Son dönemde dünyanın çok farklı noktalarında ortaya çıkan kitlesel eylemler, üzerinde durmaya değer gelişmelere gebedir.
Eylemler, bir-ikisini bir yana bırakırsak, 38 ülkeyi sarmıştır ve bu 38 ülkenin tümünde, kapitalist sisteme bir itiraz içermektedirler. Mesela Bolivya’dakini bir yana bırakmaktan yanayız.
Yine eylemlere bakıldığında, mesela İspanya’daki eylemleri bir yana bırakırsak 37 ülkedeki eylemler, örgütsüz, plansız, kendiliğinden patlayan eylemlerdir.
Bu eylemleri, elbette 2008 sonrasında başlayan “işgal et” eylemlerinin bir ikinci dalgası saymak mümkündür. Ama aslında, bunun kaçıncı dalga olduğundan çok, eylemlerin gelişim dinamikleri üzerinde tartışmaktan fayda çıkacağı kanısındayız.
Biz devrimciler, gelişmekte olan bu yeni eylemlilik sürecini yakından incelemek zorundayız. Yoksa, eylemler geliştikçe, eylemlerle birlikte kabaran yüreğimizin görmek istediklerini görmekle yetinemeyiz. Bize, gelişmekte olan sosyal eylemliliğin niteliği, karakteri üzerine tartışmak, düşünmek gereklidir.
1-
Gelişmekte olan eylemlerin tümünün ortak gündemi, “yolsuzluk” ve yoksulluktur. Aşağı yukarı 2008’de krizle birlikte sonuna gelmiş olan neo-liberal saldırı, 1980’lerin ortasından başlamıştır. Uzun bir dönemdir, kapitalist dünyada işçi hareketine karşı, burjuva saldırı, ideolojik, ekonomik, siyasal kanallardan sürdürülmektedir. Bu saldırı, SSCB’nin çözülmesi ve kapitalizmin “ebedî” olduğunun ilanı ile, daha da şiddetlenmiştir.
Hem işçi sınıfının tüm ekonomik haklarına, kazanımlarına bir açık saldırı ortaya çıkmış, hem de kapitalist sistemi yeniden kutsamak da demek olan, “özelleştirme” saldırısı devreye sokulmuştur.
Özelleştirme, sermayeye yeniden büyük çaplı kaynak aktarmak demektir.
Özelleştirme, pazar hakimiyeti ilişkilerini daha da pekiştirmek demektir.
Özelleştirme, sömürüyü yoğunlaştırmak, işçi sınıfının her türden örgütlülüğünü yok etmek demektir.
Özelleştirmeyi izleyen “taşeronlaştırma”, işçi sınıfını fiilî olarak esir almak demektir.
Bu esir alma girişimi, ideolojik, siyasal ve “fiilî” anlamında askerî bir saldırıdır.
Öyle olmuştur. Dünyada özelleştirme uygulamaları, Thatcher ve Reagan dönemi ile artmış, işçi ve emekçilerin tüm sosyal hakları budanmakla kalmamış, işçi sınıfı, fiilî olarak toplumsal mücadele sahnesinin dışına, sahnenin altına itilmiştir
Bunun sonuçlarından biri yoksullaşmadır.
Gelir eşitsizliğinin artması, sermayenin daha da zenginleşerek az sayıda elde toplanırken, yoksulluğun tüm yeryüzünü kaplamasıdır.
İşte bu yoksulluğa, bu eşitsizliğe karşı açık bir tepki ortaya çıkmaktadır.
Aslında, gösterilerin gösterdiği şey, bu yoksulluğa, bu eşitsizliğe dikkat ederken, sömürünün yoğunlaşmasına karşı aynı tepki dile getirilmemektedir. Normalde, bu birbirine son derece kolayca bağlanacak süreçler, işçi ve emekçilerin şehir meydanlarını doldururken, birbirleri ile bağlantıları kurulmamış durumdadır. Artan sömürü, yoksullaşma ile bağlı olarak bilince çıkmış değildir. Ama yoksulluğa ve eşitsizliğe birlikte vurgu, her eylemde neredeyse vardır.
2-
Neo-liberal saldırının bir sonucu, siyasal iktidarların daha da merkezîleşmesi ve sermayeden yana açık tutum almalarıdır. Bu “ideolojik” olarak zaten böyledir. Ama burada, daha özel bir süreç işlemiştir. Neo-liberal politikalar, devlete ait işletmelerin yağmalanmasını da beraberinde getirmiştir ve bu, hemen her ülkede büyük çaplı rüşvet ve yolsuzluk sonuçları ortaya koymuştur. Yolsuzluk, tüm gösterilerin ortak noktasıdır. Kitleler, meydanları doldururken, en açık olarak bu yolsuzluk üzerinde durmaktadırlar. O kadar ki, yolsuzluğun boyutları o kadar gelişmiştir ki, belki de eylemlerde dile getirilen başka pek çok talep, arada görünmez olmaktadır.
Yolsuzluk, kapitalist sistemin, zenginliği devletten sermayeye aktarma süreçlerinin devasa boyutlara ulaşması ile doğrudan bağlantılıdır ve artık, hiçbir kapitalist ülkede istisna değildir. Örnek olsun, bizdeki Erdoğanvari zenginleşme, kendine has başka özellikler gösterse de, dünyadaki yolsuzluk ile paralel bir süreci ifade etmektedir.
3-
Bunlara rağmen, eylemlerde, açık olarak “esaret” koşullarına karşı net bir talep yoktur. İşçi ve emekçiler, kitleler, sokaktadırlar ve ancak, neo-liberalizmin beraberinde getirdiği emeğin aşağılanması, emekçinin esir hâline getirilmesi, köleleştirilmesi, itilip kalkılması sürecine karşı, açık bir talep yoktur.
Öte yandan, eylemlerin kendisi, zaten bu aşağılanmaya, bu sahnenin altına itilmeye, bu yok sayılmaya karşı bir patlamayı ifade etmektedir.
Ama bilincin geriliği, kendiliğindenliğin ileriliği ile açıklanabilecek bir durumdur bu. Siyasal talepler yok değildir. Ama siyasal talepler de hükümetin istifası ya da eylemlere başlama noktasını ifade eden “olayın” çözülmesi yönündedir.
4-
Tüm bu eylemler, mesela Fransa’da gelişmiş olan grev dalgasındaki gibi, fabrikalardan, işyerlerinden başlayarak gelişmiş değildir. Daha çok eylemler, bizdeki Gezi Direnişi gibi gelişmektedir. Bu durum, eylemlerin önemini azaltıcı değildir, ancak bu durum bize eylemler hakkında oldukça net bilgiler vermektedir.
Eylemler, daha çok meydanlara taşmaktadır.
Meydanlar ve sokaklarda eylemler sürerken, fabrikaları saran eylemlerde olduğu gibi, sürekliliği ifade eden bir örgütlenmeye dayalı değildirler.
Mısır’da ilk eylemlik sürecinde meydanı dolduran kitleler, eylem geliştikçe, işçilerin grevlerle eyleme destek vermeye başlaması noktasına geldiğinde askerî darbe ile durdurulmaya çalışılmıştır.
Mısır’da ikinci dalga eylemler, yine meydana yönelmiş, bu kez daha örgütlü davranışlar ortaya çıkmaya başlamıştır.
5-
Lübnan’da eylemler, Harriri iktidarına karşı gelişmiştir. Harriri, büyük yolsuzlukları ile ün yapmıştır. Ama bu yolsuzluklar, bizim ülkemizdekilerin yanında devede kulak kalırlar. Bu çok tepki çeken yolsuzluklara rağmen Harriri’nin özelliği, sadece yolsuzluklar değildir. Harriri, bizim de yakından tanıdığımız bir isimdir. Türk Telekom’un özelleştirilmesi sürecinin bizzat içindedir. Türk Telekom, Erdoğan tarafından, o zaman Saray Rejimi örgütlenmesi kurulmuş değil iken, Harriri ailesine verilmiştir. Türk Telekom’un kasasından 7 milyar dolarlık “örtülü ödeneğe ait” olduğu söylenen bir para çıkmıştır ve Harriri ailesi için Telekom tamamen bedavaya gelmiştir. O günkü koşullarda, iyi hatırlıyorum, cebimde 1500 TL param vardı ve Türk Telekom’u alabiliyor olurdum. İki aylık ev kirasına Türk Telekom alınabiliyordu. Tabii sizi ihaleye alacak olsalardı. Bu 7 milyar doların 2 milyar doları Erdoğan ailesine verilmiştir ve bu ilk büyük vurgunlardan biridir. Bu konu ile ilgili, internette ses kayıtları dahi dolaşmıştı.
İşte bu Harriri, sevgilisine büyük ölçüde harcamalar yapmakla Lübnan basınında gündemde idi.
Harriri, aynı zamanda, Suudi Arabistan tarafından beslenen bir ailedir ve Suudi Arabistan’a gidip orada esir alınıp, Lübnan başbakanlığından istifa etmiştir. Daha sonra Fransa araya girerek, Harriri’nin Lübnan’a dönmesine “yardımcı” olmuştur.
Lübnan’daki gösteriler, bunların hiçbiri nedeni ile patlamadı. Ama Lübnan devleti, WhatsApp uygulamasına vergi getirmek istedi ve gösteriler başladı. Sokaklar, milyonlarca insana ev sahipliği yaptı. Dans ederek ama kararlı bir biçimde sokaklara çıkan kitleler, komünistlerin de katılımı ile kızıl bayraklar arasında yürümeye başladılar. Harriri, WhatsApp üzerinden vergi alma kararını geri çekmiştir. Ama buna rağmen gösteriler durmamıştır.
Gösterilerde, ağır ağır, tüm sistemi eleştiren sloganlar ve talepler ortaya çıkmaya başladı. Mezhepsel yapıları, dinî ayrımları aşan sloganlar ortaya çıkmaya başladı.
Hemen hemen her ülkede, gösteriler, son derece basit gibi duran, bardağı taşıran son damla anlamındaki olayla başlıyor, sokaklar dolmaya başlıyor ve hemen hepsinde, yolsuzluk, yoksulluk protesto ediliyor.
Sisteme karşı öfke var ama, bu bir bilinç düzeyinde ortaya çıkmıyor. Örneğin, sosyalizm, örneğin kamulaştırma talepleri ortaya çıkmıyor. Kuşkusuz, bu yönde olaya müdahil olan örgütlenmeler de vardır ama bunlar, işin ana karakterini henüz oluşturmuyor.
6-
Tüm gösterilerde açık ve net olarak gençler, kadınlar öndedir.
Ama Mısır eylemlerindeki gibi, Seattle eylemlerindeki gibi, işçilerin daha uzak durduğu söylenemez. İşçiler, mücadelenin ve protestoların göbeğinde olmasa da, bazı ülkelerde daha aktif olmak üzere devrededirler.
Kadınlar ve gençler, aslında neo-liberal politikalara, vahşi kapitalist sömürüye karşı en duyarlı kesimlerdir. Zira, en çok zararı gören ya da katmerli olarak zararı gören onlardır. Gençler, sistemin dişlileri tarafından tam kontrol altına alınmamış olduğundan, mevcut teknolojiyi de en aktif kullananlar olarak öne çıkmaktadır. Kadınlar, katmerli olarak en fazla zarar görenler olduklarından, en dirençli kesim hâline gelmeye başlamıştır. Yeni devrimci dalga, kadın ve gençlerin daha öne çıkacağı bir süreç olacaktır. Hoş, tarih boyunca bu hep böyle olmuştur. Ekim Devrimi de, o zamanın koşullarında kadının büyük ölçüde sahne aldığı bir devrimdir. Bu durum, bugün daha açık olarak, daha gelişmiş hâli ile ortaya çıkmaktadır.
7-
Eylemlerin öncesinde, bu eylemlerin patladığı ülkelere bakıldığında, böylesi bir potansiyeli “görmek”, çıplak gözle mümkün değildir.
Tüm dünyada işçi ve emekçilerde var olan “ilgisizlik” hâli, sanki kendi hâlinde bir iç homurdanma durumu gibidir. Bunun birçok kişide aynı anda var olması, bu memnuniyetsizlik hâlinin herkeste kendine has ve dışa vurmadan uzun süre devam etmesi, aslında, tüm kapitalist dünyada devletin, Tekelci Polis Devleti olarak, kitleler üzerinde kurduğu açık baskının, çok yönlü kontrol mekanizmalarının da ürünüdür. Bunun bir başka nedeni de, SSCB’nin çözülmesi ile kapitalizmin tek sistem olarak ilan edilmesine “kanma” diyebileceğimiz, ideolojik moralsizlik hâlinin yaygınlığıdır. İdeolojik yönsüzlük, aslında örgütsüzlüğün, aydınların bulaşık ve bulanık düşünmesinin doğal sonucudur. Kapitalizmin ilan edilmiş olan zaferi, aslında, en çok bu ideolojik alanda bir anlam ifade etmiştir. Yoksa, ne sömürü azalmış, ne sınıflar bitmiş, ne de sınıf mücadelesi sona ermiştir. Ama sosyalizmin yenilgisi, beraberinde bir ideolojik boşluk yaratmış, birçok liberal sol, bu boşlukta kapitalizmi öven masallar anlatmayı alışkanlık hâline getirmiştir.
Tüm bunlar, kitlelerdeki öfkenin “çıplak” gözle görülememesinin de nedenidir.
8-
Bu nedenle patlamalar “şaşırtıcı”dır. En çok şaşıran ise, eylemlerin içinde bizzat yer alanlardır. Bizim Gezi Direnişi’nde yaşadığımız da budur. Bizzat eylemlerin içinde duruma şaşırmaktaydık.
Eylemcilerin esas olarak meydanlara doğru akmasının, bu “şaşırma” hâlinin doğal bir sonucu olduğunu da düşünüyorum. Yani, eylemciler, esas olarak kendileri gibi düşünenleri görmeye eğilimlidirler. En azından bir süre böyledir. Bu şaşkınlık, aslında, kendini tanımanın da yoludur. İnsan ancak kendini, yanındaki ile birlikte yürürken, gece nöbet tutarken, sloganlar atarken, barikatlar kurarken tanıyabilmektedir.
Bu nedenle, bu eylemlerin bir ileri aşamaya geçmesinin nüvelerini içerdiğini de bilmemiz, bunları anlamamız gereklidir.
9-
Irak’ta ve Şili’de gelişmekte olan eylemler, akan kana rağmen bir istikrar göstermektedir. Bu istikrar arttıkça, eylemlerin yönü de şekil almaya başlayacaktır.
Eylemler, daha radikal mücadele yöntemlerini de beraberinde getirmektedir. Bu birinci noktadır. Barikat savaşı, sokaklarda yapılan gösterilerin bir adım ilerisidir ve bu, tüm eylemlerin içinde içkin bir öğedir.
Eylemlerin “lidersiz ve örgütsüz” olmasına övgü düzen “aydın”ların tersine, bizim bunu açık olarak görmemiz gerekir. Eylemcilere karşı açık olarak zor devreye sokulmaktadır. Polis güçleri, açık olarak her türlü otoriter aracı devreye sokmaktadır. Kurşunlarla can veren göstericiler, bizim Gezi Direnişi’nde de vardı. Bugün, göstericiler, elbette buna karşı daha uyanık mücadele biçimleri geliştirmek zorundadır. Başkası düşünülemez.
Eylemlerin bu açıdan bir hazırlık içermediği kesindir. Bu ise eylemlerin zayıf noktalarından biridir. Bu nedenle, bu noktayı yenmek, açık olarak ilk yapılması gerekendir. Bu bir yandan mücadele metotlarını genişletmek demek iken, esas olarak, örgütlülüğü artıracak adımı atmanın önemi ortaya çıkmaktadır. Eylemler, fabrikalara ulaşmalıdır. İşçi sınıfı, sadece alanlara akarak değil, bizzat şalterleri indirerek eylemin parçası olmalıdır. Eylemciler, alanlarda barikatlar kurarken, sokakları savunurken, daha ileri adım atıp, fabrikaları direnişe katmalıdır. Fabrikalar, örgütlenmenin can damarıdır. Yoksa örgütlenmenin can damarı, evler değildir. Farklı yaşam alanlarından sokaklara ve meydanlara akan kitleler, işyerlerinde daha hızlı ve sağlıklı bir örgütlenme geliştirebilirler.
Hem tüm eylemlilik süreci gösteriyor ki, kapitalist sisteme karşı her yol ve araçla savaşmak zorunlu ve meşrudur. Hem de tek çıkış yolu budur.
İkincisi, eylemlerin alanlarla, meydanlarla sınırlı kalmaması gereğidir. Bu ikinci noktadır. Eylemler, başta kamu binaları olmak üzere, yerel ya da merkezî yönetim mevkilerine yönelmelidir. Burada önemli olan en ileri noktayı ele geçirmek değildir. Önemli olan bu yolu açmaktır. Bir ayaklanmadan farklı olarak böylesi kitle eylemleri, en ileri ve can alıcı noktalara yönelebilecek örgütlülükte değildir. Ama kamu mekânlarının ele geçirilmesi, kamu gücünün bir bölümünün direnişten yana kullanılması özel bir öneme sahiptir.
Tüm bu eylemler, dipten gelen bir dalganın yüzeye vurmasının ifadesidir. Kapitalist sistemin ömrünü doldurduğunun, onu mezara göndermek üzere yeni güçlerin harekete geçmeye eğilimli olduğunun göstergesidir. Ama bunlar, bir devrimci kalkış değildir. Daha buna zaman vardır.
Bugün tüm bu hareketlerin, dünyanın her ülkesindeki, bölgesindeki hareketlerin birbirinden öğrenme yolunun açılmasının, ortak ve kolektif bir direnişin gelişmesinin yolu, işçi sınıfının enternasyonalist örgütlülüğüdür. Ki, esas eksik de budur.
Bu dalga, gelişmiş kapitalist metropollere de vuracaktır. Bundan şüphe etmek için bir neden yoktur.
Şimdi safları sağlamlaştırmanın, şimdi küreklere daha sıkı sarılmanın zamanıdır. Şimdi, sakin ama kararlı bir örgütlenme geliştirmenin, kitlelerin eylemlerinden son noktasına kadar öğrenmenin, her eylemi defalarca incelemenin zamanıdır.
İnsanın insan tarafından sömürülmesine dayanan tüm sınıflı toplumları tarihe gömecek görkemli devrimi karşılamak, ancak, bunun için hazırlanmakla mümkün olacaktır.