelen yaptırım kararlarının kendisine, ailesine, yani mal varlığına ilişkin bölümü söz konusu olunca, hiç ağzını açmadan, bir anda önce İsviçre’ye, sonra da Malezya’ya uçuyor. Belli ki, Erdoğan, kendi mal varlığını, kutsanmış altınlarını, dolarlarını güvence altına almak istiyor.
Bugünlerde Erdoğan ve Saray Rejimi’nin, gerçek ilgi alanı ne Libya’dır, ne de İdlib’dir. Esas ilgi alanları, akçeli işleridir, mal varlıklarıdır, bu arada ilave ne götürebiliriz vb.dir.
Bugünlerde, yaklaşık bir aydır, Suriye savaşı daha sessiz, daha ateşi düşmüş gibi durmaktadır. Oysa yukarıda aktardığımız İdlib’de Suriye ordusuna saldırı, durumun hiç de sakin olmadığının kanıtıdır. Öyle ise bu sessizlik, daha çok görüntüdedir. Saray Medyası, sadece ve sadece istedikleri haberleri vermekte, verdirtmektedir.
Libya ise, öne çıkarılmaktadır. TV kanallarında tartışmaların ana konusu Libya olmaktadır. Gerçekte bunun bir anlamda “seçim” yatırımı olduğu söylenebilir. Saray Rejimi’nin, gerçekte kendisi ile ilgili endişeleri derindir.
Saray Rejimi, Erdoğan, gerçekte iktidarlarının gelecekleri konusunda oldukça endişelidir. Burada söz konusu olan “süre”dir. Bu nedenle Erdoğan’ın, yakın dönemde, hem rantı daha fazla artırabilecek işler peşinde koşması, hem de süre uzatmaya yarayacak yeni hamleler peşinde olması muhtemeldir.
Erdoğan’ın, hem Davutoğlu’nun önünü kesmek için “Şehir Üniversitesi” yolsuzluğu diye bir tartışma başlatması, hem de Babacan ekibini ikna etmek için ilave adımlar atması, gizli görüşmeler sürdürmesi, Abdullah Gül ile temasları, aslında “kurtarıcı” hamleler olmadıkları gibi, kendisi için bile yararlı hamleler oldukları tartışmalı hamlelerdir. Mesela Şehir Üniversitesi için “arsayı ben tahsis ettim” dedikten sonra, “onlar da mülk olarak verdiler” demek pek de zekâ belirtisi gösteren bir açıklama değildir. Buradaki yolsuzluk konusunda, Erdoğan kendini de ihbar etmiş demektir. Babacan ekibi ile temaslar, artık kendi gücünü kaybettiğinin “yakın çevre”ye ilanı demektir.
Libya ve Suriye politikaları, Saray Rejimi’nin ömrünü uzatma politikalarının parçalardır. Erdoğan, Saray Rejimi, bu tartışmalar arasında, “mal varlığı” soruşturmalarını gizlemeyi hedeflemektedir.