Başlangıçta, ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar, ortaklaşa, ÖSO adı altında, bir örgütlenme oluşturdular. Gerçekte, Suriye’de, rejime karşı var olan muhalefet, en başından başlayarak bu ÖSO içinde bile yer almakta tereddütlü idi. Ama ÖSO, bu 6 ülkenin devreye girmesi ile, silâhlandırıldı. Türkiye, bu savaşta, ABD emirlerini yerine getirmeye, bu arada da yeni Osmanlı hayalleri ile pastadan pay almaya yöneldi.
Bugün, neredeyse ÖSO’nun adı bile anılmıyor. Dünyanın her yerinden bölgeye akan ve uğrak, lojistik merkezleri Türkiye olan bu gruplar, artık ÖSO’yu yeterince vahşi bulmuyorlar. El-Nusra gibi örgütlenmelere kimyasal silâh dahil pek çok malzeme verdiği öne sürülen Türkiye, bu grupları emrine aldığı hayalini kurmuş olmalıdır.
Bu 6 ülke, belki başkaları da vardır ama bu 6 ülke, savaşı akıl almaz boyutlarda yıkıcı hâle getirmişlerdir.
IŞİD, bu yıkıcı boyutun en açık kanıtıdır. Savaşın da bir ikinci evresidir. IŞİD ile birlikte, bölge dümdüz edilemeye başlandı. Bu dümdüz etme, her anlamdadır; hem şehirler yerle bir ediliyor, sanki, büyük bir boş inşaat sahası hazırlanıyor, hem de halklar imha ediyor, yok ediliyor. Savaşın bu vahşi boyutu, sadece Suriye’de değil, Irak’ta da yürütülüyor.
IŞİD, bu 6 ülkenin ortak desteği ile gelişti. Ama öyle anlaşılıyor, TC devleti, IŞİD’in kendi denetiminde olduğunu sanıyordu.
İlki, Reyhanlı’da, ikincisi de Musul konsolosluğu rehinelerinin teslim edilişinde, belki, bu kontrolün kendilerine ait olmadığını anlamış olabilirler mi? Sorudur, çünkü hâlâ anlamış olma ihtimalleri olmayabilir.
Reyhanlı’da olan şudur: Türkiye, ciddi destek verdiği El Nusra gibi örgütlere, ABD’nin uyarısı ile, kimyasal silâhların verilmesinin ortaya çıkışının ardından gelen uyarı ile, sevkiyatı azaltmış olmalıdır. Buna öfkelenen çeteler, Reyhanlı ile yanıt vermişlerdir. “Benim 52 Sünni vatandaşım öldü” sözü, gerçekte olsa olsa onlara söylenen bir söz olmalıdır.
Ama bu olaydan sonra da TIR’lar silâhları taşımaya devam ettiler. TIR’ların 2000’i aştığı söylenmektedir.
İkincisi, Musul rehineleri meselesidir. Musul rehineleri işinin Türkiye onayı ve bilgisi ile yapılmış olduğu, artık neredeyse herkesin ortak kabulüdür. O dönemin konsolosu, 1 Kasım seçimlerinde CHP’den milletvekili adayıdır ve muhtemelen, bu seçimlerde seçilirse, süreci anlatacaktır. Ama o anlatsın anlatmasın, süreç biliniyor. IŞİD rehineleri aldı ve ABD, IŞİD’e karşı koalisyon toplama kararı verdiğinde, bu rehineleri masaya getiren Türkiye, benim konsolosluk yetkililerimi öldürürler, ben açıktan destek veremem, dedi. Ve bir sabah, TC yetkililerinin bilgisi dahilinde olmadan, rehineler teslim edilmek üzere sınır kapısına getirildi. Söylenenlere göre, rehineleri teslim almak için yetkililerin gelmesi 7 saati bulmuş.
Bu iki olay ne gösterir? Birincisi, Türkiye ile bu örgütlerin bu çetelerin çok yönlü ve sürekli ilişkileri vardır, ikincisi bu ilişkide kendini “kontrol eden olarak” adlandırsa da Türkiye’nin elinde kontrol mekanizması yoktur.
IŞİD’in sahaya sürülmesi, ABD, İngiltere, Türkiye, İsrail, Suudi Arabistan ve Katar cephesinin, savaşı yeni bir aşamaya yükseltme iradesi idi. Ve bunun ne denli kanlı bir operasyon olduğu artık ortadadır. ABD’nin, Suriye’de kentleri IŞİD eli ile dümdüz etme girişimi, farklı planların da devrede olduğunun göstergesidir.
IŞİD, kendisine verilen, Türkiye sınırı boyunca, Barzani’nin kuvvetlerinin ardından, denize kadar ulaşan bir hat oluşturması görevini yerine getirmek için, Kobanê’ye saldırdı. Ezidi katliamı ve Kürt katliamları devreye sokulmak istendi. Bu konuda Barzani’nin, kendi tabanını bile rahatsız eden “görmezden gelme” tavrı da anılmalıdır. Ve Kobanê direnişi, IŞİD’in Kobanê’yi düşürememesi, savaşın bir yeni aşaması ya da ikinci aşamasının sonu oldu. Böylece, Kürt halkı, dünya halklarının da desteği ile, büyük bir direniş örgütledi. ABD’nin IŞİD’e karşı koalisyon numaraları da bundan sonra devreye sokuldu.
Kobanê direnişi, tüm bölgeye umut saldı. Kobanê direnişi, halklar için umut oldu. Ve buna savaşın üçüncü aşaması diyebiliriz.
Kobanê sonrasında değişen dengeler, ABD’-nin bir yandan IŞİD’e göz yumması ama diğer yandan da makyaj niteliğinde bombalamak zorunda kalması sürecinde kendini en açık şekli ile ifade etti. Bu aşamada, bir yandan Irak’ta, diğer yandan Yemen’de savaş yoğunlaşırken, aynı anda, Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye savaş sahasına daha fazla girmeye başladı.
Savaşa, Irak içinde de İran daha aktif şekilde dahil olmaya başladı. Böylece bölgedeki tüm güçler savaşa dahil olmuş oldu dersek yerinde olur.
Elbette ABD ve İngiltere’nin de daha farklı planlarla, eğit-donat, silâh yardımları vb. ile devreye girdiğine tanık olduk.
Türkiye, Afrin ve Kobanê arasındaki bölgeyi elinde tutmak üzere, ABD ile anlaştığını, İncirlik üssünü bu anlaşma çerçevesinde açtığını ilan ederken, aynı anda ABD, böylesi bir anlaşmayı açıktan reddetti.
Tüm bu süreç, Rusya’nın doğrudan müdahaleye başlaması ile yeni bir aşamaya sıçradı. Tüm bu aşamalar, belki aşama olarak da ele alınmayabilir. Ama savaşın gelişiminde önemli kırılma noktaları olarak gözle görülebilenlerdir. Rusya, doğrudan sahaya girdi. Daha önceden pek görünür olmayan Rusya, devreye gireceğinin işaretini, Lavrov’un, “Suriye’ye asker gönderdiniz mi” sorusuna, “henüz erken” demesi ile verdi. Ardından BM genel kurulunda Putin, Suriye yönetimi ve Kürtlerin dışında kimsenin IŞİD’e karşı savaşmadığını, eğit-donat gibi faaliyetlerin fiilen iflas ettiğini dile getirdi. Aynı konuşmada Putin, NATO’nun kime karşı neden genişlediğini de sordu. Bir kere daha, tek kutuplu dünya tezine karşı çıktı. Ve ardından, Rus uçakları Suriye’de harekete geçti. IŞİD mevzilerine ve Batı basınına göre, El Nusra ve ÖSO karargâhlarına da saldırı başlattı. Türkiye sınırından Türkiye’ye geçenlere karşı sınırı ihlal eden uçuşlar yaptı ve tüm bunlarla yetinmedi, Hazar’dan, füzelerle hedefleri vurmaya başladı.
Rusya’nın bu devreye girişi, hem Suriye savaşının çok daha geniş bir savaş olduğunu gösterdi, hem de Libya’daki hatalarını yapmayacaklarının ilanı oldu.
Ama bu durum, aynı zamanda, dünya çapında bir savaşın yürümekte olduğunu da gösterdi. Bu savaşın, pek öyle sözlerle yürümeyeceği de açık. Artık, asıl güçler devrededir. Rusya’nın yanısıra Çin, bölgeye savaş gemilerini göndermiştir.
Rusya’nın bu hamlelerinin öncesinde ve sonrasında, İsrail, Ürdün, Suudi Arabistan, Katar gibi ülkeler Rusya ile temaslar kurdu ve belki de kendi pozisyonlarını yeniden gözden geçirmektedirler. Bunun ihtiyacını duydukları açık.
Elbette Türkiye, boğazına kadar içine girdiği bu savaşın bir tarafıdır. Savaşta, çok açık olarak Suriye karşıtı bir konumdadır. İnsan eğitmek, insan geçişlerine destek vermek, IŞİD, El Nusra ve diğer Suriye karşıtı cephedeki çetelerin yaralılarını hastahanelerde tedavi etmek, silâh sevk etmek gibi, askerî, politik ve ekonomik olarak bu savaşa dahil olmuştur. Yeni Osmanlıcılık hayalleri, siyasal iktidarı koruma isteği, Şam’da öğlen namazı kılma hevesi, ekonomik rant istekleri, ABD emir eri olarak çalışma ve belki daha başka nedenler, savaşa bu denli dahil olmayı koşullamıştır.
Ama şimdi, Türkiye, sanki bir çıkmaz sokağa girmiştir ve geriye doğru manevra yapmak da istememektedir. Çetelerle kurulan bağlar, bu bağlar üzerine hesaplar kuranların hesaplarını muhtemelen aşmıştır. Artık bu süreç, TC devletinin ne ölçüde kontrolündedir sorusu yerinde olur. Ama dahası, mevcut hâli ile iktidar, Suriye politikasını değiştirmemekte, bunu gözden geçirmemektedir. Eğilimi budur.
Rusya’nın hamlesi, aslında sadece Suriye ile ilgili değil gibidir. Rusya, aynı zamanda NATO’nun varlığını, elbette bu anlamda Ukrayna vb. yerlerdeki durumları da gündeme alarak bir hamle yapmış gibidir. Bu açıdan Türkiye’nin Suriye hatta Esad ile sınırlı ufkundan daha büyük bir savaş yürümektedir.
ABD’nin bazı noktalarda “geri adım” atmaktan söz edebilmesi, belki de savaşın bu daha geniş boyutunu görüyor olmasındandır.
Türkiye, eline çakmağı almış, benzinle dolu bir sokakta yürür gibidir. Bunun ne kadarının, iç politik etkenlerden, muktedirin iktidarı kaybetmemek için dünyayı yakma restinden kaynaklandığı, ne kadarının körlükten kaynaklandığı ayrı bir konudur ve çok da önemli değildir. Ama ortada olan tablo, Türkiye’nin Suriye’leşmesi denilebilecek noktadadır.
Tüm bu savaşı önlemek mümkün müdür?
Bizim yanıtımız kuşkusuz evettir. Zor olduğu açıktır ama er ya da geç, kalıcı bir barış, tüm bölgede yükselecek sosyalist devrimlerle mümkün olacaktır.
Halkların özgür ve eşit geleceği, işçi sınıfının kurtuluşu, emperyalizmin bölgeden tamamen sökülüp atılması, ancak ve ancak halkların ortak mücadelesi ile mümkündür.
Bu ortak mücadelenin zemini de gelişmektedir.
Bölgede çeteleşmeye, devletlerin çete hâline gelmesine, çetelerin bölgeyi kan gölüne çevirmesine, tarihsizleşmeye, halkların katledilmesine, eşi görülmemiş cinayetlere, emperyalist güçlerin her alanda cirit atmasına son verecek tek gerçek güç, halkların örgütlü mücadelesidir.