Önceki Bölüm: Tekelci Polis Devleti
Devlet çalışmalarının en önemli ayağı, devlet sorununun devrim sorunu ile bağlanmasıdır. Bu çaba ise, mutlaka mevcut ülkedeki devletin de incelenmesini gerektiriyor.
Buraya kadar yazılanlardan, burjuva devletin evrimini izlemiş olduk. Ve gördük ki bir burjuva devlet tipini kötülük yuvası olarak tanımlayıp, diğer burjuva devlet tipleri denilenleri aklamak birbirini koşulluyor. Egemen sınıfın egemenliğine bütünsel ve net bir bakışı önlüyor. Bu ise, düşmanın eksik tanınmasıdır. Düşmanı tanımadan kazanma ihtimali hiç yoktur.
TC devletini de bu gözle, yukarıda ortaya konulan teorik çerçeveye uygun olarak inceleyeceğiz. Tekrar olsa da, bir kere daha bir iki noktanın altını çizmek gerekiyor. Birincisi, devlet egemen sınıf adına sınıf savaşlarının türlü deneylerini biriktirir. İkincisi, altyapı ve üstyapı arasındaki ilişki, sınıf savaşları aracılığı ile kurulur. Üçüncüsü, devlet bu sınıf savaşımının sürekliliği altında daha önceki deneyleri içererek gelişir. Sınıf savaşımının sürekliliği içinde her iki sınıf da öğrenir. Burjuvazi, bu öğrenmeyi devlet denilen aygıtı, en gelişmiş örgütü aracılığı ile somutlar ve güce dönüştürür. Dördüncüsü, bu sınıf savaşımının alanı, kapitalizmle birlikte, tüm yeryüzüdür.
Buradan hemen anlaşılacaktır ki, proletaryanın partisi, burjuvazinin temel örgütü olan devlete karşı örgütlenir. Bu parti sınıf savaşının sürekliliğini, bu sürekliliğin düşman cephesinde nasıl sağlandığını, karşısındaki devletin ideolojik, politik ve askeri alandaki özelliklerini iyice kavramak zorundadır. Elbette bunları yaparken sınıf savaşımının alanının tüm yeryüzü olduğunu, burjuvazinin başka ülkelerin burjuvalarından öğrendiklerini de içselleştirebildiğini unutmamak zorundadır.
Tüm bu noktalar, devleti bir bütün olarak analiz etme gücünü verecektir. Devletin, burjuva egemenliğin ya da burjuva sistemin bir yönüne karşı çıkarak ondan kopulamaz. Olsa olsa, ömür boyu onun muhalifi olunur. Ve bilinir, politikada, egemen güç her zaman kendi politikalarını uygulamak için çapraz muhalefete ihtiyaç duyar. Yani, sistemin tam karşısında konumlanmayı başarmaktır esas olan, yoksa çeşitli eleştirilerle onun bir yönünü düzeltme girişimi, burjuva egemenliği sarsmaz. Zaten devrimcilerin reformistlerden devlet ve devrim noktasında ayrılmalarının altında da bu yatar. Reformizm, sistemin kötü, aksayan yönlerine karşıdır. Zaman zaman, ‘daha eşitlikçi’, ‘daha az sömürünün olduğu’, ‘insan haklarına daha saygılı’, ‘daha demokratik’ gibi istemler duyarız. İşte bu istemlerin tümü, ayrı bir dünya istemek yerine, bu dünya içinde daha iyi bir yer istemektir. Ve tarih şahittir ki, böylesi istemleri haykıran örgütlerin, partilerin liderleri daha iyi yerler edinmişlerdir, ama asla ve asla bu istemleri, adlarına istedikleri işçi ve emekçiler kurtulamamıştır, kurtulmaları bir yana sömürü ve baskı altında daha da ezilmişlerdir. Çünkü, işçi ve emekçinin kurtuluşunu istemek, ayrı bir dünya istemek demektir.
Bu çerçevede TC devletinin gelişimini ve belli başlı özelliklerini ele almak mümkün.
TC devletinin 600 yıllık Osmanlı geleneğinin devamcısı olduğunu vurgulamak gerekir. Bu ilk duyulduğunda ‘evet doğru’ denilen ama anlaşılmasında da zorluklar olan bir konudur.
Evet doğru, denildiği halde anlaşılmayan bir olgudur bu.
TC devleti, gerçekte, Ekim Devrimi’ni kuşatma siyasetinin bir ürünüdür. Bu kuşatma siyasetinin başında, emperyalist-kapitalist dünyanın lideri İngiltere vardır. Fiil olarak M. Kemal’in İngiltere ile olan ilişkileri bir yana. Ekim Devrimi’ni kuşatma siyasetinin ürünü olan bir devletin, İngiltere, Almanya, ABD ve tüm emperyalist dünya (onların çoğunlukla Batı dedikleri budur) ile bağları bu çerçeve içinde ele alınmalıdır. Böyle olunca, emperyalizme bağımlılık dışında bir kapitalizmin olamayacağı gerçeği, evet bu çok bilinen gerçek hatırlanacaktır. Burjuvazi emperyalizme bağımlılık dışında olamazdı ve olmadı. Bu üstü örtülen bir yöndür. Kemalizm’in iki kanadı ayrımı ve bu kanatlardan birinin anti-emperyalist olduğu yanılsaması, tamı tamına TC devletini bir milim anlamamanın ürünüdür. Kuşatma siyasetinin ve o dönemin dünyasının kavranamaması demektir. TC bu kuşatma siyasetinin ürünüdür.
Emperyalist güçler, Ekim Devrimi’ni Kafkaslarda durdurmak için uğraşırlarken, en başta İngiltere ve onun ortağı ABD, Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan üzerine oynadılar. Ekim Devrimi’ni durduracak bir Ermenistan belki tercih edilebilirdi. Ancak, Osmanlı zamanında önlem almıştı. İttihat Terakki, Birinci Dünya Savaşı sırasında, Ermeni ve Rumları kıyıma başlamıştı. 1919 yılına gelindiğinde bir Ermenistan’ın, ABD ve İngiltere denetiminde bile Bolşevik tehlikeyi durduramayacağı ortaya çıkmıştı. O tarihe kadar bir milyonu katledilmiş bir Ermeni halkının, mallarına el konulmuş bir Ermeni burjuvazisinin böylesi büyük bir yayılışı durdurması çok zordu. İşte ABD’nin Ermenilerden desteğini çekerek M. Kemal’i desteklemesi bu yüzdendir. Halide Edip’in M. Kemal’e 1919 yılının yazında yazdığı mektuplar, ABD’nin bu konudaki isteklerini çok açık ortaya koyan belgelerdir.
Ünlü Wilson Prensipleri, Ekim Devrimi’nin hemen arkasından açıklanıyor: 1918 yılının Ocak ayında Wilson Prensipleri uluslara bağımsızlık sağlamayı amaçlamıyordu. Tersine emperyalist sömürgeciliğin saf örneği olarak, sözde bağımsız bir devlet altında ulusları köleleştirmeyi, Ekim Devrimi’nin halklar üzerindeki etkisini sınırlandırmayı hedefliyordu. Modern lejyonerlik sistemini kuruyordu. Ve TC tam da bu modern lejyonerlik sistemine göre kurulmuş bir devlettir.
“Bütün dünyada kuvvetli bir etki yapan ve yenilmiş milletlere birazcık umut veren Wilson Prensipleri, bizi de büyük çapta etkiledi. Ve İstanbul’da Wilson Prensipleri Cemiyeti, tanınmış yazarlar ve avukatlar tarafından kuruldu.” (Halide Edip Adıvar, Türkün Ateşle İmtihanı, Atlas Kitabevi, s. 22)
Wilson Prensipleri Cemiyeti, ne ilginç! Dahası var;
“Halkın Amerika’ya karşı bu devirdeki duygularını Erzurum Kongresi’ndeki bir olay açıkça anlatır. Burada Mustafa Kemal Paşa Türk toprakları üzerinde gözü olmayan büyük bir devletin bize iktisadî, teknik ve siyasî yardım etmesi lüzumundan söz etmişti. O zaman İngiltere, Fransa, hatta İtalya da Türk topraklarını işgal etmiş bulunduklarından, bu teklifin Amerika’yı kastettiği hissediliyordu. Erzurum Kongresi’nde Doğu Anadolu’yu temsil edenlerden biri ayağa kalkarak Mustafa Kemal Paşa’nın hangi devleti temsil ettiğini sormuştu. Siyasî meselelerde çok anlayışlı olan Mustafa Kemal Paşa, Doğu Anadolu’nun Amerika’ya karşı hislerini sezdiği için hangi devleti kastettiğini söylememişti.” (age, s. 22)
O zaman Amerika ile ilişkileri gizli yürütmek daha sağlıklı bulunmuş olmalı. Sivas Kongresi’nde bir Amerikalı gazeteci, gerçekte bir ABD temsilcisi olarak bulunuyor. Halide Edip, anılarında bu Mister Browne’den söz eder. (bkz. s. 51)
O günlerde, diye yazıyor Halide Edip, Türklerin görüşünü dışa bildirmek çok güçtü. Burada Amerikan muhabirlerinin ve bazı şahsiyetlerinin doğru düşüncelerine çok şey borçluyuz. (age, s. 25)
Elbette o gün bugün borç ödediğimize göre, bu borç çok önemli olmalı. Halide Edip, Sultanahmet Meydanı’nda konuşurken, “kürsünün önünde Wilson’un on ikinci prensibini belirten bir yazı vardı” (age, s. 31) diyor. Halide Edip, burada bir dipnotta bu prensibi aktarıyor. Daha doğrusu kürsünün önünde yazılan yazıyı aktarıyor;
“12. madde: Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk unsurunun egemenliği sağlanmalı, fakat onların yönetiminde olan azınlıkların da her türlü gelişmeleri güven altında olmalıdır. Çanakkale bütün milletlerin gemilerine ve ticaretlerine milletlerarası garanti ile açık bulundurulacaktır.” (age, s. 31)
Demek ki, sahibinin kim olduğu belli olmayan Osmanlı için ABD, Türk unsurunun egemenliğini uygun görüyor. ABD, Bolşevik Devrimi’ni durdurmanın yolunun buradan geçtiğini görüyor. Üstelik modern mandacılığı zamanında düşünüyor.
TC bir ulusal kurtuluş savaşının ürünü değil, bu kuşatma siyasetinin ürünüdür ve Osmanlı’nın yerine burjuva egemenliğin geçişinde bu nokta önemle akılda tutulmalıdır.
TC devletinin kurucuları, en son noktaya kadar Osmanlı’dan hiç kopmamışlardır. Vahdettin’in askeri olarak ‘Anadolu’ya çıkmışlardır’. Tüm belgeler bunu çok açık ortaya koymaktadır. Ancak, kendini garip bir biçimde İslam karşıtlığı ile tanımlar hale gelen Kemalist sol gelenek, Kemalist resmi tarih dışında hiçbir kaynağa inanmadığı için, tüm bunları gerçekler olarak değil de saldırı, olarak algılamaktadır. Üstelik bugün bile. İslam kaynakları bu konuda haklıdırlar.
TC devleti, tüm tarihi boyunca halkları birbirine kırdırmıştır. Aynı birbirine kırdırma siyasetini sol ile İslam arasında da başarı ile uygulamıştır. Komünizm ve İslam karşıtlığı, devlete, bu iki kesimi de biçimlendirme olanağı sunmuştur. Komünizmi ahlâksızlık olarak tanıtan İslam, devletin kolu olarak işlev görmüştür. Aynı biçimde sol ‘laik’liğin koruyucusu ve İslam’ın frenleyicisi olarak kullanılmıştır.
TC’nin 600 yıllık Osmanlı geleneğinin devamcısı olması konusunu biraz daha açabilmek için, Osmanlı’nın çöküş sürecine biraz daha yakından bakmalıyız. Viyana saldırısında aldığı yenilgi Osmanlı’nın çöküş sürecinde bir yeni ivme demektir. Daha önce içende biriken çöküş dinamikleri, bu yenilgi sonrasında ağır ağır yüzeye çıkmaya başlarlar. Tarihi boyunca, sürekli fetihlerle ve oradan elde ettiği ganimetlerle ayakta kalmış bir imparatorluk için bu yenilgi çok büyük önemdedir. Osmanlı’nın askeri gücü ve devlet yönetimi içinde Kapıkulu geleneğinin yeri hatırlanırsa, yenilgilerin ne anlama geldiği de daha açık hale gelecektir. Fatih ile birlikte Osmanlı, kendisini himaye eden Bizans’tan kurtulmuş, onun varlığına son vererek bir imparatorluk olmuştur. Ama gerek öncesi ve özellikle Fatih’ten sonrasında Osmanlı sürekli ganimetler üzerine varlık kazanmış, sürekli kılıcın varlığı ile egemenlik sürmüştür. Özellikle yenilgilerin başlaması ile ekonomik gücünü kaybetmeye başlamış, bunun sonucu olarak egemenliği altındaki topraklarda feodal sömürü ağırlaşmaya başlamıştır. Yani sistem her yönü ile sarsılmaya başlamıştır. Viyana yenilgisinden yaklaşık 100 yıl sonra, 1800’lerin başlarında, çöküş ve çözülüş her yönü ile açığa çıkmıştır. Ya da artık Osmanlı yönetiminin de kabul ettiği boyutlara gelmiştir.
1700’lerin sonları ve 1800’lerin başlarının Avrupa’nın burjuva devrimlerle sarsıldığı, burjuva devrimlerin tüm kıtayı kapladığı, kapitalist gelişimin hızlandığı bir dönem olmasına da dikkat edilmelidir. Çöküş süreci içerisinde Osmanlı, Avrupa’daki bu yükselişi de seyretmektedir. Burjuva uluslaşma, Avrupa’da pazarın birleştiricisi olarak yeni bir rol üstleniyor. Ama daha hemen ilk adımında burjuvaziyi iktidara taşıyan devrim, işçi sınıfının tarih sahnesine çıkışı ile, her alanda gerçek yerine, devrimin başını çeken burjuvazinin tarihi ufkuna uygun bir yere oturuyor. Bu süreç, bir yandan Batı’nın gündemine, doğunun paylaşılması temelinde bir ‘Doğu Sorunu’nu taşıyor. Doğu; Çin’i, Hindistan’ı, Ortadoğu ve Balkanları kapsayan Osmanlı’yı ve İran’ı anlatıyor.
Çöküş sürecine geçen Osmanlı’nın 1800’lerden başlayarak tarihi de sömürgeleşme tarihi oluyor. Başkası mümkün değildir. Osmanlı bir yandan bağımsızlık için harekete geçen halkları bastırmaya çalışıyor, diğer yandan ise yeni duruma ayak uydurmaya çalışıyor. Nihayet ‘Batıcılık’ı kabul ediyor. Batıcılık, sömürge olmaya doğru atılan büyük bir ideolojik adım anlamına geliyor. (Bu konuyu daha detaylı olarak başka bir çalışmada ele almak gerekiyor. Şimdiden söylemek gerekir ki, Türkiye solunda mevcut olan Batı hayranlığı, Kemalizm’le yerleşmiş, imha ve inkâr politikasının bir devamıdır. ‘Batı demokrasileri’ne hayranlık, bizde, TC devletini ve genel olarak devleti anlamanın önündeki engellerin başındadır.)
Böylece, Osmanlı, ilk kez, küçülen imparatorluğun yapıştırıcısı olarak ‘Osmanlı’ kimliğini seçiyor. Bu Abdülhamit’e kadar devam ediyor. Osmanlı kimliğini savunanlar, imparatorluk için bir kurtarıcı ideoloji bulmuş olduklarını sanıyorlar ve muhalifliklerinin nedeni, yine Osmanlı’yı kurtarmaktır. Abdülhamit, biraz da daralan sınırlar içinde kalan yerlerde İslam’ın yapıştıracağına güvenerek, Osmanlı kimliğine, ‘İslam’ kimliğini de ekliyor. Bu sayede Müslüman Arap halklarını ve Balkan, Kafkas halklarını kendine bağlamak istiyor. Bu kimlik sorununun önemini anlamak için bir alıntıya izin verilsin.
“Ölümünden altı ay önce (1868), Fransa’nın Nis şehrinde istirahat ederken, tutulduğu amansız hastalıktan kurtulamayacağını anladığı günlerden birinde, eski sadrazam ve hariciye nazırı (bugünkü dışişleri bakanı -yazar) Fuat Paşa şu raporu yazıp Sultan Abdülaziz’e göndermişti.” (N. N. Tepedelenlioğlu, Sultan Abdülhamit ve Osmanlı İmparatorluğunda Komitacılar, Toker Y., s. 76-77)
Yazar bu raporu uzun uzun aktarıyor. Ölecek bir eski sadrazamın satırları oldukça açıklayıcı. Raporun bir yerinde şu noktaya değiniyor;
“İç politikamızda en çok dikkat edilecek bir konu da Anadolu, Suriye ve bütün Arabistan’da yaşayan halkı tek millet haline sokmaktır. Çeşitli ırklardan gelen, dilleri ve dinleri ve gelenekleri birbirine uymayan insan topluluklarından tek millet yaratmak azmi ile yapılacak teşebbüslerde müsbet netice elde edilmezse Osmanlı devletinin yok olmaması kulunuza aşağı yukarı imkansız gibi görünmektedir. Zira bu koca devlet ne Rumların, ne Slavların, ne şunun ne bunundur. Fakat kimindir? Bu da hâlâ belli değildir.” “Şu halde bu devlete sahip olacak milleti yaratmak lazımdır.” (age, s. 88)
Kitabında haklı olarak Abdülhamit’in önemli bir padişah olduğunu anlatan ve bir devlet adamı olarak yazan bu gazeteci, tam bu noktada rapora bir dipnot düşüyor, dipnot şöyle;
“Bu ana dava, elli yedi yıl sonra Gazi Mustafa Kemal Paşa devleti ‘resmen’ eline geçirdiği anda hâlâ halledilmemiş bulunuyordu.” (age, s. 88)
Keçizade Fuat Paşa, bu raporu yazdığı dönemde, Tanzimat ile başlayan Osmanlı ulusu yaratma projesi uygulamada idi.
Ama görülüyordu ki, artık o da imparatorluğu kurtaramayacaktı. Hatta kendilerine “Yeni Osmanlılar” diyen N. Kemal, Ziya Paşa ve diğerleri de bu noktada devletten ayrı hiçbir hat ortaya koymamışlardı. Yani Abdülhamit’in İslam’ı öne çıkaracağı dönem yaklaşıyordu. Ama Abdülhamit bunu uygulamaya koymak için, o ünlü 93 Harbi’nin (yani Ruslarla 1878’de yapılan ve Osmanlı’nın yenilgisi ile sonuçlanan harp) yaşanması gerekiyordu. Balkanlarda Sırp, Bulgar bağımsızlık hareketleri birkaç kere bastırılmıştı. Ama 1878 yenilgisinden sonra Osmanlı neredeyse Balkanları kaybetmişti. Öyle ki, o tarihe kadar nüfusun çoğunluğunu oluşturan Hıristiyanlar artık ayrılmaya başlamıştı. Bu Balkanlar, aynı zamanda kapitalist gelişimin nispeten hızlı yaşandığı bir alandır. Balkan Harbi yenilgisi ile Balkanların kaybı tümüyle kesinleşir ve böylece Türklük tarih sahnesine çıkmaya hazırlanır. Türkçülük kadrolarını oluşturan İttihat Terakki, 1889 Mayıs’ında, kurulduğu günlerde, yalnız Müslümanları üye kabul etme önerisini reddediyor.
“Giritli Muharrem, İslam olmayan kişilerin kabul edilmemesi tezini ileri sürmüşse de bu fikir red olunarak, iş görebilecek ve itimat edilecek her Osmanlı’nın, gayet itiyatkârane ve her türlü tecrübeden geçirilerek kabulü cihetine karar verildi.” (İbrahim Temo’nun İttihat ve Terakki Anıları, Arba Y., s. 17)
Yani henüz Türkçülük ortada yok ve halâ Müslümanlık daha çekici bir kavram. Ne zaman ki Ortadoğu’da da ayrılmalar gündeme gelir ve bugünkü Misak-ı Millî şekillenmeye başlar, işte o zaman Türklük öne çıkmaya başlar. Kendisi devletçi, yöntemleri çöküş nedeniyle radikal olmaya mecbur bir İttihat Terakki iktidarı alır. Ama Osmanlı’nın yaptığı şeyi yapmaya devam ederek, Osmanlı devletini korumayı birinci amaç edinerek.
Böylece bir tek içerde Müslüman olmayan kesim olarak Ermeni ve Rumlar kalır. Ve esas olarak ticaret elinde tutan, burjuvalaşmış olan da bunlardır. İşte şimdi sıra bunların ‘temizlenmesi’ ve mal varlıklarına el konulması noktasına gelmiştir. Denilebilir ki, bu sermayeye el koymak ve sonra onu müdafaa etmek Anadolu eşrafı ile, M. Kemal’in temel amacı olmuştur. İttihat ve Terakki’nin Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermeni ve Rumları temizlemek için başlattığı korkunç katliam, Kemal ve adamlarınca devam ettirilmiştir. ABD ve İngiltere denetiminde, Kürtler ile ittifakları ise İslam olmak temeline dayanır. Ne zaman ki Türklük öne çıkar ve İslamlığa saldırılır, Şeyh Sait aldatıldığını anlar ve İslami bir çerçeve içinde ayaklanır.
Devleti tanımak için yakın dönemde yaşanan Ermeniler nezdinde tüm halklara yönelen kıyıma kısaca bakmak gerekir:
“Bu eşkiya ve katil sürüsünün yapmış olduğu büyük günah ve cinayetin feci şeklini kalem yazmakta utanmaktadır. (Mevlanazade Rıfat, Türkiye İnkılabının İçyüzü, Pınar Y., s. 142)
Ama bizim anlatmaya çalışacağımız konu katliamın planlanışıdır. Aynı kaynakta bu konuda birkaç noktaya göz atmak yeterli. Bu katliam için kurulmuş üçlü İcra Komitesi (Dr. Bahattin Şakir, Şükrü, Dr. Nazım) aralarında bu katliamı hangi kuvvetlere yaptırabileceklerini tartışırlar. Mevlanazade Rıfat aktarıyor; (Bahattin Şakir konuşuyor)
“…O halde kabul etmek lazımdır ki; asker, jandarma bizim yaptırmak istediğimiz imha işinde bize yaramaz. Bunu böyle kabul edince bize yarayacak kuvveti ve şahısları nereden bulacağız? İşte meselenin esası bu noktada toplanmaktadır. Ben bize yarayacak şahısları ve kuvveti bulduğumu zannediyorum. Ben bu şahısları nereden mi buldum? Söyleyeyim. Ben bunları hapishanelerde buldum. Yapmış oldukları kötülüklerden dolayı askerlikten istisna edilmiş kimselerdir. Bunları tahliye ettirip, idaremiz altına alır, takımlara ayırıp, sanırım gayet güzel bir teşkilât-ı mahsusa meydana getirilmiş olur.” (age, s. 136)
İşte kirli işleri yaptıracak bir teşkilat. Bu TC’nin ruhunda vardır. Her biri birer ‘mavi gözlü Türk’ olanlar, Ermeniler nezdinde halkları sindirmeye çalışıyor, böylece içerde de mal varlıklarını paylaşmaya çalışıyorlar. Bu yüksek bir devlet ve egemenlik bilincinin işaretidir. Burjuvazi varlığını bu kan üzerine kurmuştur. Sonra Ermenileri savaş nedeniyle tahliye kararı alınır. Birinci Dünya Savaşı fırsat bilinerek, TC’nin sınırları içinde etnik temizlik başlatılmış olur. Ermeni ve Pontuslar, mal varlıklarına el konularak kıyılır, sürülür. Dün bu kıyımı alkışlayan herkes, artık sıranın kendisine geleceğini de bilir. Ve şimdi Kürt halkı kıyılırken aynı şey yapılmaktadır. Bir farkla ki, artık TC’nin sorunu bir mal varlıklarına el koyma sorunu değildir. Onun için TC kendisini çözen Kürt devrimini evcilleştirerek, alt-emperyalist bir güç olmaya çalışıyor. Bölgenin lideri olmaya çalışıyor. Hem Kürt devrimine saldırıyor, hem Kürt halkını kıyıyor, hem de onlarla uzlaşma üzerinden Ortadoğu ve Kafkaslar’a uzanmaya çalışıyor. Bunun için örtülü ödenekten ve CIA’nın astronomik rakamlara varan Türkiye bütçesinden beslenen yeni bir Teşkilât-ı Mahsusa kuruyorlar.
Ve TC’nin temelleri, tümüyle Abdülhamit döneminde atılıyor. Yine İslam, kendi kaynaklarından en çok bu dönem uzaklaştırılıyor. Aslında Abdülhamit ile Osmanlılığı savunanlar (mesela N. Kemal) iki ayrı yolun yolcusu değildir. Tersine çökmekte olan bir devlette, aynı amaç için iki ayrı yol seçmiş kişilerdir. Fakat tarih bunları neredeyse düşman diye gösterir. Kemal tarihi, bu iki kolun birleştiricisidir, bir başka deyişle bunlara direkt bağlıdır. Fakat kendisini görünüşte bu iki kanattan da ayırır izlenimini verir. Sözde N. Kemal çağdaş, Abdülhamit ise tutucu olur. Oysa, N. Kemal tamamen efendilerinin kullarındandır. Bu abartılı farklılıklar, böylece başka çatışmaların üzerini örtme işlevini görür ve tarih, bunların arasındaki sözde çatışmanın tarihi oluverir. Hem “Genç Osmanlılar” ve hem de “İttihat ve Terakki” ile Osmanlı devleti, muhaliflerini kullanmasını da öğrenmiştir. Osmanlı’yı ayakta tutmak için yapılan bu girişimler, zaten böylesi bir sürece de olanak tanımaktadır. Özellikle İttihat ve Terakki ile, geleceğin iktidarını kuracak olan burjuvazi, devletten vazgeçmeden devlet dışı bir güç odağı örgütlüyor. Böylece muhaliflerin gideceği adres de belirlenmiş oluyor. Bu olaya, tümüyle baştan planlı bir çerçeve vermeye çalışmıyoruz. Tersine, örgütün amaçları buna olanak tanıyor. Bunu söylüyoruz.
Belki dikkatinizi çekmiştir; TC 73 yaşında olmasına rağmen, “Türk polis teşkilâtı” 100 küsuruncu yılını kutlar. Bunun nedeni üzerinde azıcık düşünmek yeter. TC, Osmanlı’nın devamıdır. Türkçülük de bunu gösteren önemli bir kanıttır. 1906-1908 arasında, Kafkasya’dan, Balkanlar’dan Türkçülük ağır ağır öne çıkmaya başlar. Hasta adam olan imparatorluğu kurtarmak için, Abdülhamit’in gizli örgütünü ‘atlatacak’ bir örgüt kurma girişimi, ordu içindeki subaylarca başlatılır.
Burada Abdülhamit’in gizli örgütü üzerinde bir miktar duralım:
“…ama Abdülhamit hiç de bu kanaatte değildi. Zira tahta çıkışı üzerinden geçen iki ay içinde dar kadrolu fakat kuvvetli bir casus şebekesi kurabilmişti. Spiridon Mavroyeni bu şebekenin ruhu idi. Haberler onda toplanıyor ve doktor her sabah nabzını da bildiriyordu.” (N. N. Tepedelenlioğlıı, age, s. 500)
Spiridon Mavroyeni bir Rum asıllı doktordur ve Abdulhamit’in aile doktorudur. Ama esas işinin Abdülhamit’i tahta hazırlamak ve sonra da gizli teşkilatının ‘ruhu’ olmak olduğu anlaşılıyor. Osmanlı’da da, TC’de de hep Rum veya göçmenlerin devşirilmesi ile devlet ayakta tutuluyor. Devam edelim;
“Sonradan pek genişleyecek ve dünya ölçüsünde büyük bir gizli kuvvet halini alacak olan bu şebekenin İstanbul’dan sonra büyük merkezi Viyana’da çalışıyordu ve çok garip görülecek ama hakikat budur ki, İstanbul’da en verimli kol Fener Patrikhanesi idi. (age, s. 500)
İttihat Terakki’nin radikalliğini Abdülhamit koşulluyor. Ve Osmanlı, Abdülhamit’e kadar yeterince güçlü bir devlet aygıtı oluşturamıyor. Abdülhamit hem işin ideolojik yönünü, hem de devletin işlevlerini yürütecek baskı gücünü örgütlemeye çalışıyor. Onun için TC’nin temelleri o dönem atılıyor. M. Kemal’in cumhuriyeti, tümüyle onun mirasıdır.
İttihat Terakki, tüm radikal yöntemlerine rağmen, amacı imparatorluğu kurtarmak olan bir örgütlenmedir. Yöntemlerdeki radikallik, çöküşün ve çürümenin boyutlarına tepki olarak algılanabilir. Bir yandan burjuva bir egemenlik isteminin izleri, bir yandan da ağır basan Osmanlı’nın kurtarılması istemi İttihat Terakki’yi anlamak için önemli iki bileşendir.
Osmanlı tarihi boyunca barbarlık ile suçlanmıştır. Barbarlığı reddetmek için Osmanlı, kendi tarihinde Türklüğü hep aşağılamıştır. Her halde ‘Ya devlet başa ya kuzgun leşe’ sözü bunu anlatan bir tepkidir. Tepkinin Türkmenlerden gelmesi de doğal. Ama yıl 1908 olunca ve arkasından Balkan yenilgisi de gelince, o güne kadar tutmayan Osmanlı ve İslam kimliğine bir üçüncüsünün eklenmesi gerekiyordu. İşte Türkçülük bu dönemin ürünüdür. Yalnız, biraz tarih kitaplarını karıştırmış ve Kemal’in tarihi dışında okuma yürekliliğini göstermiş herkes şunu düşünecektir; neden Türkçülüğün tüm ateşli savunucuları arasında, köken olarak Türk, Türkmen vb. yok. Ziya Gökalp bilindiği gibi Kürt’tür. M. Kemal, Atatürk soyadını alarak, ‘mavi gözlü Türk’ soyunu başlatıyor. Bugün, Kemalist tarihin etkisi altında insanın aklına böylesi sorular gelmesi bile fazla görülmektedir. Ama okuyucu dikkat etsin ki, 1910’larda kimse, Türk olmadığı halde kendine Türk deme eğiliminde değildi. Öyle ya, ortada, ne bu boyutuyla bir Türkleştirme vardı, ne bunu bu boyutu ile yapmış bir TC ismi vardı.
Osmanlı devleti bir imparatorluk haline gelirken kurduğu sistem ‘kapıkulu’ sistemidir, devşirme sistemidir. Kişiyi, daha çocukken kendi yaşamından koparma ve devlet için yetiştirme üzerine kurulu bir sistemdir bu. Burada kişinin başkaca bir varlık temeli de kalmaz. Sanırım CIA’nın filmlerde anlatılan kimsesiz çocuk yurtlarından adam yetiştirmesi de bu esasa dayanır. TC, bu mirasa olduğu gibi konmuştur. Mavi gözlü Türkler böyle anlaşılabilir. TC’nin tarihine bakılsın, bir başbakan, bir cumhurbaşkanı, bir üst düzey general yoktur ki Türk veya Türkmen’dir. Tersine bunların çoğunluğu ‘mavi gözlü Türk’tür. Bunlar kendi halklarını inkâr edebilen, Türk’ten çok Türk olma iddiasındaki ‘Türk’lerdir.
TC devletini anlamak açısından bu devşirme sisteminin önemini kavramalıyız. TKP’nin kadrolarını devşirerek kendilerine tarih yazmışlardır. Solu, bir muhalif grup olarak, düzeni ayakta tutacak bir unsur olarak kullanmışlardır. Dinci çevreler ile solu bu temelde karşı karşıya getirmeye çalışmışlardır. Her iki tarafı da yönetmeyi başarmışlardır. Bugünkü laik-anti-laik çatışması da tam buraya oturmaktadır.
Türkçülük de kendi içinde evrimler geçirmiştir. Amaç, elde kalan sınırları içinde, bir ölçüde bir Avrupalı büyük güce dayanarak, imparatorluğu kurtarmak idi. Bir devrim, bir kurtuluş savaşı hedefi hiç yoktur. Tersine başından tümüyle Osmanlı adına yola çıkılmıştır. İşte onun için M. Kemal, ortada hiçbir düşünce ve plan olmadığını gösterircesine, bir gece yatmadan önce, ‘yarın cumhuriyeti kuracağız’ der. Aralarındaki kavga, özellikle Balkan Harbi yenilgisinden sonra başlar. Alman yanlısı Enver, Birinci Dünya Savaşı’nın gelişimine de bağlı olarak, İngiliz yanlılarını devre dışı bırakır. Ama bu arada devre dışı bırakan da, devre dışı kalan da Batıcıdır, imparatorluğu kurtarmak yanlısıdır. Tüm bu sürede, ta 1919’a kadar Cumhuriyetin kurucu kadrosu olacak kesim ortada yoktur. Sonuna kadar Osmanlı politikasının hizmetindedirler. Daha sonra sözde padişaha başkaldırdıkları söylenecektir ve bu tarihi, yazık ki, bir dönem TKP saflarında olmuş modern ‘sınıf kapıkulları’ yazacaktır. İşte onun için biz Anadolu solcularının işi çok zordur. Devlet solu kendine bağlamıştır ve bir muhalif unsur olarak, özellikle sözde laikliği korumak için dini çevrelerle çatıştırmıştır. Aynı şeyi dini çevrelere yapmıştır ve radikal İslam, halâ bu cendereden kurtulamamıştır. Sol böylece düzen içi bir düzenleyici olarak işlev görmüştür.
Türkçülük, önceleri arka planda kalmıştır. Zaman zaman İslamcılık ve zaman zaman ise Osmanlıcılık ile iç içe, yan yana kullanılmıştır. Kemalizm, ilk mecliste İslamcılığı öne çıkarmıştır. Üç Tarz-ı Siyaset budur. Hangisi gerekli ise onu öne çıkarırsınız. (Bugün de bir yandan SSCB’nin çözülüşü, diğer yandan Kürt Devrimi’nin çözücü etkisi altında burjuvazi, yeniden “üç tarz-ı siyaset’i tartışıyor.) Ardından, giderek Türklük ön plana çıkmıştır. Hem Kürt isyanlarının bastırılması, hem de İslam temelli muhalefetin susturulması, bunu gerektirmiştir. Ama 1919’da önceleri halklar boğazlanmıştır. TKP, Yeşil ordu ve çetelerde (Çerkeş Ethem hatırlansın) ifadesini bulan halk hareketi, binbir dolapla bastırılmıştır. Kemalizm bunlarla savaşmıştır. Bu konudaki taktikleri ise, Osmanlı ordusundan, Osmanlı yönetiminden öğrenmiştir.
TC devleti, halkların imhası ve inkârı üzerine kurulmuştur. Bu bir gerçekliktir. Biz devrimcilerin, komünistlerin, “yıkıcıların” devleti kötülemek için uydurduğumuz şey değildir. Tarihleri budur; inkâr et, karşı koyanı birbirine kırdır, imha et. Bu konuda Osmanlı’dan aldığı mirası çok daha ileriye taşımıştır. Yukarıda sözünü ettiğimiz gibi, M. Kemal ve Kemalistler, hiçbir zaman halk güçleri dışında kimseye karşı savaşmamışlardır. 1916 yılında başlayan iç savaş, 1919 yılına gelindiğinde, büyük Ekim Devrimi’nin de etkisi ile, Anadolu’da bir antiemperyalist, anti-feodal savaşa dönüşme potansiyeli taşıyordu. Bir yandan komünistlerin önderlikte gecikmeleri; çeteler, Yeşil Ordu ve TKP arasında ilişki zayıflığı, öndersizlik; diğer taraftan ise, Osmanlı yönetimi ve burjuvazinin süreci iyi görüp tam zamanında müdahale etmesi ile bu potansiyel kırılmıştır. Söylendiği gibi bir anti-emperyalist kurtuluş savaşı olmamıştır. Kemal ve adamları, halkları kırmak, TKP’yi yok etmek, Çerkes Ethem’i ezmek için savaşmışlardır. Bunun dışında sadece Yunan orduları ile ve sonu önceden belli bir savaş yürütülmüştür. Öyle ise onların ‘kurtuluş’ dedikleri şey, gerçekte halkın iktidarından, sosyalizmden kurtuluştur. Bu, işçi ve emekçiler için, halklar için hapishane, ölüm, kan demektir. 73 yıllık tarih bunlarla doludur.
1917’de proletaryanın Sovyetlerdeki zaferi, tüm kapitalist-emperyalist sistemi sarsmıştır. Pazar paylaşım savaşımı, pazarlarının bir bölümünde yeni bir dünyanın doğuşunu müjdelemiş, tüm halklara ümit olmuştur. Kapitalist dünyanın o dönemdeki lideri İngiltere, kendi topraklarında işçi sınıfını satın almak için bir dizi ‘haklar vermiştir’. Bu, korkunun ve tehlikenin büyüklüğünü göstermektedir. Bu tarihten itibaren, emperyalist politikalarda değişiklikler başlamıştır. Feodalizmden devraldıkları sömürgeleri, emperyalist burjuvalar ellerinde tutmak için modern lejyonerler sistemi kurmuşlardır. TC devletinin yöneticileri bu modern lejyonerlerdendir ve Batıcılık, bu lejyonerliği halka kabul ettirmenin temel biçimidir. Kaldı ki, Sivas Kongresi tamamen ABD mandacılığını kabul etmiştir. Ekim Devrimi gerçekleşmiş, Anadolu’da üç yıldır Çerkes Ethem, Yeşil Ordu ve komünistler etrafında şekillenen, dağınık ve önderliği netleşmemiş bir halk hareketi mücadele içinde şekillenmektedir. İşte M. Kemal bu noktada harekete geçiriliyor.
“Halbuki, Mirvala M. Kemal Paşa’yı Anadolu’ya gönderen Damat Ferit Paşa Hükümeti’ydi. Kuvvet veren de Sultan Vahdettin Han Hazretleriydi. Verilen vazife görünüşte Ordu Müfettişliği, hakikatte ise ordu dışında bir ihtiyatı kuvvet hazırlamaktı. Babıali kendisine geniş bir selahiyet vermişti. Padişah, paşanın eline ayrıca bir Hatt-ı Hümayun vermişti. (Mevlanazade Rıfat, age, s. 234)
Yazar ayrıca, bu sözü edilen 14 Mayıs 1919 tarihli Hatt-ı Hümayun’u yayınlamıştır. (age, s. 238) Halide Edip ile telgraflaşmaları ise tamamen ABD mandasını kabul ettiklerinin kanıtları ile doludur. Sivas Kongresi’nde ABD resmi temsilci de bulundurmuştur. Ancak, Halide Edip’ten farklı olarak ABD, açık bir manda ifadesinin yandaşı değildir. Artık Kafkaslar’a da ulaşan Ekim Devrimi’ni durdurmak için kurulacak bir TC devletinin görünüşte bağımsız olması gereği açıktır. ABD bunu kavramıştır, İngiltere bunu kavramıştır.
Sözde bağımsız, gerçekte birer lejyoner devlet olan sömürge (yarı-sömürge terimi bir geçiş anını, bir pratik durumu anlatır. Gerçekte çağımızın sömürgeleri görünüşte bağımsızdır. Onun için yarı-sömürge kavramını kullanmak açıklayıcı değildir. Sömürge demek gerekiyor ve emperyalist sömürgecilik budur. Feodal sömürgecilik ‘tam’, emperyalist sömürgecilik ‘yarı’ değildir. Ancak Osmanlı, bir imparatorluktan sömürge olmaya geçerken böylesi bir yarı-sömürge olma anı yaşamıştır. Hepsi budur. Bunun üzerine teori de kurmamak gerekir. Aynı süreci Çin ve İran’da da görürüz. Çin’de tıpkı bizim Kemal hareketine benzer bir Komintag deneyi vardır. Ve Enternasyonal, ABD patentli bu politikayı yutmuştur. Çin’de Komintag’ı, Anadolu’da ise M. Kemal’i yanlış değerlendirerek desteklemiştir. Çin’de Enternasyonal’in taktiğinin yanlışlığı, önceleri Mao’nun kurtardığı sonraları ise onun karşısında savaştığı süreç içinde Çan Kay Şenk deneyi ile öğrenilmiştir. Ama bizde M. Kemal’e karşı savaşı sürdüren çıkmamıştır ve böylece bugünlere kadar Kemalizm etkisini sol içinde sürdürebilmiştir) devletler oluşmaya başlamıştır. Halkların gerçek kurtuluş yolunu kapatmak için bu sözde bağımsızlığa izin verilmiştir ve emperyalist-kapitalist çağın sömürgelerine de bu durum uygundur. Feodalizmde sömürgecilik fiili askeri işgali gerektiriyordu. Oysa kapitalizm ile birlikte buna gerek de kalmamıştır. Sermaye ihracı, sözde bağımsızmış gibi görünen devletlerin varlığı koşullarında sömürgeleştirmeyi olanaklı kılmıştır. (Yeri gelmişken, kapitalizmin eski ve yeni sömürgeciliği yoktur. Eski sömürgecilik feodalizmden devralınandır ve yenisi de emperyalist sömürgeciliktir. Öyle ki, kapitalizmin bir dünya sistemi haline gelişinden sonra -yaklaşık 1900’lerin başı- sosyalizm dışında ulusal kurtuluş hiç gerçekleşmemiştir. Ulusal kurtuluşu gerçekleştirenler, ulus olma iradesini göstermenin yanı sıra sosyalizmi kurma iradesini gösterenlerdir; yani toplumsal kurtuluşu gerçekleştirenlerdir.) TC bunun ilk örneklerindendir. Yine ortada bir ulusal kurtuluş da yoktur. Hangi ulus kurtulmuştur? Tersine ortada bir sömürge (hafifletici olacaksa bir modern yarı-sömürge) vardır ve feodal sınıf, yerini burjuvaziye bırakmıştır. Bu emperyalizme bağımlı ülkede kurtulan tek bir halk yoktur ve tüm halklar için bir hapishane yaratılmıştır. Bu açıktır ki bir burjuva çözümdür, ama bir ulusal kurtuluş değildir. Ekim Devrimi’nden bu yana, sosyalizmi kurmak dışında hiçbir ulusal kurtuluş gerçekleşmemiştir. Bir devlet olmak ayrıdır, ulusal kurtuluş ayrı. Bizde gerçekleşen, 1920’de, Osmanlı’ya göre daha dar bir toprak üzerinde burjuva egemenliğin kuruluşu ya da bir burjuva devlettir.
Halkların imhası ile ‘ulus’ olunmuyormuş. Öyle ya, Kürtleri, Rumları, Ermenileri, Lazları, Çerkesleri kıymak veya susturarak Türkleştirmek, bugün görülüyor ki o kadar da olanaklı olmuyormuş. Bugün pek çok burjuva ideologu, ‘Türkiye’nin kültürel çeşitliliği’ veya ‘Türkiyeli’ kavramına sarılıyor. Demek ki o eski elbise artık parçalanıyor ve egemen sınıf egemenliğini tarif edebilmek, halka kabul ettirebilmek için yeni yollar, çözümler arıyor.
1908’den başlayarak gelişen Türkçülük, aynı zamanda halkların imhasını beraberinde getirmiştir. TC’nin kendi kuruluşunun savaşı dediği ‘kurtuluş savaşı’, tamamen halklara, komünistlere karşı yürütülmüş bir savaştır. İşte TC devleti de bunun üzerine oturuyor, böyle oluşuyor. Kuruluşunu takiben, kıyımlar devam ediyor. Kürtlerin, Lazların, Rumların kırılması bunun sadece birkaç örneği. Bu öylesine bir kırımdır ki, kendileri aslen Türk olmayanların Türklük adına yürüttükleri, burjuva egemenliği sağlama kıyımıdır. Kıyımın şiddeti bugün bile ortadadır. Herkesin soyadı, 1930’lardan beri, Öztürk, Asıltürk, Türkkan, Türksoy vb.dir. Bu soyadlar genellikle, kıyımdan kurtulmak için, soylarını kıyımdan kurtarmak için bulunmuş çarelerdir. Kıyım sadece Müslüman olmayan halklara yönelmemiştir. Müslüman olmayan halkları kırarken, komünistleri kıyarken destek verenler de kıyımdan geçiriliyor. Yalnızca şapka giymedi diye öldürülenlerin sayıları tüyler ürperticidir.
1925 sonrasında gerçekleşen Kürt kıyımları halâ hatıralarda canlıdır. Bugün de aynı kıyım politikası sürdürülmektedir. Baskı ve şiddet altında halklar kendi kimliklerini ya tümüyle silmiş ya da evlerinde, gözlerden ırak dört duvar arasında saklamışlardır. Böylece ortaya, hakkını aramayan, geçmişinden korkan, her hareketinde açık vermemeye çalışan, kontrollü, her özelliği ile dalga geçilen, aşağılanan bir insan tipi çıkmıştır. Deyim yerinde ise, halklar mozayiği Anadolu, betonlaşmıştır. Betonun altında nefes almaya alışılmış, bir hapishane kafalarda taşınmış, kişiliğin parçası haline getirilmiştir. Hakkını arama, karşı koyma geleneği yok edilmiştir. Bundan en büyük zararı işçi sınıfının, devrimin, sosyalizmin çektiğini vurgulamaya sanırız gerek yok.
TC devleti en başından beri, işçi sınıfına saldırı üzerinde var olmuştur. Daha en başından beri varlığını, işçi sınıfı ve komünistlerin ezilmesi ile sağlamış bir devlettir karşımızdaki. Kendinden önceki egemen sınıf ile kavgaya tutuşmuş değil, bu kavga için işçi ve köylülerle ittifak yapmış değil, tam tersine işçi, emekçileri düşmanı olarak görmüş ve öylesi bir savaşla kurulmuş bir devlettir karşımızdaki. ‘Sınıfsız, imtiyazsız’ olmak, 1920’lerde karşı çıkanın öldürüldüğü bir ‘homojenliği’ anlatırdı. Şimdi de aynı şeyi anlatıyor. Dün de bugün de işçi ve emekçilerden ‘ülkemiz’ adına fedakârlıklar istenerek, kapitalistler kârlarına kâr katıyor ve sistem krizleri hafifletiyor. Ama bunun nedeni, bugüne kadar sınıf adına hareket edenlerin de bu çerçeveyi kabul etmiş olmalarıdır. Bunu sağlayan ise, kan ve şiddettir. Kemalizm’i tanımak bu anlamda çok ama çok önemlidir.
Kemalizm, bu topraklarda burjuva egemenliği sağlayan burjuva ideolojisidir. Kemalizm’in iyi kötü kanadı ayrımları bu nedenle anlamlı değildir. Faşizm tanımı ile, nasıl ki kapitalizmin tüm günahları faşizme yıkılarak sistem (burjuva devlet) aklanmış ise, aynı şekilde Kemalizm’in kötü (faşist) kanadı ile Kemalizm bir bütün olarak aklanmaktadır. Halâ ülkemizde sol hareket Kemalistlerle ittifaktan söz edebilmektedir. Hem de tarihini M. Suphi’lere dayandırarak. Suphi’leri, Çayan’ları ve daha nicelerini katleden devlet aynı devlettir. Birini faşist devlet, diğerini başka bir devlet katletmedi. Bu aynı devlettir, burjuva devlettir. Bugün bu devletin adı tekelci polis devletidir. Bu devlet onlar için demokrasidir. Burjuva demokrasisi budur. Ama bu devlet biz işçi ve emekçiler için yani halkın %80’i için katıksız bir diktatörlüktür.
Bu anlamda, 1920’lerde, 1946’larda, 1960’larda gibi, belli bir tarih kesitini ele alıp bu dönemde burjuva devlete bir isim aramak, devletin evrimini, TC’nin evrimini anlamanın önünde engeldir. 1920’lerdeki devlet için pek çokları “Bonapartist” devlet nitelemesini yapmaktadırlar. Bu bakış, her şey bir yana, devlet meselesine teorik olarak yaklaşımda da bir geriliktir. Bir devletin belli özelliklerini ele alıp, onu bir başka devlete benzetme eğilimi, devletin bir sınıf egemenliği aygıtı olarak özünü görmeyi engelliyor. Biçim öylesine öne çıkıyor ve devletin oluşumu ve evrimi sınıf savaşımından öylesine koparılıyor ki, her ana özgü bir devlet biçimi keşfediliyor. Bu öyle kafa karıştırıcıdır ki, her gün gelip giden devlet biçimlerini izlemek teorik faaliyetin ana alanı oluyor. Gerçekten devlet meselesine verilen önemden dolayı değil, sadece teorik körlüğün en büyük körlük olmasından dolayı, hep aynı noktalara takılınıp kalınıyor.
TC devletini anlamak için onun evrimini, tarihini incelemek bunun için çok büyük öneme sahip. Bu tarihe bir bakılınca görülecektir ki, varlığı Ekim Devrimi’nin emperyalist odaklar üzerine saldığı korkuya dayanan bu devletin kendisi de tümüyle komünizm korkusuna göre örgütlenmiştir. En başından beri emperyalist-kapitalist dünyanın, daha açık deyimi ile dünya burjuvazisinin çıkarlarına göre örgütlenmiştir. Bu her devlet için geçerlidir. Onun için, giderek her devlet bir iç savaş örgütü olma yönünü daha çok açığa vurmaktadır. Ama TC devletinin farkı, hemen Ekim Devrimi ülkesi ile sınır oluşturmasıdır. Eğer Ekim Devrimi olmasa idi, Fransızların, İtalyanların vb. silahlarını bırakarak işgal bölgelerinden çekilmesi olanaklı olur muydu? Bunu Kemalist devlet en başından biliyor ve buna uygun yol alıyor. Her zaman, komünizm tehdidine göre adımlarını atıyor. Hem sömürge, hem Ekim Devrimi’nin yanı başında olmak, hem içerde halkların imhasına dayalı onlarla barışık olamama bu devleti şekillendirmiştir.
Hiçbir nesnel, hele hele hiçbir öznel temeli olmamasına rağmen Celal Bayar’ın her kış komünizm beklemesinin, komünizm korkusunun devlet örgütlenmesindeki rolünü anlatır bir örnek olduğu kanısındayız. En başından beri işçi eylemlerini yasaklayan, kan ve hapis ile işçilere saldıran, “eğer komünist parti lazımsa onu da biz kurarız” diyen, “eğer sendika lazım ise onu da biz kurarız” diyen bir devlettir söz konusu olan. Bugünlerde 1 Mayıslar’ı kana bulayan da bu devlettir. Bizim bazı sol çevrelerimiz, halâ 1 Mayıs’ta radikal gruplar polisi kışkırttı diyebiliyor. Bir tarihe bakın göreceksiniz ki, bu devletin kışkırmak için hiçbir dış etkene ihtiyacı yoktur ve her katliamı önceden planlamıştır. Bu gözle bakılırsa, 1 Mayıs 1996’da tutmayan devlet hesabının, kitlenin kaçmadan yanıt vermesi olduğu görülecektir.
Tarihi bu olan, tarihi boyunca kılıç üzerine varlık kazanmış, halkların ve işçi sınıfının tescilli düşmanı, en başından beri sınıf bilinci ekonomik varlığına göre daha gelişmiş bir burjuvazinin devletidir bu devlet. Bu devletin bugünkü örgütlenmesi, tekelci polis devletidir. Demokrasi tartışmalarının sınırı da burasıdır. Devletten hak, hukuk, yasal çerçeve ve demokrasi beklemek, hem genel olarak burjuva devlete karşı, karşılıksız müşfik duygular içinde olmaktır, hem de TC devletini hiç tanımamaktır. Denizler’in, Mahirler’in, İbrahimler’in, 15’lerin ve daha nicelerinin katillerine karşı çok ama çok kinsiz olmaktır. Halkları kıran, imha eden bu devlettir. Çerkes Ethem’e sahip çıkmaktan korkmak, bu Kemalist tarihin derin izlerini taşımaktır. İşte bu aynı izlerdir ki bizi duygusuz yapmaktadır, tarihimizden koparmaktadır. Onun için bir olumlu iradeyi, bir iktidar olma ve sosyal kurtuluş iradesini gösteremiyoruz. Yani devleti eksik tanıyoruz ve düşmanı eksik tanıyanların yaşadığını her tarih kesitinde yeniden yaşıyoruz. Devletten kopmadan, tarihimize de sahip çıkamıyoruz.
Çözülüş İçinde “Yeniden Yapılanma”;
TC Devleti Üzerine
TC devletinin tarihi biliniyor. Devletçi olmak, burjuva egemenliği sürdürmek temel olmak üzere, her şeyi yapıyorlar. M. Kemal, gerekli olduğunu gördüğü an, bir ‘komünist’ partisi de kuruyor, muhalefet de örgütlüyor. Bunu yaptırdığı adamları, günü geldiğinde harcıyor, asıyor ve tüm bunları yapanlar da yaptıranlar da sonuçta harcananlar da hep devlet için çalışıyor.
Bunu kolaylaştıran bir neden var. Burjuva egemenlik, aslında burjuvazinin kendi sınıfsal çıkarlarını, ulusal çıkarlar olarak ortaya koyması, örgütlemesine dayanıyor. Yani ulusal çıkar, her zaman ve her zaman burjuva sınıfın çıkarlarının dolaysız ifadesidir. Burjuvazi, sınıfsal çıkarlarını ulusal çıkar adına tüm toplumun çıkarları olarak sunduktan sonradır ki, bu çerçevede bir ideolojik yapıştırıcı elde ediyor. Tüm toplum, en ücra köşesine kadar bu ulusal çıkarlara göre şekilleniyor. Vatan ve vatan hainleri de böyle belirleniyor. Bu ulusal çıkara, burjuvazinin çıkarlarına karşı çıkan herkes vatan haini oluyor. Böylece her şeyin üzerinde bir ulusal çıkar, her şeyin üzerinde bir ulusal birlik oluşuyor. Ama bu ulusal birlik ancak burjuva devlete, sömürü ve aşağılanmaya karşı çıkmama temelinde gerçekleşiyor. Daha açık söylemek gerekirse, sömürülenlerin, ezilenlerin, kendi çıkarlarını görmemeleri, kendi sınıfsal gerçekliklerinin bilincine varmamaları gerekiyor. Böylece işçi sınıfı, burjuvaziye karşı, ulusal çıkara karşı olmamak adına savaşamaz hale geliyor. Burjuva devlet, burjuva çıkarlara ters düşen her şeye, “bu ulusal çıkarlarımıza ters” diyerek saldırıyor, tüm toplumun saldırmasına zemin hazırlıyor.
Bir güncel örnek iyi olacak. M. Ağar, cep telefonlarının dinlenmesi için giriştikleri operasyonu, “insan haklarına ve özel hayatın gizliliğine” karşı suç olarak görenlere, devletin üstün çıkarları adına sesleniyor: “Bunu yaptık” diyor, “bunun detaylarını konuşmak vatana ihanettir” diyor. Örnek bununla bitmiyor. Kredi kartları ile bir banka dolandırıcılığı yapan kişi, devletin çıkarları için daha fazla şey söylemem, diyor. Söylemez çetesi de devlet için yaptıklarını anlatıyor. Tüm bunlar, gerçekten vatana hizmettir. Onların vatanına. Onların vatanı budur. İşte vatan dedikleri, işte ulusal çıkar dedikleri, işte ulusal birlik dedikleri budur.
Hep söylenir; bir avuç azınlık olan burjuvazi nasıl çoğunluğu yönetir. Kabul etmek gerekir, bunun sırrı önemli ölçüde ideolojidedir, yüzyıllardır süren alışkanlıklar ve önyargılardadır. Kabul etmek gerekir ki, soru terstir. Soru, doğru biçimi ile şöyle sorulabilir; “üreten, yaratan, toplumun yüzde seksenini oluşturan çoğunluk, neden kendi çıkarları adına davranmıyor, neden kendi kaderini eline almıyor, ne yapmalı ki bu çoğunluk yöneten durumuna gelsin?”
Proletarya iki ayrı vatan olduğunu bilince çıkarmalıdır. Bu vatan onların vatanıdır. Onların vatanı, çek defterleri ve kasaların içindeki paralarla belirlenir. Bu açıdan burjuva egemenliğe karşı koyan herkes vatan hainidir. Hukuk da burada biter. Hukuk, egemen sınıfın kendi çıkarlarını ifade edeceği bir yasalar ve kabuller sistemidir. Öyle ise proletaryanın, devrimcilerin ayrı bir vatanları ve ayrı bir hukukları vardır. Mesela bizim hukukumuzda bu düzene karşı her yol ve araçla savaşmak meşrudur. Zulme, zalime karşı savaş başka türlü yürütülemez.
Burjuvazi egemenliğini sürdürmek için ‘ulusal çıkar’ ardına gizlenir. Ülkemizin egemen sınıfı, burjuvazi ise, bu açıdan daha iyi tanınmalıdır. Osmanlı’nın yerine oluşturulan burjuva egemenlik, aynı zamanda bir modern sömürgenin, modern lejyonerlik sisteminin oluşturulması anlamına gelmekteydi. Onun için, Misak-ı Millî içinde egemenlikleri, tam bir lejyoner cumhuriyetinin kuruluşunu ifade ediyor. Mandacıdırlar ve bunu gizlemek için anti-emperyalist oldukları yalanına dayanırlar. İşbirlikçidirler ve bunu gizlemek için “bağımsız”lıktan söz ederler. Dini her zaman kullanmışlardır ve bunu örtmek için ‘laiklik’ten söz ederler. Ülkeyi satmışlardır ve onun için ‘ulusal kurtuluş’tan söz ederler. Halkları imha etmişlerdir, onun için ‘dış güçlerin oyunları’ ve ‘komünizm zehiri’nden söz ederler. Katliamlarını gizlemek için, ırk ayrımı yoktur, diye bağırırlar. İşçi ve emekçileri her fırsatta yok etmişlerdir, her fırsatta komünistleri, hakkını arayanları imha etmişlerdir, onun için ‘sınıfsız, imtiyazsız bir toplum’uz derler. Yani, bu topraklarda burjuva egemenlik, o özlü sözlerinde olduğu gibi, ‘sınıfsız, imtiyazsız’ planyadan geçirilmek demektir.
Ulusal çıkarlarının ifadesi olarak öne çıkarılan Türkçülük, gerçekte Türk halkına ya da Türkmenler’e dayanmaz. Tersine, ta Osmanlı döneminden beri imha ettikleri Alevi Türkmenleridir. Kendi kültürü yok edilmiş, silinmiş bir halkın kimliğini, en tehlikesiz kimlik olarak gördüklerinden Türklüğü ulusal birleştirici olarak seçmişlerdir. Bu yolla herkesi zorla Türkleştirmişler, Laz’ın, Arap’ın, Pontos’un, Abhaz’ın, Adige’nin, Kafkas halkların, Pomak’ın vb. kültürünü, Türk kültürü olarak yutturmuşlar. Hem Türk kültürünü yok etmişler, hem de bu kültür adına tüm halkların kültürlerini yok etmişlerdir.
Türkçülük, öylesine belirsiz, öylesine şekilsiz bir çerçevedir ki nereye çeksen oraya götürülmüştür. Gerektiğinde İslam’a düşman olabilmiştir. Gerek görmüşlerdir, Türklük bu kez en çok İslamcı olmuştur. Böylesine şekilsiz bir tarif, istenildiği yere çekilebilmiştir. Gerektiğinde Türklük, komünizm ile ilişkilendirilmiş, tarihten gelen sol gelenek olmuştur, gerektiğinde Bozkurt ile faşistlikle bağlanmıştır.
İşte dünya çapında burjuva egemenliğin tüm deneylerini içselleştirmede bir başarı. Burjuva ideolojisi, bitmiş, köhnemiş bir toplumu ayakta tutmak üzere var. Böyle olunca, felsefî anlamda pragmatizm onun içeriğidir. Yani her gelişme karşısında istenilen yöne çekilebilecek bir şekilsizlik içinde burjuva çıkarları ulusal çıkar olarak ifade edebilme ‘esnekliği’. İşte Kemalizm bunu başarmıştır. Bel kemiği öylesine esnektir ki, bugün dinci, bir gün din düşmanı olabilmektedir. Böylesi bir ideolojiyi halklara kabul ettirebilmek için ise mutlaka ve mutlaka halkın kimliksizleştirilmesi gerekiyor. Baskı, imha, her tür saldırı ile halklar sindirildikçe kimliksizleşmiştir. TC devleti, tarihi boyunca en çok değer verdiği kişiliği, ihanetçi kişilikte bulmuştur. Kapıkulu sistemi de budur. Pek çok general, devlet görevlisi ve etkili kişi, ailesi olmayan, dolayısıyla ailesi dahil ihanet edemeyeceği hiçbir değeri olmayan kişilerden yetiştirilmiştir. İşte onun içindir ki ideolojileri bu kadar çürük, bu kadar etkili olabilmiştir. Yine işte onun içindir ki burjuva egemenliğe karşı savaşım, tüm halkların da dirilişinin, Anadolu’da insanın dirilişinin ifadesidir. Halkların kendi kimliklerine sahip çıkması, burjuva egemenliğin yıkılarak sosyalizmin kurulmasını zorunlu kılmaktadır.
Bugün, işte bu egemenlik aygıtı çözülmektedir. Türk dışında başka halkların da var olduğu artık sır değildir. Kürt devriminin deneyimi göstermiştir ki, katliam ve zor ile halkları yok saymaya alışmış bu sistem, kendi anladığı dil ile zorla yıkılacak, parçalanacaktır. Artık, Kürt vardır, artık Karadeniz dağlarında köyleri boşaltmaya başlamalarından da anlaşılacağı gibi, Laz ve Pontos vardır. Artık, ihanetçi dedikleri Çerkes Ethem’in halkı vardır. (Çerkes Ethem, burjuva gerçekliği çok geç anlamaya başlamıştır. Onun için ihanetçilikle suçlanmaktadır. Başlangıcında Teşkilât-ı Mahsusa’da birliktedirler.) Bunları artık herkes kabul etmek durumunda. Burjuvazi de, devlet de kabul ediyor.
Şimdi, bu devletin tarihine şekil vermiş taktik gündeme gelecektir. Tehlike sınırını geçmediği ölçüde, önce bu halkların varlığını kabul etmek, sonra da bunları tekrar imha etmek. Bunu ilk uygulayacakları halk ise Kürt halkı olarak görülüyor.
Devlet çözülüyor. Halkların imhası ve inkârı üzerine kurulu, işçi ve emekçilerin imhası üzerine kurulu, her şekle girerek, her türlü inanç ve değeri dejenere ederek burjuvazinin çıkarlarına hizmet eder hale getirme üzerine kurulu bu sistem, çatırdıyor. Yalnız artık çatırdadığını bizim kadar burjuvazi de görüyor. Onun için, çözülüşün içinden daha güçlü çıkmak için daha kapsamlı planlar yaptıkları anlaşılıyor. En azından bu devletin tarihine bakarak, bunu beklemek gerekiyor. TC devleti kurulurken, nasıl M. Suphi ve Çerkes Ethem adına şekillenen halk hareketini boğabilmiştir? Bunu yeniden hatırlamak gerekiyor. M. Suphi, M. Kemal’e bu kadar güvenecek ölçüde sınıf çıkarlarının anlamını unutmuştur. Çerkes Ethem’in önemi de buradadır. Çerkes Ethem, M. Kemal çizgisindeki bu modern lejyonerlerin kendi amaç ve ideallerinin düşmanı olduğunu görebilmiştir. Onlara teslim olmaması, onun hakkında yürütülen karalama kampanyasının da temelidir. Çerkes Ethem’i, M. Suphi’den daha devrimci kılan nokta da buradadır. Eğer kişinin eylemine bakacaksak, eğer eylem bakış açısının ifadesi ise, bu açıdan M. Kemal’e güvenip güvenmemek bir ölçü olmalıdır. Yeterli olmasa da ciddi bir ölçüdür. Demek ki, burjuvazinin oynadığı oyunlar, sadece saldırı, sadece hapis vb. değildir.
Burjuva egemenlik, bu topraklara, kendi egemenliği dışında hiçbir değerle bağlı hissetmemektedir. Kadrolarını da bu nedenle tüm değerlerinden arındırarak, ailesinden koparılmış kesimlerden seçmesi boşuna değildir. Modern kapıkulu sistemi de tam budur. Bu noktada, vezirlerini Hıristiyan köle çocuklarının değerlerinden koparılması yolu ile yetiştiren Osmanlı’dan geri kalır değildir. Devlete hizmeti her şeyin üzerinde tutan, bunun ilk sınavı olarak kendi kişisel geçmişine ihanetle işe başlayarak yetiştirilen bir kadrodur söz konusu olan. Onun için bu düşmanı hafife almak yanılgıdır.
Yıllardır bu devlet çözülmektedir. Tam da Birinci Dünya Savaşı öncesi bir dönemi hatırlatacak tarzda. Yine emperyalist merkezler arasında pazar paylaşım savaşımı gündemde. Yine bu savaşımın merkezi bu topraklar, bu kez Osmanlı gibi paylaşılmayı bekleyen bir yarı-sömürge imparatorluk yerine, her biri bir emperyalist gücün sömürgesi olan devletlerin sahip değiştirmesi, yeniden paylaşımı söz konusu. Yine egemen güçler içinde iktidar kavgası, bu paylaşım savaşına bağlı olarak şekilleniyor. Yine emekçi halklar bir kere daha yok edilmek, kişiliksiz kılınmak isteniyor. Ama yine önemli bir farkla ki, bu kez Kürt halkının bir diriliş mücadelesi var. Farklılıklarla birlikte, tam Birinci Dünya Savaşı öncesini hatırlatır bir tablo var.
Bu noktada Marx’ın Hegel’den aktardığı satırları hatırlayalım. “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i”nde şöyle yazıyor: “Hegel bir yerde şöyle bir gözlemde bulunur: bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: birinci kez trajedi olarak, ikinci kez komedi olarak.” Şimdi bu satırları, böylesine bir benzerlik içinde olduğunu söylediğimiz bölgemize uygulamak, en azından bu çerçevede düşünmek gerekiyor. 1- Eğer böylesi bir ortamda mücadele bir halkın kurtuluşunu amaçlıyorsa, o dönem bir trajediye dönüşen Ermeni ve Pontos mücadelesini hatırlamak gerekli. Ermeni ve Pontoslar, emperyalist güçlere güvenmenin, bu güçlerden birine oynamanın sonuçlarını ağır bedellerle ödediler. Ermenilerin ödediği bedel biliniyor. Pontosların aynı yıllarda dağlarda 14.000 asker kaçağı savaşçı bulundurdukları biliniyor. 14.000 gerilla niye yenilir? Ne için savaştığını bilmediğinden, ideolojinin eksikliğinden, kurtuluşu kendi gücünde görememekten, kendi bilincine varamamaktan, sınıfsal çıkarların önemini kavramamaktan, bir emperyalist güce güvenmekten. Böyle olunca, tarihlerine de sahip çıkamadılar. Şimdi Kürdistan devrimi, çevresini kuşatan bu kurtlar sofrasına yem olmaktan, ancak onu bugüne taşıyan devrimci çizgiye sonuna kadar bağlı kalarak kurtulabilir. Sadece kendini kurtarmakla kalmaz, tüm bölgeyi tutuşturacak bir ateşi körükleyebilir. 2- M. Suphi’nin, M. Kemal’e güvenerek onun kuvvetlerinin yanına gelmesi bir trajedi ise, yeniden, Anadolu solunun Kemalizm ile bağlarını kesip atamaması, mutlaka bir komedi ile sonuçlanabilir. Çerkes’in başından içinde olduğu Teşkilât-ı Mahsusa’yı geç kavraması, geç anlaması kendi trajedisini hazırladı. Ama bugün, devletin hizmetine girmeye gönüllü olan Çerkeslerin sonunun bir komedi olacağı kesin. 3- Burjuva cepheden bakalım, M. Kemal, Enver Paşa’nın komiğidir. Onlar çoktan komiklerini bulmuşlardır. Herkesin bir komiği de şart değil ama, acaba M. Kemal’e göre komedi kim olacaktır? Mesela, iki yıl teşhisi mümkün olmayan siroz yerine, teşhisi mümkün ama tedavisi olmayan Pentagon virüsü AIDS’ten mi ecele teslim olacaktır bu kişi? Yoksa, sahte ulusal bağımsızlık yerine komedi olarak ‘komik bir devlet’ mi kalacaktır ellerinde? Acaba bir trajedi idiyse İttihat Terakki, komedisi ne olacaktır?
Devrim cephesinin komiği, halkların kurtuluşunun sosyalizme bağlanmamasını savunan anlayış ve bunun temsilcileri, kendini burjuvaziden koparamamış ve ona güvenerek devrimcilik yapmayı sürdüren anlayış ve onun temsilcileri olacaktır.
Bu noktaya girerek, TC’nin çözülüşüne güvenip, yan gelip yatmanın ya da devrimin isteklerine yanıt vermemenin muhtemel sonuçlarını göstermiş olduk kanısındayım. Şimdi de çözülüş içinde TC’nin yeniden yapılanma, yani rehabilitasyon çabalarını görmek gerekiyor.
Bu açıdan olup-biteni anlamak için, bir perdenin önüne, bir de perdenin arkasına bakmak gerekiyor. Burjuvazi de çözülüşü görüyor ve artık, köşe yazarlarının diline düşecek ölçüde de kabul ediyor. Öyle ise çözülüş artık sadece bir verili durumdur. Çözülüşü sağlayan şey, en başından, yukarıda anlatılan tüm TC tarihini sarsarak gelişen Kürdistan devrimi, onu çok geç de olsa izlemeye başlayan Anadolu devrimi ve emperyalistler arasında, SSCB’nin olmadığı koşullarda kızışan pazar paylaşım savaşıdır.
Bu etkenleri de düşmanın gördüğünü bilmek gerekiyor. Öyle ise TC’nin bu koşullardaki temel hedefi, iki devrimi bastırmak ve bölgede süren paylaşımdan güçlenerek, bir bölgesel güç olarak çıkmak olarak belirginleşmektedir. Bu hem nesnelliğin sonucu böyledir, hem de TC ve ABD’nin böylesi planları olduğu her gelişme tarafından açığa vurulmaktadır.
TC, kısa vadede ve acil olarak iki devrimi bastırmak hedefine kilitlenmiştir. Ama bunu sadece şiddet ile yapmaya kalkacağı ise safça bir anlayış olacaktır. Evet, elinde şiddet dışında kalan tüm yönetme araçları işlevsizleşmektedir. Ama tarihe bakınca, bir şeyden vazgeçmeyecekleri de açıktır.
Kürt devrimi açısından bakalım, TC acaba ne zaman, “Eğer bir Kürt devleti lazım ise onu da biz kuralım” diyecektir? Bunu komünist partisi kurma noktasında yapmışlardı. Çerkes Ethem’in çıkardığı sosyalist Yeni Dünya dergisini onun elinden almak için, Yeşil Orducu ve Kemal’e göre çok daha temiz olan İ. Hakkı’yı kullanmışlar ve sonuçta Yeni Dünya ölmüştür. Hem de Çerkes Ethem’in “Bolşevizm için çok ama çok propaganda lazım” dediği bir dönemde. Tarihteki sahte ya da resmi TKP gibi, bir Kürt hareketi devşirme politikalarının tümden başarısız olduğunu söylemek olanaklı değildir. Bir yandan komünistlerle iyi ilişki, bir yandan da sahtekarlık. Sonuç; devşirme kadro oluşturma. Bu politikanın şiddetle beslenmesi. Bunun başarılması için ise, dumanlı bir hava yaratılması. Öyle ya, kurt dumanlı havayı sever. Bozkurt’un da başka bir havayı seveceğini sanmamak gerekir.
Öyle ise anlaşma istekleri, oyalama ve dost gibi aracılar, bu işin hep kullanılan yöntemleri olmalı. Olmalı ne kelime, işte tarih, işte Çerkes Ethem’in tasfiyesine gidiş şekilleri. Üstelik Ethem, bir noktadan sonra bunlarla yollarını ayırmış ve bunlara hiç güvenmiyor. Verdikleri her güvencenin, Osmanlı’nın pusu geleneğinin ifadesi olduğunu biliyor. Ethem, en iyi pusu atış şekillerinin, “gel düello edelim”e kadar varan mert savaşçı taktiklerinden geldiğini biliyor. Bunların pusuları, Orta Asya bozkırlarında pusu atan insanlardaki, düşmanına düşman diyebilme erdeminin zerresini taşımıyor.
Diğer yandan federasyona kadar bir çözüm bile TC’nin kendini rehabilite ederek, daha güçlü kurmasının olanaklarını da taşıyor. Ama bu federasyonun TC tarafından kabul edileceğinin işareti olmamalıdır. TC için, bugün, düşmanını hareket sahasına çekme, tehlikeyi evcilleştirme söz konusudur. Ama yine de TC’nin eski yapı üzerinde olduğu gibi, yeniden kendi egemenliğini sürdürebileceğini düşünmek yanlış olacaktır. Onun için bir rehabilitasyon gereklidir ve bunun ayakları da bu sürecin içinde vardır. Bir yandan liberal İslam, bir yandan devletçi-az Kemalist bir liberal Kürt hareketi ve en kolay görünen liberal bir sol. TC, işte kurtarıcı olarak bunları görmektedir. Buna bağlı olarak ‘ulusal çıkar’larını yeniden tarif etmektedir.
Bu hareketlerden yararlanmanın risklerini bilmektedir. Ama tarihi boyunca hiçbir değerle bağlı olmayan bir egemenlik için bu riskler, bizim dünyamızdan algılandığı kadar fazla değildir.
İşte devrimci hareketin ciddi sınavı buradadır. Devleti bir egemenlik aygıtı ve burjuvazinin sınıf çıkarlarının cisimleşmiş tarihi olarak kavramak, bu açıdan belirleyici önemdedir. TC için a) bölgesel bir güç olma, b) Kürt sorununu çözme ve içeriyi tümden temizleyerek iki devrimi bastırma, c) yeniden kendini yapılandırma, aynı denklem içine girmiştir. Bu açıdan savaş, içeride bunun gerektirdiği düzenlemelerle birleşmektedir.
Birinci Dünya Savaşı öncesinde Almanya ve İngiltere-Fransa ekseninde kendine yer arama ile içeriyi temizleme birleşmişti. Bunun gereği olarak, savaşa girme ile halkların imhası birleştirilmiş, bunun öncesinde onyıllar süren bir doldur-boşalt siyaseti ile devlete bağlı güçler yaratılmıştır. Topal Osman güzel bir örnektir. Acaba Topal Osman’ı Laz ve Pontosların imhasında M. Kemal’in kılıcı yapan şey ile Söylemezler’i, Ağar-Çatlı eksenini bir arada düşünmek tarihi çok mu zorlamak olur?
Devrimciler ve işçi sınıfı açısından ise, halkların kurtuluşu ve sosyalizm savaşımı iç içe geçmektedir. Anadolu, halkların hapispanesi olmaktan çıkmaya yöneldikçe, tüm bölgede sosyalist kurtuluşun ateşleyicisi olacak tarihi ve güncel dinamikleri biriktiriyor. Ortadoğu devrimleri ile Anadolu devrimleri arasındaki bağ artıyor. Paylaşım savaşının bölge çapında keskinleşmesi, Kürdistan ve Anadolu devrimlerini bölge devrimi perspektifi ile birleştiriyor. Tüm bölge halklarının, tarihleri ile hesaplaşmak üzere dirilişi yakınlaşıyor. Eski dünyanın bu büyük parçasında sosyalizm, yenilenmiş olarak doğmak üzere toprağı tekmeliyor. Şafak, bu pislik yığınını, bu kirlenmiş toprakları temizlemek, bu kan gölünü kurutmak üzere, zorlu doğuşunu müjdeliyor.