Kanımızca bugün, hiç tereddüt etmeden, her duyarlı, devrimci, sosyalist insanın ortaklaşacağı bir konu, işçi sınıfı ve halkın kendi demokratik örgütlerinin eksikliğidir.
Elbette, işçi sınıfı ve halkın örgütlenmesi, sadece demokratik kitle örgütlerinin varlığından ibaret değildir, olamaz. İşçi sınıfının devrimci sosyalist örgütleri, işçi sınıfının devrimci partisi, her koşulda, her şartta iktidar mücadelesi ve işçi sınıfının uzun erimli çıkarları için mücadele eden örgütleri de vardır. Biz, burada, işçi sınıfının siyasal partisi, devrimci öncü örgütü üzerinden tartışmak niyetinde değiliz. Biz daha çok, demokratik kitle örgütleri üzerinden tartışmak istiyoruz ve bu kapsamın dışına çıkmamaya özen göstereceğiz.
Öncelikle, bugün, örgütlenme sorununu gündeme acil bir sorun olarak getiren süreçlere bakmalıyız.
İlki, emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımıdır. Biz, bu paylaşım savaşımında ağırlığı olan beş emperyalist gücü, beşli grubu özellikle saymak istiyoruz: ABD, Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere. Elbette bunun dışında da emperyalist güçler ve onların bu savaştaki rolü söz konusudur. Ama bu beşli grup, dünya çapında yeni bir paylaşım savaşımının fitilini çoktan ateşlemiştir.
SSCB var iken, tüm emperyalist kamp, ABD liderliğinde NATO mekanizması içinde birleşmiş durumda idi. Bu emperyalist örgütlenme, SSCB çözüldükten sonra da varlığını koruyor gibi görünüyor. NATO hâlâ ortadadır. Ama buna rağmen, artık sürece damgasını vuran şey, emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımıdır.
Bu paylaşım savaşımı, dünyanın her yanına yayılmaktadır. ABD, askerî açıdan güçlü iken, bu avantajını kullanarak, sonuç almak, pastadan büyük payını almak istiyor. ABD, diğer güçlerin büyük rahatsızlıklarına yol açmadan, kendi gücünü pekiştirmek, bu yolla liderliği elinde tutmak, “süper güç” planlarını hayata geçirmek istiyor. Bu nedenle, daha çok bağımsız kalmış alanlara saldırıyor ya da diğer rakiplerini çok rahatsız etmeyecek alanlara. Suriye savaşına kadar, diğer emperyalist güçler de ABD’nin bu saldırılarına çok itiraz etmediler. Afganistan, Irak, tam da punduna getirildi. Tam rahatsızlık yükselmeye, diğer emperyalist güçler konumlarını belirlemeye başladılar ki, bu kez birkaçına Libya pastasından pay verilerek, Libya operasyonu devreye sokuldu. Almanya, İngiltere, Fransa ve Japonya, askerî alandaki eksiklerini tamamlamadan, ABD’nin karşısına çıkma eğilimi taşımıyorlardı. Bu eğilim hâlâ da geçerlidir. Bu arada ise, mesela Almanya ve Fransa’nın Doğu Avrupa’da yayılması gibi “nispeten” kabul edilebilir hamleler her güç tarafından devreye sokuluyor. Japonya da, kendi durumunu toparlamanın yollarını geliştiriyor.
Ama Suriye savaşı, bu kez Rusya’nın sahneye girmesine neden oldu. Rusya ve Çin, ABD’nin büyük askerî gücünün sınırlarına işaret etti ve daha bugünden, ABD hegemonyasının düşüşe geçmiş olduğunu ispat etmeyi kolaylaştırdı.
ABD, dünya savaşını kundaklamak için, her yola başvuruyor. Ukrayna saldırısı ve planları ile, hem Rusya’ya karşı hamleler yapmaya başladı, hem de Almanya’nın Rusya ile olası yakınlaşmasının önünü kesti. Yetmedi, Suriye’de kaybettikçe, Keşmir üzerinden Hindistan ve Çin’e karşı hamleler yapmaya kalkıştı. Yetmedi, Çin’in etrafında gerilimli bir alan oluşturma hamlelerine başladı. Ve yetmedi, Venezuela hamlelerine girişti.
İşte bu savaşın bölgemizde de bir yoğunlaşması söz konududur. Hem bu savaşı durdurmak açısından işçi sınıfı ve halkların örgütlenmesi ve direnişi önemlidir. Hem de zaten, Suriye halklarının direnişinin, özellikle olumlu bir katkısı vardır. Örgütlenmenin gündem hâline gelmesinde önemli bir kuvvet, etken budur.
İkincisi, yani örgütlenmeyi bu denli acil yapan, işçi sınıfının örgütlenmesi sorununu gündem yapan ikinci etken, Kürt devriminin, Kürt halkının direnişidir. Zorlu koşullarda, katliam politikalarına karşı sürmekte olan direniş, örgütlü halkın gücünü göstermesi açısından oldukça önemlidir. Elbette, Kürt devriminde bir siyasal örgütlenme de vardır. Oysa biz daha çok demokratik kitle örgütlenmesini ele almak istiyoruz. Ama hayat, hiçbir şeyi, kesin çizgilerle birbirinden ayırmaz. Hele ki demokratik ve siyasal örgütlenmeler söz konusu olduğunda bu ayrım, çok abartılmamalıdır.
Üçüncüsü, Gezi Direnişi ruhudur. Bu ruh, devrimci bir ruhtur. Kendiliğinden bir sosyal patlama olan Gezi Direnişi’nin ışığı, ruhu, hâlâ tüm toplumu etkilemektedir ve canlıdır.
Dördüncüsü, Saray Rejimi’nin baskı, şiddet, yıldırma, karartma, yalan politikalarıdır. Saray Rejimi, kendi hukukunu tanımamaktadır. Saray Rejimi, en sıradan bir demokratik ya da anayasal hakkın dile getirilmesine dahi müsade etmek istememektedir. Soylu içişleri bakanı, “bir kelime bütününü” yasaklamadık diye tuhaf açıklamalar yapmaktadır.
Bu baskı ve şiddet, bu hukuksuz durum, bu karartma politikası, Saray Rejimi’ne karşı duyulan tepkiyi, gelişen öfkeyi de beraberinde getirmektedir.
Saray Rejimi’nin durumu, en sıradan insanî, anayasal, demokratik, ekonomik bir hakkın dile getirilişini, doğrudan siyasal bir eylem hâline sokmaktadır. Ekonomik talepler, hızla siyasallaşmaktadır.
Demek ki, biz ne kadar demokratik kitle örgütlenmesini tartışırsak tartışalım, bizzat burjuva devlet, Saray Rejimi, en sıradan ekonomik talepleri, en sıradan insanî talepleri siyasal bir sürece taşımaktadır. Demek oluyor ki, demokratik kitle örgütlenmesi asla yeterli olmayacaktır. Zaten böyle bir görüşümüz de yok. Tersine, bir toplumda işçi sınıfının siyasal örgütlenmesi ne kadar gelişmiş olursa, o toplumda demokratik kitle örgütlenmelerinin de o kadar gelişeceğini iddia ediyoruz.
12 Eylül darbesini takiben, sadece devrimci hareketler tırpanlanmadı. Sadece devrimciler işkencehanelere alınıp öldürülmedi. Devrimci hareket, 12 Eylül darbesine karşı açık ve net bir direniş örgütlemeyi başaramadı.
Bu durum, işçi sınıfının ve toplumun geliştirmiş olduğu tüm demokratik kitle örgütlenmelerine dönük devlet saldırısının daha da şiddetli olmasına olanak verdi.
Devlet, en başta sendikaları kapattı, sonra, sendikal alana bir biçim vermeye, bir format atmaya çalıştı. Sendikaların yönetimlerini, devlet patron ve mafya ağı ile organize etti. Biz bu nedenle, her gün kendini kanıtlayan tespitimizi bir kere daha anmak istiyoruz, sendikalar artık sendika mafyasının denetimi altındadır. Eski vurgumuz, sarı sendikalardaki sendikal bürokrasi idi. Bu bürokrasi artık, bir çeşit mafyatik örgütlenmeye dönüşmüştür.
Devlet, sendikaları kendi kontrolüne almıştır. Birkaç sendika, belli açılardan hâlâ bu sürecin dışında olsa da, işçi sendikalarının büyük bir kesimi, artık, bir işçi sendikası dahi değildir.
Bu durum sadece işçi sendikalarının başına gelmedi. Birçok dernek, birçok örgütlenme, ya kapatıldı, dağıtıldı ya da içine devletin yerleştirildiği örgütler hâline getirildi.
İşte tam da bu yolla, demokratik kitle örgütlenmesinin yerine, STK sözleri kullanılmaya başlandı. Burjuva devlet, tekelci polis devleti, nasıl kendine “demokrasi” diye bir görüntü ayarlıyor ise, toplumsal örgütlenme alanında da STK’lar gibi kavramları öne çıkarıyor. Sivil Toplum Kurumları, o kadar süslüdür ki, süsünden geçilmiyor ve bir şey yaptıklarına şahit dahi olamıyoruz. Batı “demokrasinin” keşiflerinden biri olarak STK’lar, liberal solcularımız tarafından, ülkemize taşındı.
Sahi, yeri gelmiş iken, liberal solcu ne demektir? Liberal tamam, bunu anlıyoruz. Burjuva “demokrasisi”, serbest piyasa ekonomisi vb. savunucuları, eskiden beri, daha “devletçi” burjuva yaklaşımların yerine, liberal kavramına sarılmışlardır. Ama bunun neresi sol’dur? Liberal solcular, 12 Eylül sonrası oluşturulan siyasal burjuva jargonun ürünüdür, tıpkı STK’lar gibi.
Oysa demokratik kitle örgütlenmeleri, aşağıdan gelen, kitlelerin ekonomik-demokratik sorunları etrafındaki örgütlenmeyi ifade eden örgütlenmelerdir.
Bir demokratik kitle örgütü, mutlaka kitlesel olmalıdır. Sendika bir demokratik kitle örgütüdür. İşçilerin tümüne açıktır. Demokratik kitle örgütleri (DKÖ) öyle olmalıdır.
DKÖ’ler, demokratiktir, çünkü, aşağıdan yukarıya doğru bir örgütsel işleyişe sahiptir. Atamanın yerine seçilmenin ve görevden alınabilmenin geçtiği bir örgütlenmedir. Bir sendika diyelim. Sendika, işyeri temsilciliği üzerine yükselir. Bir fabrika söz konusu ise, o fabrikada sendikalı işçiler, bir temsilcilik seçerler. Bu en az üç kişidir ve mutlaka bunların yedekleri de olur. Bu temsilciler, iş kolunun ve bulunulan ilin sendika yöneticilerini seçerler. Diyelim ki bu sendika şubeleri ise (çünkü sendika her ilde veya ilçede şube açmaz. Bir ilde o iş koluna ait işyeri yoksa orada şube açmanın anlamı da yoktur), sendika şubeleri, işyerlerinden gelen temsilcilerin oyları ile oluşur. Sendika şube yönetimleri, o şubedeki işçilerin, belli bir orandaki çoğunluğu ile de görevden alınabilirler. Bu sendika üst yönetimine kadar böyle gider.
DKÖ, alttan yukarıya seçilebilme, göreve getirilme ve görevden alınma mekanizmasına sahip olmalıdır.
Bize STK olarak yutturulan örgütlenmeler, diyelim ki bir sanat derneği, sürekli aynı kişilerin yönetiminde olduğu, sosyal sorumluluk vb. projeler adı altında bir tür “reklâm ve tanıtım” çalışması yürüttüğü ve oradan da parlamento vb. adaylıklarına yükselindiği örgütlenmelerdir.
DKÖ, her şeyden önce, üyelerinin ekonomik, demokratik çıkarlarını savunur. Diyelim ki, bir Alevi derneği, amacı ne ise, bu amaç için oraya gelenler, üye olanların ekonomik, demokratik çıkarlarını savunmakla yükümlüdür. Bunu düzgünce yapabilmesi, üyeliklerin sadece kâğıt üstünde kalmamasının sağlanması, bunun da anlamı bir örgütlenmeye sahip olması gerekir. Bu örgütlenme, aşağıdan yukarıya doğru yükselmelidir ve kendi kitlesinin en geniş anlamda çıkarlarını savunacak yol ve araçlar geliştirmek zorundadır. Yoksa yozlaşacaktır.
Bir sendika, işçilerin ekonomik çıkarlarını savunur. Ama sadece bununla yetinmez. İşyeri çalışma koşulları ve işçinin yaşama koşulları da bunun bir parçasıdır. Ekonomik ve sosyal sorunlar, ekonomik ve sosyal çıkarlar dersek yerinde olur. Bu durum, sendikayı, örneğin sendikalar yasası konusunda tutum almaya da iter. Bu nedenle sosyal vurgusu, sadece işyerindeki çalışma koşulları ve yaşam alanlarındaki sorunları ile sınırlı değildir.
Görüldüğü gibi, demokratik kitle örgütleri, apolitik değildir.
Burjuvazi, “politikayı”, politikacılara özgü bir iş, bir meslek hâline sokar. Böylece halkın, günlük hayatında politikadan uzak durmasını ister. Apolitikleşmiş bir halk, gerçekte, kendi sorunlarını dahi savunamaz. Çünkü olup biteni anlayamaz.
Oysa DKÖ, toplumun en geniş örgütlenmesi anlamına gelir ve DKÖ’ler yaygınlaştıkça, halkın politik duyarlılığı da artar.
Örgütlenmiş halk, kendini daha yakından ve doğru temelde tanıma şansını da elde eder. Aynı şekilde kendisinin yanında ve karşısında bulunanı da tanıma şansını elde eder.
STK kavramı, aslında, DKÖ’lerin içini boşaltma, kendini bir şeyle meşgul etme girişimine “örgütlenme” deme durumunun öne çıkarılmasıdır.
Örgütlenme, insanî faaliyetin, üretim, bölüşüm faaliyetlerinin, ekonomik, sosyal-kültürel ve siyasal faaliyetlerin tümünü, yani hayatın her alanı kapsar. Örgütlenme, özgürleşmenin ete kemiğe bürünmüş hâlidir.
Örgütlenme, bir tür sosyal faaliyet, bir tür zaman geçirme ile sınırlı bir anlama sahip değildir. Tersine, yaşamsaldır. Örgütlü değil ise bir kişinin yetenekleri ne olursa olsun, gerçeği anlayabilme olanağı bile olmaz.
Demokratik kitle örgütü, adı üstünde kitleseldir. Farklı inanışlara, farklı kimliklere, farklı düşüncelere sahip olsa da, insanların, günlük yaşamlarını örgütlemeleri, haklarını korumaları için, devlete karşı kendilerini korumaları için, en geniş insan gruplarını bir araya getirmeyi hedefler.
Toplumsal mücadelenin asla tümü değildir. DKÖ’ler, toplumsal mücadelenin önemli kuvvetlerinden biridir. Ama asla, toplumsal mücadelenin tümü, bütünü olarak ele alınamazlar.
DKÖ’ler, elbette mevcut iktidarlara karşı, en geniş kitlenin haklarını korumak için vardır. İşçilerin sendikaları, elbette burjuvalara, patronlara karşı işçilerin haklarını korumak için vardır. Devlet, patronun, burjuvanın örgütüdür. İşçiler de elbette kendi güçlerini örgütleyerek, bir mücadele yürütebilirler. Kadın örgütlenmesi, egemen olana, cinsiyet ayrımcılığının temsilcisi olan iktidara karşı bir geniş örgütlenmedir. Elbette gençlik örgütlenmesi de, egemene olan, egemen eğitim sistemi ve gençleri düzene uygun kafalar hâline getirme programlarına, köhnemiş burjuva egemenliğe karşı örgütlenmelerdir. Gençlerin yarınlarını çalan sisteme karşı mücadeledir.
Tüm bu örgütlenmelerin, ekonomik, sosyal, kültürel vb. ortak paydaları vardır. Elbette hiçbir ekonomik talep, salt ekonomik, hiçbir kültürel talep salt kültürel olarak kalmaz. Bunlar, siyasal alanı da etkilerler.
Bu nedenle, DKÖ’leri, yapıları gereği siyasal örgütlenmenin yerine koymuyoruz. Siyasal örgütlenmede görüş, anlayış, davranış birliği, yukarıdan aşağıya bir örgütlenme modeli vardır. Yani, her ikisinin yapıları da farklıdır.
Ülkemizde, bugün toplumun her kesiminde, geniş demokratik kitle örgütlenmeleri eksiktir. Bir üniversitede, nüfusu oluşturan öğrenciler, okul yönetiminde temsil bile edilmezler. Temsil edilmeyi bırakın, sorun olarak, problem olarak, dizginlenmesi gerekenler olarak ele alınırlar. Bu açık olarak, geniş öğrenci örgütlenmesinin eksikliğindendir. Bir öğrencinin, eğitime katılma hakkı, bir öğrencinin okulda insan olarak muamele görme hakkı, bir öğrencinin bilimsel eğitim talep etme hakkı, bir öğrencinin düzgün okul ortamı talep etme hakkı, bir öğrencinin okulun kararlarına katılma hakkı için mücadele etmesi için, mutlaka devrimci, mutlaka sosyalist olması gerekmez. Görüşlerinden bağımsız olarak, her öğrenci böyle bir mücadeleyi yürütmelidir.
Bir kadının evde dayak yemeye son demesi onu devrimci yapmaz, evde dayak yediği için karakola gittiğinde orada da aşağılanması, otobüste tacize uğraması, çalışırken, okurken sokakta, evde cinsel ayrımcılığa uğraması ve tüm bunlara isyan etmesi için sadece insan olması yeterlidir. Sosyalist olması, devrimci olması ayrı bir meseledir.
İşte bu geniş örgütlenmeler olmadığından, yeterince güçlü olmadığından, örgütlenme meselesi son derece acil bir meseledir.
Ve elbette tüm bu örgütlenmelere, hayatın her alanındaki DKÖ’lere, biz devrimci sosyalistlerin müdahale etmesi, önderlik etmesi gerekmektedir.
Örgüt güçtür.
Örgüt özgürlüktür.