“Bir çocuk ağlasa dağ başında
gözyaşında Amerika akar.
Vurdularsa birini, kanı şorladıysa
bilin ki kurşunlarda Amerika var.
Kişi kişiye köle tutulduysa, asıldıysa
darağacında Amerika var.”[1]
George Carlin’in ABD tarifi ile başlayalım diyeceklerimize: “… ‘Özgürlükler diyarı.’ ‘Cesurların vatanı.’ ‘Amerikan rüyası.’ ‘Tüm insanlar eşittir.’ ‘Adalet tarafsızdır.’ ‘Basın özgürdür.’ ‘Oylarınız değerlidir.’ ‘İş dünyası dürüsttür.’ ‘Hep iyiler kazanır.’ ‘Polis sizin tarafınızdadır.’ ‘Tanrı sizi gözetiyor.’ ‘Yaşam standartlarınız asla düşmeyecek.’ Ve ‘Her şey çok güzel olacak.’
Resmî, ulusal zırva hikâyesi. Ben buna ‘Amerikan eyvallahı’ diyorum. Bunların her birinin, tamamının şöyle ya da böyle doğru olmadığı kanıtlanabilir. Ancak biz bunlara inanırız. Çünkü çocukluğumuzdan itibaren kafamıza kazınmışlardır. Yaptıkları budur, böyle bir araçla çocukların beyinlerine kazırlar. Çünkü bilirler ki çocuklar bu denli karmaşık fikirlere karşı entelektüel bir savunma geliştirebilmek için henüz çok küçüktürler. Yine bilirler ki, belli bir yaşa kadar çocuklar aileleri onlara ne söylerse inanırlar. Ve bunun sonucu olarak hiçbir zaman bir şeyleri sorgulamayı öğrenemezler.
Bu ülkede artık kimse, hiçbir şeyi sorgulamıyor. Kimse bir şey sorgulamıyor. Herkes çok şişman ve mutlu. Herkes kendilerine gözlemeler yapan ve taşaklarını ovalayan cep telefonlarına sahip. Her şey bizlerin iyiliği için tam tıkırında anasını satayım. Her şey tam tıkırında. Amerikalılar oyuncaklar ve teknolojik aletlerle satın alındı ve artık kimse sorgulamayı öğrenmiyor.”
Bunlara bir de Arundhati Roy’un, “Amerikan yaşam tarzı sürdürülebilir değil. Amerika’nın ötesinde bir dünya olduğunu kabul etmiyor” ve Bob Dylan’ın, “Şirketler her şeyi ele geçirdi. Kayıt stüdyosunda dahi. Gerçekte şirketler Amerikan yaşamına hemen her yerde hükmediyor. Bir kıyıdan ötekine git, aynı giysileri giyen, aynı şeyleri düşünen, aynı yemekleri yiyen insanlar görürsün. Her şey işlenmiş durumda,” tespitlerini eklemek gerek!
Evet ABD, köleci Roma’yı andıran bir tarih ve emperyalist bir hakikâtken; “Nefes alamıyorum” haykırışıyla katledilen George Floyd ile bir kez daha polis şiddeti, ırkçılık haberiyle gündemin baş maddesi oldu. Irkçılık karşıtı protestolar dalga dalga yayılırken; haklı isyanı anlamak için ABD tarihine bakmakta fayda vardır.
Birçok yoruma göre, ırkçılığın temeli İngiliz emperyalizminin bıraktığı mirastır. Amerika kıtasını işgal eden İngilizler, Afrika’daki siyahları uzun yıllar çiftliklerinde, işyerlerinde “köle” olarak kullandı. Amerikan özgürlük savaşında siyah gönüllülerden oluşan birlikler İngilizlere karşı savaşan beyazlarla beraber olurken; ABD bağımsızlığını kazandı ama İngiliz emperyalizminin hediyesi olan “beyaz ırk üstünlüğü” zihniyeti aynı kaldı. Savaşı kuzeyliler kazandı ve “kölelik” kaldırıldı. Ancak “beyaz ırk üstünlüğü” nefretten yana, ayrımcı zihniyetlerde yaşamaya devam etti.
Irkçı Ku Klux Klan (KKK) ilk defa “köleliğin devamı” için savaşan güney eyaletlerinde 1860’ların sonunda ortaya çıktı. Amaçları Cumhuriyetçi hükümeti yıkmak için siyahlara saldırıp terör yaratmaktı.
Bu gizli örgüt değişik güney eyaletlerindeki şehirlerde ve kırsal kesimde korku salmaya ve terör estirmeye devam etti, federal güvenlik güçlerince bastırılan bu şer yuvaları giderek örgütsel güçlerini kaybetse de “beyaz ırk üstünlüğü zihniyeti” sürdü. KKK, 1915’te Georgia’da adeta hortladı.
1920’lerin ortalarında orta batı ve batı eyaletlerine sıçradı. Bunun nedenlerinden biri, 1915’te D. W. Griffith’s’in ‘The Birth of a Nation/ Bir Milletin Doğumu’ isimli sessiz filminin, KKK’nın kurulmasını bir anlamda mitolojik hâle getirmesiydi. Filmden de etkilenen popülist nitelikli gizli Protestan örgütler kuruldu.
Ayrıca Katolik ve Musevi düşmanlığı da eklendi bu nefret söylemine. Irkçı örgüt, törenlerinde beyaz kıyafet kullanıyordu. KKK’nin üçüncü kez yeniden sahneye çıkması ise 1950’lerde oldu. Küçük gruplar hâlinde ve yerel etkinlik arayışındaydılar. Amaçları sivil haklar hareketine mani olmaktı.
Adları cinayet, kaçırma, işkenceyle eşdeğerdi. Zaman içinde bu gruplar kimi eyalet yönetimleri tarafından nefret suç örgütleri olarak nitelendirirlerse de kimi kaynağa göre, 1996’da 6 bin kişinin bu tür yapılanmalara üye olduğu dikkat çekiyordu. KKK, her ne kadar artık etkinliğini kaybetse ve yasadışı hâle gelmişse de ABD’de “beyaz ırk üstünlüğü”ne inanan bir kesim hâlen mevcut…
ABD’nin nüfusu 330 milyon civarında, bunun yaklaşık yüzde 13’ünü siyah vatandaşlar oluşturuyor. Ülkede gelir dağılımının adaletsizliği öteden beri tartışmaların merkezinde. Özellikle Afro-Amerikan, Latin kökenlilerin beyazlara göre pek çok imkâna erişiminde uçurum derin. Coronavirüs yüzünden artan işsizlik bu farkı daha da büyüttü. 2016 istatistiklerine göre, ortalama bir beyaz ailenin yıllık geliri 171 bin dolar iken siyah ailelerde bunun onda biri kadar…
Gelir dağılımında olduğu gibi derin ayrımcılık eğitim, sağlık, konut-barınma olanakları konularında da görünür hâlde. Her ne kadar her yıl üniversiteye giden siyah genç sayısı artsa da mezuniyet sonrasında iş bulma, düzenli gelir elde etme olanaklarında ciddi sorunlar var. Obama’nın başkan seçilmesinden sonra siyahlar arasında ırkçılık karşıtlığı yüzde 81 iken; beyazlarda ise yüzde 52..
ABD Başkanı Donald Trump, Neo-Con, Evanjelist kanada yakın durarak dinî hassasiyetleri, muhafazakâr cephenin desteğini kullanarak seçimi kazandı. 2020 Kasım seçimleri için geri sayım sürerken coronavirüs salgınıyla ekonomik krizle boğuşan Trump’ın, protestolara karşı federal ordu tehdidi ülkede tepkileri daha da alevlendirdi. Bir kilisenin önünde elinde İncil ile poz vermesi, Ortadoğu manzaraları gibi yorumlarıyla karşılandı. Kiliselerden emekli askerlere pek çok isimden dini siyasete alet ediyor tepkileri yükseldi.[2]
BİRAZ TARİH
ABD topraklarında bulunan en eski insan izi 14.000-30.000 yıl öncesine dayanmaktadır. Bu insanların son Buzul Çağı sırasında Bering Boğazı’nın sularının donarak bir köprü oluşturması sonucu Doğu Sibirya’dan Alaska’ya yürüyerek geçtikleri sanılmaktadır. Onlar ABD yerlilerinin (“Kızılderililer”) atalarıdır. Göçebe yerliler Apaçi, Mohawk, Cheyenne, Navaho, Cherokee gibi birçok kabile oluşturdular.
ABD topraklarına ilk ayak basan Avrupalı Kristof Kolomb’dur. Amerika kıtasına yaptığı ikinci yolculuğunda 19 Kasım 1493’te ABD’nin bir parçası olan Porto Riko’ya ayak basmıştır. XVI. yüzyıl boyunca İspanya, Hollanda, İngiltere, Fransa, İsveç ve Portekiz ülkelerine ait kaşifler ABD topraklarına girerek koloniler kurdular.
1733’e gelindiğinde bu koloniler ‘On Üç Koloni’ adı altında Britanya İmparatorluğu’na bağlı bir sömürge hâline geldi.
Avrupa’da 1756-1763 kesitinde süren ‘Yedi Yıl Savaşları’ Birleşik Krallık’ın zaferiyle sonuçlandı. Ancak savaşın borçlarını ödeyebilmek için Birleşik Krallık Kuzey Amerika’daki kolonilerine ağır vergiler yüklemeye karar verdi. Bu vergiler kolonilerde büyük bir sıkıntı yarattı. Çaya yüklenen vergileri protesto etmek amacıyla Boston kentinin halkı 1773’te Boston Çay Partisi adı verilen olayda İngiliz gemilerine yüklü çay balyalarını denize attı. Önceleri dar amaçlı olan bu eylemler kısa zamanda bağımsızlık taleplerine dönüştü.
4 Temmuz 1776’da Amerikalılar bağımsızlıklarını ilan ettiler. Kurulan bu devlete Amerika Birleşik Devletleri (ABD) adı verildi.
3 Eylül 1783’te imzalanan Paris Antlaşması ile İngiltere, batıda Mississippi Nehri’ni de içine alan geniş sınırlarla, Amerika’nın bağımsızlığını tanıdı. Kanada İngiltere’nin elinde kaldı. Florida İspanya’ya verildi. Antlaşmanın imzalanmasından 3 ay sonra 25 Kasım 1783’te en son İngiliz askeri New York kentini terk etti. 1787’de ABD Anayasası kabul edildi. 1789’daki seçimlerde başkomutan George Washington ABD’nin ilk başkanı seçildi.
ABD’nin bağımsızlığını kazandığı andaki toprakları Atlas Okyanusu kıyısında günümüzdeki yüzölçümünün üçte biri civarında bir alandan oluşuyordu. Batısındaki topraklar Fransa’ya aitti. ABD’nin 3. başkanı Thomas Jefferson bu toprakların ABD için gelecekteki önemini anlamıştı. Fransa’nın başındaki Napolyon Bonapart yönetimine bu toprakları para karşılığı ABD’ye satma teklifini getirdi. 2.147.000 km2lik alan 1803’te 78 milyon Fransız Frankı (15 milyon ABD Doları) karşılığında ABD’ye satıldı.
1830’da başkan Andrew Jackson Mississipi Nehri’nin doğusunda kalan yerlilerin yurtlarından çıkarılarak zorla batıdaki yerli topraklarına göç ettirilmesini amaçlayan ‘Yerli İskân Yasası’nı imzaladı. ‘Gözyaşı Yolu’ diye tarihe geçen zorunlu göç sırasında çoğu kelepçeli Choctaw ve Cherokee yerlilerinin dörtte biri yolda öldü(rüldü).
1845’te o zamana dek bağımsız bir ülke olan Teksas Cumhuriyeti başkan John Tyler tarafından ABD topraklarına katıldı. Bunu kabul edemeyen Meksika Teksas’a müdahale edince Meksika-Amerika Savaşı patlak verdi. ABD’li General Winfield Scott, Veracruz üzerinden Mexico’ya yürüdü. Mexico’nun 14 Eylül 1847’de düşmesiyle savaşın askerî aşaması sona erdi. 2 Şubat 1848’de Guadalupe Hidalgo Antlaşması imzalandı. Antlaşmayla bugünkü New Mexico, Nevada, Arizona ve Kaliforniya eyaletlerini oluşturan topraklar 15 milyon dolar karşılığında ABD’ye bırakıldı. 1848’de Kaliforniya’da altın keşfedilmesi üzerine çok sayıda Amerikalı Kaliforniya’ya akın etti. Altına hücum adı verilen göç ile ABD’nin sınırları Pasifik Okyanusu’na kadar genişledi. 1867’de Alaska Rusya İmparatorluğu’ndan 7.2 milyon dolar karşılığı satın alındı. 1898’de Hawaii işgal edilerek Amerika topraklarına katıldı. Böylece ABD aşağı yukarı günümüzdeki sınırlarına ulaşmış oldu.
XIX. yüzyılın ortalarına gelindiğinde ABD’nin güney bölgelerinde büyük çiftliklerin ağırlıkta olduğu ve tarıma dayanan bir ekonomi yerleşmişti. Bu çiftliklerde özellikle pamuk, tütün ve şeker kamışı yetiştirilmekte ve gereken işgücü Afrika’dan getirilen siyahî kölelerden sağlanmaktaydı.
Nisan 1861’de Amerikan İç Savaşı patlak verdi. İç savaşın ilk yıllarında hiçbir taraf üstünlük sağlayamadı. Ancak Temmuz 1863’teki Gettysburg Savaşı önemli bir dönüm noktası oldu. Bu kanlı savaşta her iki taraf da askerlerinin yaklaşık üçte birini kaybettiler. Ancak kuzeyliler tartışmasız bir üstünlük sağladı. Sonunda 9 Nisan 1865’te kuzey orduları güneyli komutan Robert Edward Lee’nin ordularını birkaç koldan sarıp, teslim olmaya mecbur bıraktılar. Aynı yılın Haziran ayında geri kalan bütün güneyli askerler de silahlarını bırakarak teslim oldular. Böylelikle Amerikan İç Savaşı kuzeyin zaferiyle sona erdi. Savaşın bitiminde güneydeki bütün kölelere özgürlük hakları verildi. İç savaş ekonomik açıdan güney-kuzey dengesini bozdu. Savaştan önce ABD’nin güney ve kuzey tarafları eşit zenginlikteyken, savaştan sonra güney ekonomik yıkıma uğradı ve kuzey öne geçti.
Birinci Dünya Savaşı başladığında ABD büyük ölçüde sanayileşmiş ve ekonomik açıdan gelişmişti. 1898’de Porto Riko, Guam ve Filipinler’i İspanya’nın elinden almıştı. Ancak o zamana kadar genelde Avrupa’nın iç işlerine karışmamayı tercih ediyordu. Başkan Woodrow Wilson ABD’yi I. Dünya Savaşı’na sokarak savaşın sonucunu İtilaf Devletleri’nin lehine değiştirdi. ABD Senatosu Versailles Barış Antlaşması’nı onaylamayarak bağımsız bir dış politika izlemeyi tercih etti.
Birinci Dünya Savaşı bittiğinde, Amerikalı bankerlerin savaşı kazanan ülkelerden, özellikle de İngiltere ve Fransa’dan çok büyük alacakları vardı. Bu alacaklar, savaşta yenilmiş devletlerin galip devletlere ödeyecekleri savaş tazminatlarıyla karşılanacaktı. Para, yenik ülkelerce galiplere ödenecek; galipler de Amerika’ya geri ödeme yapacaklardı. Yani, Amerikalı bankerler yenik devletlerin ödeme gücünü de sürdürmek zorundaydılar. 1914’e girilirken, dünyanın çeşitli ülkelerine 3.7 milyar dolar borcu olan Amerika; 1918’e gelindiğinde, diğer ülkelerden 3.8 milyar dolar alacaklı hâle gelmişti.
Amerika’da 1917’de çıkarılan, “casusluk yasası” çok ağır hükümler içeriyordu. Yasaklananlar arasında, ‘Savaş’ı eleştirmek de bulunuyordu. Dünya Sanayi Çalışanları Birliği (IWW) lideri Bill Haywood, “Yöneten sınıf savaşları çıkartıyor, yönetilen sınıf ise, savaşıyor ve ölüyor” dediği için 10 yıl hapse atıldı. Daha sonra, Başkan Wilson’ın izni ile “IWW” tamamen kapatıldı. Almanya ve Almanlarla ilgili her türlü konuda da yasaklar getirilmişti. Birçok okulda, Alman kökenli Amerikalı öğrenciler, derse başlamadan önce, Amerika’ya bağlılık yemini ettiriliyorlardı. Orkestralar, Alman bestecilerin eserlerini repertuarlarından çıkarttılar. “Hamburger”e, “özgürlük sandviçi” denmeye; “German Shepherd” köpekleri, “polis köpeği” olarak adlandırılmaya başlandı.
Kimilerinin Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD lehine bir dünya düzeninin nasıl olması gerektiğini içeren, adını da taşıyan Wilson Prensipleri yüzünden pek bir demokrat, ezilmiş halkların dostu sandığı Wilson, kendi zamanında bile aşırı sayılacak ırkçı görüşlere sahipti.
O pek beğenilen “prensipleri” de aslında büyük devrimci Vladimir İlyiç Lenin’in ‘Barış Bildirgesi’ne karşı yazılmıştır. Wilson, 1913’te başkan olduğunda New Jersey valisi idi. Zachary Taylor’dan bu yana başkanlığa seçilen ilk güneyli oluşu önemli, çünkü ırkçılığın çok yaygın olduğu bölgedir güney. Wilson ırkçı olduğunu hiçbir zaman gizlemedi.
Demiryollarında siyah ile beyaz işçilerin ortak kullandığı alanları ayıran, havlu, sabun gibi malzemelerin bile ortak kullanımını yasaklayan bir öneriyi, seçildikten sonraki ilk bakanlar kurulu toplantısında savunmuş, ardından da onaylamıştı. Bu onay, ülkede posta hizmetlerinin de demiryollarının da siyahların kullanımına kapatıldığı anlamına geliyordu.
Göreve geldiğinde çalışmakta olan 17 siyah danışmanın 15’inin işine son verdi. “Bir siyahın yeri mısır tarlasıdır” sözü meşhurdur. İşe alımlarda elemeyi ilk anda yapabilmek için fotoğraflı başvuru istemeyi akıl eden de budur. Bir siyah, daha başvuru anında geri çevrileceğini bilirdi bu nedenle.
Harvard mezunu gazeteci Monroe Trotter siyah biri olarak siyah hakları mücadelesinde çok önemli bir isimdir. Bir grup siyah arkadaşıyla ayrımcılığı konuşmak için görüşmeye gittiklerinde Wilson’dan duydukları şudur: “Ayrımcılık aşağılayıcı değil, aksine çok da yararlıdır. Siz de bunu saygı duymalısınız.” Trotter, 1934’te evinin balkonundan düşüp öldü. Suikast kokan bir ölüm olarak değerlendirilir hâlâ, eklemiş olayım. Theodor Roosevelt de, William Howard Taft da siyahları kamu görevine atama konusunda çok daha iyiydiler.
Wilson, onların yerleştirdiği eşitlikçi tutumu yerle bir etti. Dış ülkelere yapılacak elçi atamalarında bile ırkçı tutumunu sürdürdü. Özellikle Haiti’ye, Dominik Cumhuriyeti’ne siyah elçiler atamak bir gelenekti. Wilson’la bitmiş bir gelenektir. Siyah karşıtlığı siyasal kimliğinin olduğu kadar, ırkçı düşüncelerinin de bir parçasıydı. Beyaz ırkın üstünlüğünün savunucusu olarak utanç verici bir yaşamı vardı. Başkan olmadan önce de yazdığı yazılarda, yaptığı konuşmalarda ırkçılığını dile getirmekten çekinmezdi. Wilson’un ‘Amerikan Halkının Tarihi’ başlıklı yapıtı; siyah düşmanı, ırkçı Ku Klux Klan’a sempatik bakan rezil bir kitaptı.[3]
Yani ırkçılığı yanında Wilson, müthiş bir emek düşmanıydı da!
Örneğin savaş sona ermeden 8 ay önce Vladimir İlyiç Lenin’in Almanya’yla bir anlaşma imzalayıp, Rus ordusunu savaştan çekmesi; Başkan Wilson ve müttefikleri çok kızdırmıştı. Bolşevikler, kapitalizmin yok edilmesi gerektiğini söylüyor ve Avrupa’daki ayaklanmaları destekliyorlardı. Batının komünistlere karşı olan güvensizliği, böyle başladı. Savaş sonrası İngilizler, Kafkasya ve Bakû’de, 1923’e kadar asker tuttular. Amerikan askerleri de 1920’ye kadar, Rus topraklarında kaldılar. Bu durum da, Batı ile Bolşevikler arasının açılmasında rol oynadı. Amerika, ancak 1933 yılında Rusya’yı tanıdı. Savaş sırasında, Amerikalı işçilerden 35 bininin, kötü çalışma koşulları nedeni ile hayatını kaybettiğini biliyoruz. Savaşın son yıllarında 450 bin maden işçisi, 365 bin demir çelik işçisi ve 120 bin tekstil işçisi grevde idi. Savaş sonrası, işçilerin bazıları, Rusya’da çalışmak için Sovyet elçiliklerine başvurmuştu. Başkan Wilson, bütün bu gelişmelerin Ruslar tarafından kışkırtıldığı görüşündeydi. O yıllar, her türlü belanın Rusya’dan geldiğinin savunulduğu yıllardı.
Bu çerçevede Amerika’da, komünizmin ve aşırı uçların Yahudiler tarafından destelendiğinden bahseden, “anti semitist” görüşler türedi. Yahudi öğrencilerin üniversitelere alınması engellendi. Örneğin Harvard’a alınan Yahudi öğrenci oranı, 1925 yılında yüzde 25 iken, 1933’e kadar yüzde 12’ye düşmüştü. 1920 ile 1925 arasında, 6 milyona yakın Amerikalı; ırkçı, Yahudi karşıtı veya KKK gibi anti-Katolik topluluklara katıldılar. Maskeler giyip, bulduklar siyahı asan 35 bin KKK mensubu, 1925’te, Washington’a yürüyebildi.[4]
Böylesi bir tabloda Amerika 1920’lerde hızla gelişti. Ancak bu gelişme ABD tarihindeki en büyük ekonomik bunalım olan 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı’na yol açtı.
ABD başlangıçta II. Dünya Savaşı’na katılmamayı tercih etti. Ancak 7 Aralık 1941’de Japonya’nın ABD’ye ait Oahu adasındaki askerî tesislere karşı gerçekleştirdiği Pearl Harbor Saldırısı üzerine savaşa girdi. 3 gün sonra Nazi Almanyası da ABD’ye savaş ilan etti. Böylece ABD kendini hem Pasifik Okyanusunda hem de Avrupa’da iki cepheli bir savaşın içinde buldu. ABD ordusu 6 Haziran 1944 günü Almanya’ya karşı Fransa sahillerine yaptığı Normandiya Çıkarmasını izleyen büyük bir taarruzu başlattı. Sovyet ve ABD orduları tarafından kıskaca alınan Almanya 8 Mayıs 1945’te teslim oldu. Ancak Japonya savaşa devam etti. Başkan Roosevelt’in ölümü üzerine yerine geçen Harry Truman 6 Ağustos 1945’te Hiroşima ve 9 Ağustos 1945’te Nagasaki’ye atom bombası atılmasını onayladı. 15 Ağustos 1945’te Japonya teslim oldu.
İkinci Dünya Savaşı, Amerikan şirketleri için bulunmaz bir fırsat yaratmıştı. 1940’ta toplam 6.4 milyar dolar kâr eden şirketlerin, 1944 kârı 10.8 milyar dolara yükseldi. Bu dönemde, savaş nedeniyle işçi ücretleri dondurulmuştu. Sadece 1944’de 1 milyondan fazla işçi grev yaptıysa da; işçi ücretleri yükseltilmedi. Savaş hâlinin büyük şirketlere iyi kârlar bıraktığı anlaşılınca da, savaş geleneği sürdürüldü. Bu gelenek, hâlâ devam ediyor.
1944 Ekimi’nde, İngiliz Başbakanı Churchill ile Sovyetler Birliği Başkanı Stalin, Moskova’da gizli olarak buluştu ve bölgeyi paylaştılar. Bu buluşma, Amerikan Başkanı Roosevelt’ten habersiz yapılmıştı. Anlaşmaya göre Romanya’nın yüzde 90’ı, Macaristan ve Bulgaristan’ın yüzde 75’i, Yugoslavya’nın yüzde 50’si Sovyetler’e bırakılıyor; Yunanistan’ın yüzde 90’ına İngilizler el koyuyordu. Singapur, Hindistan ve Ortadoğu ile Yakın Doğu’daki tüm eski İngiliz sömürgeleri ise, İngiltere’ye geri veriliyordu. Anlaşmada, Polonya’dan hiç bahsedilmemişti. Bu buluşmadan hemen hemen iki ay sonra bu kez Roosevelt, Churchill’e haber vermeden, Stalin’le görüştü ve Çin’deki 2 milyon Japon askerinin buradan temizlenmesi karşılığında, Sovyetler’e toprak ve ekonomik yardım vermeyi kabul etti. Savaş sonrası kesin toprak bölüşümü ve barış, Şubat 1945’te yapılan Yalta Konferansı ile sağlandı. Roosevelt olmasa idi, konferans başarı ile sonuçlanamazdı.
Dört kez Amerikan Başkanı seçilen Roosevelt’in ölümünden sonra yerine, Yardımcısı Truman geçti. Roosevelt’den sonra, Amerika’da “iki dönemden fazla Başkanlık yapılamayacağı” hükme bağlandı. Başkan Truman, sadece 82 gün süren Başkan Yardımcılığı boyunca, Roosevelt’le sadece iki kez görüşebilmişti ve atom bombasının yapılmakta olduğundan haberi bile yoktu. Truman, Mart 1947’de Türkiye ve Yunanistan’ın kalkınması ve Sovyetler’e karşı korunması amacıyla, bu ülkelere 4 milyon dolar yardım ayıran başkan olarak tarihe geçti.[5]
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD ve Sovyetler Birliği yerkürenin iki hegemonu hâline geldiler. Kore Savaşı Soğuk Savaş’ın ilk çatışmasıydı. 3 yıl süren savaş hiçbir taraf üstünlüğü kazanamadan sona erdi. Bu savaştan sonra ABD müttefiklerini NATO örgütü çatısı altında birleştirerek Batı Bloğu’nu oluştururken, Sovyetler Birliği’nin yanındaki (çoğu Doğu Avrupa’da olan) ülkeler Varşova Paktını kurarak Doğu Bloğunu oluşturdular. 1961’de inşa edilen Berlin Duvarı Batı’yı Doğu’dan ayırarak Soğuk Savaş’ın simgesi hâline geldi.
Soğuk Savaş döneminde ABD’de komünizm korkusu o denli arttı ki, birçok sanatçı ve aydın kendilerini McCarthycilik’in baskı ortamının içinde buldular. 1960’ta başkan seçilen John F. Kennedy’nin ilk yıllarında Küba Füze Krizi yaşandı. ABD 1963’te Kennedy suikastıyla bir krize girdi. Vietnam’ın kuzey ile güneyi arasındaki savaş 1960’larda şiddetlendi. Sosyalist Vietnam’ın başarılı olmasından korkan ABD Vietnam’a asker gönderdi. 50.000’i aşkın ABD askerinin öldüğü savaş, 1975’te ABD’nin Saygon’u boşaltmaları ile sona erdi.
1980’de Ronald Reagan ABD’ye başkan seçildi. ABD’nin askerî harcamalarını büyük miktarda arttırmayı başaran Reagan, Stratejik Savunma Girişimi adı altında Sovyetler Birliği’yle büyük bir silah yarışı başlattı. 1991’de Sovyetler Birliği de dağıldı. Böylece Soğuk Savaş son buldu.
1990’larda başkanlık görevini üstlenen Bill Clinton döneminde askerî harekâtlar düşük yoğunluklu olarak sürdürüldü.
ABD 11 Eylül’ü yaşarken; Bush ‘Terörizmle Savaş’ adını verdiği bir dizi askerî harekâta girişti.
Böylelikle Afganistan Savaşı 7 Ekim 2001’de başladı.
“El-Kaide’ye yataklık yapmak” ve “kitle imha silahları geliştirmek” gibi asılsız “iddia”lara suçlanan Irak’taki Saddam Hüseyin rejimine karşı Mart 2003’te bir diğer harekât başlatıldı. Saddam sonrası Irak’ta Sünnîler tarafından direniş hareketi başlattı. Söz konusu direnişi bastırmak için 2003’te ABD ordusunun işkence yöntemleri kullandığı ortaya çıktı. Savaş yüz binlerce Iraklı ile binlerce ABD’li askerin ölümüne neden oldu.
Daha sonra ABD tarihinde ilk kez Afro-Amerikalı siyasetçi Barack Obama ABD’nin 44. devlet başkanı seçildiyse de; değişen bir şey olmadı.
Sonrasında da Donald Trump’lı kâbus sahneye çıktı.
ABD BAŞKANLARI
Sıradan Amerikalı Donald Trump’tan önceki 44 başkandan sadece kurucu Washington, Jefferson, Lincoln, belki F. D. Roosevelt ve bir önceki Obama’yı bilir. Amerikan üniversitesinde alt sınıftakilere Adams, Jackson, Van Buren, Harrison, Tyler, Polk, Taylor, Fillmore, Pierce, Buchanan, Hayes, Garfield, Arthur, McKinley ve Taft gibi adlar sorulduğunda; çoğu bu kişilerin geçmişte ABD başkanları olduklarını çıkaramadılar.
İlk başkan George Washington, İngilizlerin yerlilerle yaptığı kısıtlayıcı antlaşmalarla bağlı kalmayıp yayılabilmek için bağımsızlık savaşını üstlenmişti. İki dönemden sonra çiftliğine çekildi.
Adams’ı rakipleri “kralların, para babalarının adamı” diye eleştirdiler. Tutkusu oğlunu da başkan yapmaktı; altıncı başkan da o oldu.
Bağımsızlık düşüncelerini John Locke’tan alan Jefferson, yazdıklarının adamı değildi. “Herkes hür doğar” diyenlerin tümü köle sahibiydiler.
Madison, başkanlığını Britanya ile yeni savaşa borçludur.
Monroe’nun katkısı, adını taşıyan “doktrini”dir. ABD’den başka hiçbir devlet Latin Amerika’ya el atamayacaktı. Oğul Adams’ın iktidarı tam başarısızlıktı. Rakipler birbirini “hileci, kumarbaz” diye kötülemiş, tabancalar çekilmişti.
Aday Jackson, rakibini pazarları seçim konuşması yaptığından, Hıristiyan olmamakla suçladı. Jackson yandaşları başkanlıkta yiyip içip eşyaları kırdılar; kadınlar korkup kaçarken, Jackson gizlice sıvışıp kendini bir hana attı. Ancak, rakipleri eşine “fahişe”, ona da “kral oldu” diyorlardı.
Harrison başkanlık töreninde zatürree olunca öldü. Sıra yardımcısı Tyler’a geldi. Köleci toplum Teksas’ı ülkeye kattı; kabinesindekiler görevi bıraktılar.
Sonraki Polk, İrlanda kökenliydi; binlerce İrlandalı göçmen geldiğinde tümü oy için yurttaş yapıldı. Rakibi Polk’un kölelerinin sırtına kendi adını dağlattığını yaymıştı.
General Taylor, Meksika’ya karşı savaşın kahramanı diye seçildi. Rakibi Cass’ın adı İngilizce “eşek” (ass) ve “gaz” sözcükleriyle uyaklı olduğundan, siyaset alay oldu çıktı. Taylor, “Altına Hücum” sırasında öldü, yerine yardımcısı Fillmore geçti. Yaptığı önemli iş Japon limanlarını bombalama tehdidiyle zorla ticarete açtırmasıdır.
Sonraki Başkan Pierce, iki yakınını yitirince eski alışkanlığı alkole döndü.
Lincoln, köleci Güney’in başlattığı İç Savaş’ı (1861-65) kazandıran kişidir. Bir Güneyli tarafından öldürülmüştü. Bakanlarına karşı yalnız kendi kararlarını aldırtmasıyla bilinir.
Sıra Kuzey’in komutanı General Grant’a geldi. Birlik korundu, ama ırkçılığı önlemek için anayasaya eklenen 15’inci Değiştirge 1965’e değin uygulanamadı. Grant’ın başkanlığı mafya babalarının görünmeden yönetimine dönüştü; gerçek kazanan çürümüşlüktü.
Para babalarının adayı Hayes, Lincoln’un demokrasi tanımını şöyle değiştirdi: “Şirketlerin, şirketler tarafından, şirketler için yönetimi.” Seçimi kazanmadan Beyaz Saray’a girdi. Adaylar parayla oy topluyorlardı. Sonraki Garfield, kazanmasına kazandı ama ardından öldürüldü.
Yerine Cleveland seçildi. Rakibinin bir sloganı şuydu: “Ana, ana; hani baba? Beyaz Saray’da: Ha, ha, ha!” O günler Carnegie çelik fabrikalarından işçi çıkarıldığı, karşı koyanlara da özel polis Pinkerton’un ateş açtığı dönemdi. Ünlü işçi önderi Debs de yıllarını zindanda geçiriyordu. Oradan aday oldu, bir milyon oy aldı.
Başkan Harrison dönemi işverenlere “evet” demekle geçti. Ünlülerden Bn. M. E. Lease’in dediği gibi, “ABD Wall Street’ten yönetiliyordu.”
McKinley, 1898 İspanyol savaşından sonra dünyayı ABD sömürüsüne açan başkandı. Yandaşlarına para dağıttı; ardından öldürüldü.
Yerine eski polis müdürü Th. Roosevelt seçildi; yazar H. James, onun için “dev bir gürültü” diyor. Afrika’da 8 fil, 9 aslan, 20 zebra avladığının fotoğraflarını bıraktı.
Taft, tekelci sermayeye teslimiyeti sürdürdü. “Zavallı Wilson” denilen yeni başkan, Paris’te 1919’da “dünya barışını kuracak adam” diye karşılandı, birçok yönden başarısızdı, kalp krizinden öldü.
Harding, Coolidge ve Hoover yaklaşan 1929 ekonomik bunalımını fark etmediler bile. Harding, poker ve içkiyle yaşadı. Adaylardan biri rakibi Katolik Al Smith için “Papa’dan buyruk alır; Atlantik’in dibinden Vatikan’ın bodrumuna tüneli var” demiş, inananlar çıkmıştı.
Ekonomik bunalım F. D. Roosevelt’e rastladı. Sol düşüncelerin birkaçını uyguladı. Gerçek kurtarıcı, Japonya’nın (silah fabrikalarını açan) Pearl Harbor baskınıdır. Roosevelt’in Japon saldırısını bildiği, fakat gizlediği yorumu da var.
Truman, oy kaygısıyla Siyonist baskı örgütüne uyup İsrail’i on bir dakikada tanıdı. Yurtsever İran Başbakanı Musaddık’ı CIA devirince, Eisenhower, “hiç ilgimiz yok” dediyse de, Tahran’daki CIA şefi, “Musaddık’ı Nasıl Devirdik” diye kitap yazdı.
Kennedy, kalabalık Şikago oylarını alabilmek için mafya babası Giancana’ya bavul dolusu para yolladı. Saldırı silahlarına yatırımı azaltmak isteyince, gizli devletçe öldürüldü.
Johnson da Vietnam’da savaşı tırmandırıp 55 bin Amerikalının ve 3.5 milyon Vietnamlının ölümüne yol açtı. Başkan Carter, onun için “yalan ve dalaverede eşi yoktur” demişti.
Nixon, başkanlıktan atılacağını anlayınca, istifa etti. Reagan, son yılında Alzheimer hastasıydı; basın toplantısında bir filmi başından geçmiş olay gibi anlatmıştı.
Eski CIA Başkanı ve ABD’nin 41. başkanı baba George H. W. Bush 94 yaşında hayatını kaybetti. 1989-1993 yılları arasında sürdürdüğü Başkanlık görevine seçildiği gün, çok büyük bir ABD efsanesinin bir palavradan ibaret olduğunun anlaşıldığı gündür. ABD’de “en iyiler ile en başarılıların” zirveye çıkmasını sağlayan sistem dedikleri Meritokrasi bu zatın seçilmesiyle gerçekten çökmüştü. Çünkü ne kendisinin ne de mensubu olduğu son derece karanlık Bush Hanedanı’nın “en iyi” ya da “başarılı” sayılacak bir tarafı yoktu.
Bush’ların sistem içinde yükselmeleri “ahbap-çavuş kapitalizmi”nin (Crony Capitalism) bir azizliğidir. Petrol sanayii ile askeriyenin doğurduğu hanedan Bushlar, soylarını İngiliz Kraliyet ailesine kadar götürmekten pek hoşlanırlardı ama büyük bir palavradır bu.
CIA Başkanlığı döneminde Reagan’ın Irak’taki Saddam rejimine dolarlar akıtmasını sağladı. İran ile anlaşmazlığında Irak’ı İran’a savaş açması konusunda teşvik etti. Nikaragua’daki solcu Sandinista hükümetini devirmek için eli kanlı kontraları bu kurdurup, destekledi. ABD’nin kontralara yasadışı silah satmasındaki uğursuz parmak onundu. Irak’ın sonradan ABD tarafından yok edilmesi gereken bir güce dönüşmesi de onun marifetidir. Reagan’ın yardımcısı olduğu dönemde istihbarat desteği, askerî malzeme ve hatta gelişmiş kimyasal/biyolojik silahlar verdiği Saddam Hüseyin, Kuveyt’i işgal edip “Ortadoğu petrolünün akışını tehdit eder” hâle gelince, Başkan olduktan kısa bir süre sonra Irak’a saldırarak başlattığı Körfez Savaşı’nda 200 bin Iraklının ölümüne yol açtı. “Bağdat Kasabı” diye adlandırılmasının nedeni budur.[6]
Bill Clinton’un Monica’yla ilişkisi bir yana, görevden ayrılırken eşi Hillary, Beyaz Saray’daki (değerli tablolar dahil) birtakım eşyaları özel evine taşımış, bir bölümünü uzun süren baskılar sonucu geri vermeye yanaşmıştı. Bu konuda seçim danışmanı Dick Morris’in iki kitabına bakılabilir.
2000 seçimini Oğul Bush kazanmamıştı, ama kardeşi Jeb vali olduğu Florida’da rakibinin 60 bin oyunu saydırmayınca, birkaç yüz oy farkla öne çıktı. Herkese yalan söyleyerek Irak’a girdi. Bilgisizliği üstüne çok sayıda kitap basıldı.
“İlk siyah başkan” Obama “umulanı” yapmadı; böyle bir olasılık olsaydı, aday bile yapılmazdı zaten…
Trump da bu geleneğin halkasıydı.[7]
ABD HAKİKÂTİ
Columbia Üniversitesi’nin ‘Saltzman Savaş ve Barış Çalışmaları Enstitüsü’nden Dr. Stephen Wertheim’ın “kesintisiz savaş” kavramıyla mercek altına aldığı üzere ABD hakikâtinin özeti saldırganlık, talan ve sömürüdür!
Çok uzağa gitmeye gerek yok! Mesela “büyük umutlar bağlanılan”(!?) Başkan Barack Obama, kara birliklerinin Afganistan’da kalacağını söylemesine rağmen, “kesintisiz savaş fikrini” kınamıştı. Ancak, görevdeki son yılında, yedi ülkeye tahmini 26.172 adet bomba attı.
Başkan Doland Trump, Ortadoğu’da devam eden savaşları eleştirmesine rağmen, askerî müdahaleleri yoğunlaştırdı ve yeni savaşlar başlatacağına dair tehditler savurdu. Kongre’ye meydan okuyarak, Suudiler tarafından Yemen’de sürdürülen savaşı başlattı.
Yemen’de 100 bin kadar çocuğun ölümüne, 22 milyon kişinin yardıma muhtaç kalmasına neden olan savaşa ABD, silah, hava hedefi desteği, yakıt ikmali ve istihbarat desteği sağlıyor ve Lockheed Martin ve Boeing gibi büyük şirketlerin kârlarına kâr katan, her 10 dakikada bir çocuk ölüyor…[8]
Öte yandan Trump, ABD’yi sürekli olarak İran’la savaşın eşiğinde tuttu ve kendisinden sonra gelen 7 en büyük ordunun toplam askeri harcamalarını geride bırakan Pentagon’a ekstradan milyarlarca lira akıttı.
Başkan Yardımcısı Mike Pence, West Point Askeri Akademisi’nden mezun olan öğrencilere şöyle diyordu: “Hayatınızın bir noktasında Amerika için savaşacağınız mutlak bir kesinlik arz ediyor. Savaşta askerlere öncülük edeceksiniz. Bu gerçekleşecek.”
Pence potansiyel cepheleri de şöyle sıralıyordu: Büyük Ortadoğu, Hint-Pasifik bölgesi, Avrupa ve Batı yarımküre. Pence haklı, Birleşik Devletler, dünyanın her noktasında askerî egemenlik arayışı içinde olduğu sürece, bir yerlerde mutlaka savaşılacaktır.
ABD, kendine bir sürü küçük düşman yarattı. Soğuk Savaş döneminden çok daha fazla askerî harekât başlattı. Zira 1946’dan bu yana yaptığı tüm müdahalelerin kabaca yüzde 80’i 1991’den sonra gerçekleşti.
Kesintisiz savaş Ortadoğu’da, ABD’nin 1991’deki Körfezi Savaşı’nı kazanmasının hemen ardından bölgeye kalıcı olarak yerleşmesiyle başladı ve bununla beraber döngüsel muhakeme kök saldı. ABD, kuvvetlerine yardım ve ev sahipliği yapan müttefiklerine bağımlı oldu. Varlığına karşı çıkan devletleri, teröristleri ve milisleri kışkırttı. Sonuçta ABD, 1991’den 2019’a neredeyse her yıl Irak’ı bombaladı ve 11 Eylül sonrası yapılan savaşlara yaklaşık 6 trilyon dolar harcadı.[9]
Bunlar elbette tesadüf değil; militarist birikimle müsemma ABD ekonomisinin askerî harcamaları gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor.
‘Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI) küresel silah ticaretine ilişkin raporuna göre 2015-2019 arasında küresel silah ticaret hacmi bir önceki döneme (2010-2014) oranla yüzde 5 artarken; ABD silah ihracatında yüzde 36’lık payla birinci sırada yer aldı.
‘Deutsche Welle’nin haberine göre, ABD’nin silah ihracatı 2015-2019 yılları arasında, bir önceki döneme oranla yüzde 23 artış gösterdi. ABD’nin satışlarının yarısı Ortadoğu ülkelerine yapıldı.[10]
Yine SIPRI’nin ‘2019 Küresel Askeri Harcamalar Raporu’na göre, ABD yüzde 5.3 artışla 732 milyar dolar harcamaya ulaşmış. Bu toplam harcamaların yüzde 38’ine denk geliyor.[11]
‘Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nün (IISS), 2019’daki askerî harcamalara ilişkin raporuna göre, harcamalar 2019’da bir önceki yıla (2018’e) oranla ortalama yüzde 4 oranında arttı. Bunun 10 yılın en yüksek artışı olduğuna işaret edilen raporda, en yüksek artış yüzde 6 ile ABD ve Çin’de kaydedildi. Rapora göre, silah ve savunma harcamalarını en çok artıran ilk üç ülke ABD, Suudi Arabistan ve Çin olarak sıralandı.
Raporda, ABD’nin ayırdığı savunma bütçesine ilişkin dikkat çekici karşılaştırmalara da yer verildi. ABD’nin 2018’deki savunma harcamalarının 53 milyar 400 bin dolar arttığını ve bu sayının İngiltere’ye ait dünyanın altıncı büyük bütçesine denk geldiği ve tüm Avrupa ülkelerinin savunma bütçesinden de dört kez büyük olduğu vurgulandı.[12]
Şimdi burada durup; Eric Hobsbawn’ın, XXI. yüzyılın hemen başında kaleme aldığı ‘XX. Yüzyılda Savaş ve Barış’ başlıklı yazısından aktaralım:
“XXI. yüzyılda savaş, XX. yüzyılda olduğu gibi ölümcül olmayacaktır. Yine de büyük ölçekte acı ve kayıp yaratacak silahlı çatışmalar dünyanın genelinde yüksek düzeyde ve yaygın olarak -genellikle bir salgın şeklinde- mevcudiyetini koruyacaktır. Barış çağının umudu uzaktadır.”[13]
HEGEMONYA MÜCADELESİ
Antonio Gramsci’nin, “Eski dünya ölüyor, yenisi doğmakta zorlanıyor: Şimdi canavarların zamanıdır,” diye tarif ettiği, Eugene V. Debs’in de, “Er ya da geç her ticaret savaşı bir kan savaşı hâline gelir,” notunu düştüğü bir geçiş sürecinin öne çıkarttığı eksen “hegemonya mücadelesi” ya da “Jeopolitik güç kaymaları”dır.[14]
A. Engin Yılmaz’ın, “Hegemonya mücadelesi olarak ticaret savaşları”[15] olarak adlandırdığı durum için; Verda Özer’in, “İkinci Soğuk Savaş mı?”[16] sorusuna Deniz Adalı’nın verdiği yanıt nettir: “Paylaşım savaşı”![17]
‘Atlantik Konseyi’nin, 2016 tarihli ‘Küresel Riskler 2035’ başlıklı raporunda “Soğuk Savaş sonrası düzen bir ‘yeni normal’ yaratamadan çözülmeye devam ediyor.” “1990’ların tek kutuplu dünyası… Artık kesinlikle geride kaldı.” “ABD’nin gerilemesinin kesinleşmesi kaçınılmaz değil ama Çin ile açık bir çatışma riskleri artırır.” “Çin’de sert bir ekonomik kriz patlak verirse bu, dünya çapında bir ekonomik yıkıma, korumacılığa, siyasi istikrarsızlığa yol açar,” denirken;[18] bir nevi fragmantasyon (parçalanma) süreci olarak da yorumlanması mümkün olan uluslararası hâl, yeni bir düzensizlik veya küresel çalkantı dönemi. Yeni bir “belirsizlik çağı”. Eskinin ölüp, yeninin ne olacağının ise belirsiz olduğu bir tür sistemsel fetret devri.
Bu durumun ilk özelliği ABD hegemonyası sarsılıyor ve küresel sistemin iktisadi liderliğinin ilk kez Atlantik ve Batı dışına, Çin merkezli olarak Asya’ya kayıyor olmasıdır.
İkincisi de sürdürülemez kapitalist kriz ile devreye giren küresel çalkantının, yerkürede milliyetçi ve faşizan hareketleri besliyor olmasıdır.
Ve nihayet belirsizliklerle dolu geçiş süreci, totaliter tehdit ile ona itiraz imkânının önünü açıyor.
Örneğin Alman tarihçi ve gazeteci Christoph von Marschall, Trump’ın başkanlığındaki ABD’nin liberal düzenin garantörü konumunu kaybettiğini varsayarak, artık Almanya’nın bu sorumluluğu üstlenmesi gerektiğini belirtiyorken;[19] ‘Le Monde’ başta olmak üzere Avrupa’nın kimi önde gelen gazetelerinde ABD liderliğine ilişkin kuşkuları dile getiriyorlar.[20]
Öte yandan Almanya Başbakanı Angela Merkel, ABD’nin dünya liderliği döneminin sona erdiğini belirtirken; AB Dış Politika Sorumlusu Josep Borrell ile Fransa Cumhurbaşkanı Emanuel Macron da ABD dönemin artık sona erdiğini vurguladılar.[21]
AB ülkeleri ise -özellikle Almanya- üretimin ve ticaretin merkezinin Atlantik’ten Pasifik’e kaydığı son 20 yılda, Pekin’le daha yakın olmaya çalışıyor. Dahası Brüksel XXI. yüzyılın geride kalan ilk 20 yılında, giderek daha çok ABD’den bağımsız hareket etmeyi esas alıyor.[22]
Dahası da var! Trump iktidarıyla birlikte belirgin biçimde öne çıkan, salgın hastalıkla birlikte dozu daha da artan Çin düşmanlığı, ABD’nin istediği sonucu vermiyor. Çünkü ne Çin’in ekonomik gücünü, yatırım ve dış yardım kapasitesini durdurabiliyor ne de Çin’le ticaretini kesebiliyor. Şöyle ki, ABD Ticaret Temsilciliği Ofisi’nin (ustr.gov) 2018 verilerine göre, ABD-Çin ticaret hacmi 737.1 milyar dolar. ABD’nin ihracatı 179 milyar, ithalatı 558 milyar, dış ticaret açığı 379 milyar dolar. ABD’li şirketlerin Çin’deki yatırımları, Çinli şirketlerin ABD’deki yatırımları, ABD’nin Çin’den ithal ettiği ürünlerin çokluğu ve çeşitliliği dikkate alındığında, dış ticaret açığının büyüklüğüne rağmen, ABD’nin Çin’den vazgeçmesinin olanaksız olduğu görülüyor. Şunu da ekleyelim, ABD’nin en borçlu olduğu ülke de Çin…
Ekonomik büyüklüğü 14 trilyon dolar olan Çin, ABD’nin ardından ikinciyken; Dünya Bankası’nın satın alma gücü paritesi üzerinden yaptığı hesapla, 2019’da 23 trilyon doları geçen ekonomik büyüklükle ilk sırada… Çin’i, 19.5 trilyon dolarla ABD takip ediyor. Rusya ile birlikte Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) ve BRICS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika) gibi yapılara öncülük ediyor.
Çin, BM Güvenlik Konseyi’nde de Rusya’yla birlikte davranıyor. İkili, ilişkilerini stratejik ittifak olarak tanımlıyorlar. Lakin ŞİÖ’den beklentileri arasında kimi farklar var. Çin, Rusya’nın da en büyük ticaret ortağı ve Rus dış ticaretindeki payı, 2018 verileriyle, yüzde 12.4.
Rusya ise 17.1 milyon kilometrekare ile dünyanın en geniş sınırlarına sahip. Ekonomik büyüklüğü, 1.63 trilyon dolar. Petrol, doğalgaz ve maden ihracatına bağımlı olması, önemli bir sorun. Bu ihracat kalemleri dışında Rusya’nın öne çıkan iki gelir kalemi daha var; silah satışı ve nükleer santral yapabilme kabiliyeti. Fakat tarihsel birikimi, nükleer güç kapasitesi, BM içindeki konumu, liderlik yeteneği, jeopolitik konumu, yetişmiş insan gücü, bilim, kültür, sanat altyapısı sayesinde, ekonomik gücünün çok ötesinde bir nüfuza sahip.
Çin ve Rusya, henüz tek başlarına ABD’yi dengeleyip, dizginlemekten uzak olduklarını biliyorlar. ABD’ye karşı birlikte davranıyorlar. ABD de bunun farkında. Ne var ki karşı hamleleri sonuçsuz kalıyor. Dünya dönüyor. Dengeler değişiyor, yeni ittifakları doğuruyor.[23] Tüm bunlar da ABD’yi geriletiyor…
Gerçekten de Corona salgını ABD’nin küresel liderlik iddiasını yerle bir etti. En fanatik Atlantikçiler bile artık “ABD’nin istisnai ve seçilmiş bir millet” olduğu inancına ağıt yakıyorken; ‘The New York Times’ da, “ABD’nin liderlik rolü sona erdi” tespitini dillendirdi.[24]
Bu tabloda “Hegemonyasının çöküş sürecine adapte olamayan ABD yönetiminin, Trump döneminde devreye sokmaya başladığı, ekonomik ve siyasi politikaların gündeme getirdiği felaket senaryoları”yla yüzleşirken;[25] ABD hegemonyası zayıfladıkça, emperyalist devlet içeride de dışarıda da çözülme işaretleri veriyor. Salgın dönemi boyunca Beyaz Saray ile valileri ve belediye başkanlarını karşı karşıya getiren kökten ayrımlar, hatta Trump’ın valilere karşı halkı neredeyse silahlı isyana teşvik etmesi, merkezî hükümet ile federal yönetimler arasındaki çelişkiler ve en sonunda ABD’nin köleciliğinin bir yansıması olarak süren “beyazcılığına” karşı siyah öfkenin patlaması…[26]
DURUMA DAİR
Aurelius Augustinus’un (354-430) “Adalet olmayınca devlet, büyük bir çeteden başka nedir ki?” diye tarif ettiği hâlden muzdarip ABD emperyalizmi çürümüştür; sürdürülemez kapitalist gerçeği de!
Coronavirüs, kapitalist sistemin tüm çürümüşlüğünü ortaya çıkardı.
ABD’li ekonomist Dr. Richard Wolff, “Sağlık sistemi coronadan önce de çökmüştü ve yoksul bölgelerde 500 hastane kapatılmıştı” diyor. İlginç bir şey daha söylüyor: Sistem fazla doktor eğitilmesine izin vermiyor. Doktorların ücretleri çok pahalı ve bunun ucuzlatılması istenmiyor. Almanya’da 1000 kişiye 4.3 doktor düşerken ABD’de 2.6 doktor düşüyor. Sağlık sistemi tamamen kâr odaklı çalışıyor.
Amerikan yönetimi, yılda yaklaşık 1000 insanı polislerine sokakta öldürterek şiddetle toplumu yönetebiliyor. ABD, her yönüyle tam bir şiddet toplumudur.
Bayram Ali Eşiyok, ABD’de yaklaşık 27.5 milyon insanın, yani nüfusun yüzde 8.5’inin sağlık sigortası bulunmadığını vurguluyor.
“ABD’de 500 binin üzerinde insan (2019’da 567 bin 715 kişi) evsiz ve sokaklarda, 40 milyon insan ise yoksulluk ve yoksunluk içinde yaşıyor. Hapishanelerde 2 milyonun üzerinde mahkûm bulunuyor.”
Amerika dünyada hapishanelerde en fazla kişi barındıran ülke. 2016 verilerine göre, ABD’de yaşayan her 100 bin kişiden yaklaşık 655’i hapiste. Devlet hapishanelerindeki siyah ve beyaz oranı ise 1’e 5.[27]
ABD, dünyada kişi başına en fazla sağlık harcaması yapan ülkelerin başında gelmesine rağmen, (10.586 ABD Doları), büyük sosyo-ekonomik eşitsizlikler nedeniyle, Covid-19’dan en çok etkilenen ülke… ABD’de aynı zamanda kişi başına “cepten sağlık harcaması” da diğer gelişmiş ülkelerden fazla: 1.122 dolar… Bu rakam Almanya’da 738, Fransa’da ise 463 dolar…
Bin kişiye düşen yatak sayısı, ABD’de 2.8; Japonya’da ve Almanya’da 8.0…
Amazon’un patronu Bezos’u 150 milyar ABD doları kişisel servetiyle ABD’nin bir numaralı süper zengini yapan ekonomik sistem (Wolf diyor ki: Depolarında yüz binlerce kişiyi saatte 10 dolara çalıştırıyor), ancak ve ancak hastalıklı bir kapitalist yapının, eşitsizliğin ve çürümüşlüğün ürünü olabilir.[28]
Gerçekten de yerküre dehşet verici sorunlarla boğuşurken; 2019 yılında “ultra-zenginler” safına 31 bin kişi daha katıldı. ‘Knight-Frank’ın, 30 milyon dolardan fazla serveti bulunan bireyler olarak tanımladığı raporda ultra-zenginlerin 240 bin 575’i ABD’de yerleşik ve serveti 1 milyar dolar eşiğini aşanların sayısı ABD’de 631. Ve ayrıca ‘Bloomberg’in haberine göre ABD’de ultra-zenginlerin maliyeye yüzde 40 vergi ödemeden varlıklarını çocuklarına veya torunlarına aktarmalarına olanak tanıyan dolambaçlı bir sistem var.[29]
Amerika’nın en zengin 400 kişisi, nüfusun daha yoksul yüzde 50’sini oluşturan 150 milyon kişinin toplam gelirinden fazla kazanmaktadır.[30]
Derin ve yaygın eşitsizliğiyle ABD’nin ekonomik büyüklüğü, -Dünya Bankası verilerine göre- 21.4, federal borcu ise ABD borç saatine (usdebtclock.org) göre 26.5 trilyon dolar civarında.
Hâlen dünyanın en güçlü devleti olsa da zayıflıyor. Türkiye’nin ekonomik büyüklüğü kadar savunma bütçesi var. Nükleer silah kapasitesinde, uçak gemisi ve denizaltı sayısında lider. 150 kadar ülkede, irili ufaklı, açık gizli 800 dolayında askerî üsse sahip. Ancak, hegemonya kabiliyeti aşınıyor. Salgın hastalık hem ekonomisini sarstı hem toplumsal bünyesindeki fay hatlarını daha da belirginleştirdi.
ABD, strateji belgelerinde “hasım güçler” olarak tanımladığı Rusya ve Çin’in artan nüfuzunu geriletemiyor. Almanya’nın daha bağımsız davranma çabasını dizginleyemiyor.
Bu hâlin öteki boyutlarına gelince…
ABD, dünyanın en büyük üretim sektörüne (dünya toplamının yüzde 18.2’si, Çin; yüzde 17.6) sahip olmasına rağmen üretim alanındaki şirketlerin yüzde 67’si nitelikli işçi sıkıntısı çekmektedir. Yasal olmayan yollardan ülkeye giren 20 milyon niteliksiz işçi yanında, 60 milyon sıradan işin dışarıdan sağlanıyor olması diğer bir soru(n) sahasıdır.[31] ABD halkının yüzde 37’si en büyük ekonomik sorun olarak fiyat artışlarını, yüzde 38’i işsizliği, yüzde 15’i bütçe açığını, yüzde 14’ü vergileri gösterdi. Amerikan halkı bugün de pek çok şeyden dolayı mutlu değildir. Dünyanın en güçlü ülkesi olmasına rağmen 360 milyon nüfusun en az 56 milyonu karne ile besleniyor. Elimizde uzun bir liste var. Yetenekli insan açığı artıyor, ücretler artmıyor.
Hükümet yılda 927 milyon dolar değerinde sosyal güvenlik ve sağlık programı uygulamaktadır ve Amerikan halkının yaklaşık üçte biri bu programlardan yararlanmaktadır. ABD içinde hapisteki insan ve obez sayısı, silah miktarı ve enerji tüketiminin yüksek olması, ilkokul öncesi okula çok az çocuk gitmesi gibi sorunlar alarm vermektedir. ABD’nin sosyal sorunlarının başında orta sınıfın çöküşü, evlilikler, dinî özgürlükler, Latinlerin durumu gibi konular gelmektedir.[32]
Yalnız yaşayan annelerin, iki işte birden çalışmak zorunda olması çocuklara ayıracak zaman bırakmamaktadır. Siyahlar ABD’nin patlamaya hazır bombasıdır ve bu yüzden siyahları sisteme daha çok entegre etmek, bunun için de dönüştürmek hedeflenmektedir. ABD’nin 38 eyaletinde yaklaşık 300 milyon kişi bir çeşit sokağa çıkma yasağına tabi. Kriz böyle devam ederse ABD’nin geleneksel sorunları olan evsizlik, sosyal izolasyon, kronik veya akut sağlık problemleri, pahalı sağlık giderleri ve düşük ücretler listesine gıda maddesi yetersizliği de eklenecek. ABD’de insanlar binlerce km uzunluğunda yiyecek yardımı ve işsiz kuyrukları oluşturdu. Sadece halkın kredi kartı borçları 1 trilyon doları geçmiş durumda.[33]
Asıl soru(n), uluslararası sistem ile ilgili; finansal ve başta iklim koşulları olmak üzere çevresel olarak bir çöküş yaşanıyor. Kapitalizm artık ekonomileri taşımıyor. Tüm ülkeler benzer sorunlar içinde; üretim yok, iş yok, ihtiyaç çok, gelir yok ama borç çok. Sadece ABD’nin ulusal borcu 23 trilyon dolar. Ülkeler borç krizi içinde iken, tüketime alıştırılmış insanlar evsiz, işsiz ama borçlu. Bir Amerikalı ailenin yıllık ortalama geliri 49.103 dolar, bundan sosyal sigorta ve vergiler çıktığında aylık 3.300 dolar civarındadır. Okul aidatları olmadığını varsayın, 700 dolar aylık iki arabanın taksitleridir. Yiyecek, giyecek ve ev aletleri için ayda 1.200 dolar harcanır. Geriye kalan 1.400 dolar içinde ev ipoteği (yaklaşık 200 dolar), emlak vergileri ve sigortalar, ev aletleri tamiri gibi masraflar da ödenmelidir. Finansal sistemin başarısızlığı hem ABD’de hem de Avrupa’da ekonomik ve siyasi krizlere dönüşmüş durumdadır.
Jim O’Neill’in, “ABD’de işsizlik oranı son derece düşük olsa da büyüme döngüsü yavaşladı ve ekonomi gitgide kırılganlaşıyor,”[34] notunu düştüğü tabloda ABD’de hâlihazırda düşük olan ortalama yaşam süresi Trump iktidarının ilk iki yılında daha da düşüş gösterdi. 2017’de orta yaşta ölümler İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en yüksek seviyeye çıktı. Şaşırtıcı değil çünkü “Başkan” daha fazla Amerikalının sağlık sigortasından mahrum kalması için çalıştı ve sigortasız nüfus yalnızca iki yılda yüzde 10.9’dan 13.7’ye fırladı.
Ortalama yaşam süresinin kısalmasına sebep olan etmenlerden biri de Anne Case ile Angus Deaton’ın “çaresizlik ölümleri” dediği olguydu. Bunlar arasında alkol, uyuşturucu ve intihar kaynaklı ölümler vardır. 2017’de bu tip ölümlerin sayısı, 1999’un 4 katıydı.
Trump en zengin yüzde 1’lik kısım için iyi bir başkan olabilir (özellikle en zengin yüzde 0.1 için) fakat nüfusun geri kalanı için pek de iyi olmadı. 2017’nin vergi kesintisi politikaları tam olarak yürürlüğe girerse ikinci, üçüncü ve dördüncü beşlik vergi dilimlerinde yer alan neredeyse tüm haneler daha fazla vergi ödeyecek.
Vergi indirimleri ultra zenginlere ve şirketlere yarıyor. Dolayısıyla ABD hane gelirlerinin 2017 ve 2018 kesitinde ortalama gelirlerinde kayda değer artış olmamasına kimse şaşırmamalı. Milli gelirdeki artışın büyük bölümü tepedekilere gidiyor. Trump yönetimi görevi devraldığından beri reel haftalık maaşlar yalnızca yüzde 2.6 arttı ve uzun yıllardır yatay seyreden trendi telafi etmekten uzak kaldı. Ortalama bir işçinin maaşı reel olarak 40 yıl öncesinin yüzde 3 altında. Sosyal adaletsizlikler adına da pek bir gelişme kaydedilemedi: 2019’un son çeyreğinin verilerine göre, ortalama bir siyahî işçinin maaşı, beyaz bir işçinin maaşının dörtte üçünden bile azdı.
Daha da kötüsü, yaşanan büyüme çevresel açıdan sürdürülebilir de değildi. Trump’ın denetimleri hepten kaldırması ve parasal maliyet-kazanç verilerine odaklanması sayesinde durum daha da kötüye gitti. Hava daha kirli, su daha içilmez ve gezegen iklim krizine daha fazla maruz bırakılıyor. Aslında bakarsanız iklim değişikliğinden kaynaklanan kayıplar ABD’de yepyeni rekorlar kırıyor. Oluşan zarar 2017 verilerine göre milli gelirin yüzde 1.5 seviyesinde.
Vergi indirimleriyle birlikte yeni bir yatırım dalgası gelecekti. Bunun yerine şirketler tarihte görülmemiş şekilde kendi hisselerini geri toplamaya başladılar. 2018 yılında 800 milyar dolar kadar hisse şirketlerce geri toplandı. Kâğıt üstünde yüzde 100 istihdama hiç olmadığı kadar yaklaşan ülkede, 2019 yılının bütçe açığı 1 trilyon dolar seviyesine yaklaşarak rekor kırdı. Yatırımlar zayıf seyrederken dahi yurtdışından borçlanmak zorunda kaldık. Elimizdeki verilere göre dış borçlanma senelik 500 milyar dolar seviyesine ulaştı ve Amerika’nın borçluluk pozisyonu bir yılda yüzde 10 arttı.
Trump’ın ticaret savaşları ise tüm esip gürlemeye rağmen ABD’nin ticaret açığını azaltmadı; 2016 yılına nazaran 2018’de dörtte bir daha yüksek bir seviyede. Hatta Çin ile ikili ticaret açığı da 2016 seviyesinin dörtte bir üzerinde gerçekleşti…
İstihdamda artış hızının düşük kalmasına şaşmamalı, çünkü sağlıksız insanlar çalışamazlar. Engelli insanlar, hapis yatan insanlar (ABD’de hapsedilme oranları 1970’ten bu yana altı kat arttı ve hapiste 2 milyon insan var) ya da inancı kalmadığı için iş aramayı bırakanlar da ‘işsiz’ sayılmıyor. Tabii aslında gayet işsizler. Diğer yandan, makul maliyetlerde çocuk bakım hizmeti sağlamayan bir ülkede kadının işgücüne katılımı oranlarının da yüksek olmasını beklememek gerek. Kadın istihdamı, diğer gelişmiş ülkelerin on puan altında.[35]
Bu ekonomik zeminde “Temsil krizinin işaretleri”ne[36] de dikkat etmek “olmazsa olmaz”dır.
Kolay mı? Yıllar yılı “Batı demokrasisi”, “Amerikan demokrasisi” diyerek, dünyanın geri kalanı üzerinde oluşturulan örnekliğin aslında bir karşılığının olmadığı, hegemonya kurmaya dönük üstünlük algısı oluşturma içeriğine sahip bir algı balonu olduğu bugünlerde iyice ortaya çıktı. O kadar ki Amerika’da iş zora girince ne kadar demokratik değer varsa ayaklar altına alınıyor hatta artık iç savaş sesleri yükseliyor…
Trump yönetiminin federal yarı askerî (paramiliter) polis güçlerini ülke genelindeki büyük kentlere konuşlandırma planı, demokratik haklara yönelik saldırıda ve polis devleti yönetimi kurulmasında keskin bir tırmanışı ifade etmektedir.
Bu güçlerin Portland’da seferber edilmesi, şimdiden Latin Amerika’daki ölüm mangalarını hatırlatan görüntülere yol açtı. Birliğini gösterir bir işaret veya isimlik olmayan kamuflajlar giyen çeteler, protestocuları yakalıyor, onları işaretsiz kamyonetlerin ve arabaların içine atıyor ve sorgulamak, belki de daha kötüsü için alıp götürüyor.
Trump açıklamalarında New York, Chicago, Philadelphia, Detroit, Baltimore, Oakland ve diğer şehirlerde benzer adımlar atma tehdidinde bulundu. Trump, polis şiddetini protesto edenler hakkında şunları söylüyordu: “Bu insanlar anarşistler, ülkemizden nefret eden insanlar ve ileriye gitmelerine izin vermeyeceğiz.”
Amerikan kentlerinin bu federal ajanlarla istila edilmesinin yasal veya anayasal bir temeli bulunmamaktadır. Kongre, konuşlandırılmalarına izin vermemiştir ve karşılık gelen herhangi bir olağanüstü durum söz konusu değildir. Trump’ın şiddet ve anarşi iddialarına karşın, asıl şiddet onun haydutları tarafından uygulanmaktadır.
Trump’ın adımları, polisin George Floyd’u öldürmesinin ardından patlak veren kitlesel protestoları bastırmak için 1807 tarihli İsyan Yasası’nı uygulamaya koyup silahlı kuvvetleri konuşlandıracağını ilan etmesinin üzerinden iki ay geçmeden gelmektedir.
Demokrat senatör Richard Bluemental ise bu hususta şöyle diyor: “Trump’ın temel haklarını arayan kişilere karşı diktatörce çabaları, derin bir şekilde anti demokratik ve tehlikelidir.”[37]
Evet “Amerikan Rüyası/ The American Dream”nın artık bir kâbusa dönüşmeye başladığını kanıtlayan bir atmosfer giderek ağırlaşıyor.
“Amerika’da herkesin rüyaları gerçekleşebilir” savının aslında, soykırıma uğratılan yerliler, modern köleciliğin Afrika’dan kopartarak getirdiği siyahlar, daha yakın zamanda gelişmekte olan ülkelerden gelen göçmenler, sık sık da işçiler için bir kâbus olduğunu, sol ve liberal eğilimli entelijansiya ile sanatçılar yaklaşık 200 yıldır vurguluyorlar.
İç savaşı köleci eyaletler kaybetti, kölecilik kalktı ama siyahlar 1960’ların sonuna, Sivil Haklar ayaklanmalarına kadar vatandaşlık haklarını gerçek anlamda kazanamadılar. Dahası, ırkçılık kimi zaman açık, çoğu zaman sosyo-ekonomik sonuçlarıyla yapısal olarak varlığını bugüne kadar sürdürdü.
Şimdi iki vektörün bileşkesinde, ırkçılığa karşı yeni bir isyan dalgası yükseliyor. Birincisi: Trump döneminde dinci, ırkçı “Yeni Faşist” gruplar, Trump’ın ırkçı, dinci, paranoyak ve otoriteryen söylemin etkisiyle giderek güçlendiler. Irkçı terörizm, siyahları hedef alan polis cinayetleri sıklaşmaya başladı. İkincisi: Trump’ın, insan yaşamına değer vermeden, saçma sapan önerilerle yönetmeye çalıştığı bir pandemi, ölü sayısı artar, ekonomi çökerken yapısal ırkçılığın etkilerini daha da ağırlaştırdı.
Bu kez farklı olan, ırkçılığa karşı yeni dalga karşısında geleneksel muhafazakâr entelijansiyanın korkuları, bu “yeni dalga”dan çok, derinleşen kutuplaşma ve her fırsatta parlamenter demokrasinin kurallarına, güçler ayrılığı ilkesine tecavüz eden, dış politikayı kendi ekonomik siyasi çıkarlarına alet eden Trump yönetiminin ve Trumpçı kitlenin olası tepkilerinin yaratacağı sonuçlar üzerinde yoğunlaşıyor.[38]
Oysa Trump “Amerika’yı yeniden büyük yapacağım” diyerek Başkan seçildi, muhafazakâr The American Interest dergisi editörü Adam Garfinkle’ın, “Şimdiki çılgınlık”, “Sineklerin efendisi durumları” gibi ifadelerle tanımladığı bir noktaya geldi…
Peki, şimdi ABD nereye gidiyor? Garfinkle, yazısının sonuna doğru, “Dikkat ederseniz hâlâ Trump’tan söz etmedim” dedikten sonra, Trump’ın daha derin bir bozulma sürecinin ürünü olduğunu vurguluyor. Garfinkle, bu bozulmayı, toplumun üzerinde anlaşılmış ortak değerlerini kaybetmesine bağlıyor, John Donne’un Galileo’nun kitabı yayımlandıktan (1610) sonra yazılmış bir şiirinden (1612) aktarıyor: “Her şey paramparça, tüm ahenk gitti.”
Bu durumu “egemen ideolojinin verimliliğini yitirmesi” olarak da tanımlayabiliriz. Bu da bizi, yine Başkanın realiteden kopuşuna getiriyor.
Trump 2002 yılından bu yana, Hıristiyanlığın en uçuk yorumlarından, “neokarizmatik” akımının önden gelen sözcülerinden Paula White’ı dinî danışman olarak kullanıyor.
Foreign Policy dergisinde yayımlanan, “Milyonlarca Amerikalı Trump’ın gerçek cinlerle, şeytanla savaştığına inanıyor” başlıklı araştırmanın yazarı, bu kadının görüleri için “çok tehlikeli” ifadesini kullanıyor. Bu kadın, Trump’ın “karanlık güçlerle, şeytanın ajanlarıyla, cinlerle, zebanilerle savaştığına” (metafor olarak değil gerçekten) inanıyor; “siyaseti ve jeopolitiği bu güçlerin komploları, savaşları olarak” okuyor. “Göçmenlerin, şeytanın ajanları olduğuna inanıyor.” Onları cadılıkla, sihirle uğraşmakla suçluyor. Diğer bir deyişle yaklaşık 20 yıldır Trump’ın dinî görüşlerini, bir anlamda dünya algısını, dünyayı, şeytanın ajanları, cinler, cadılar arasında süren savaşlara ilişkin komplolarla açıklayan bir fanatik etkiliyor.[39]
TRUMP FELAKETİ
Başkanlık sloganı, “Amerika’yı Yeniden Büyük ve Yüce Yapalım/ Make America Great Again” yani baş harflerinin kısaltmasıyla “MAGA!” olan Donald Trump’ın bir felaket olduğu kimse için “sır” değil…
Aklının yerinde olmadığı konusunda yaygın tartışmalar yapılan Trump’ın berbat bir ırkçı olduğu iyice ortaya çıkmışken; ağzının ayarının olmadığı, daha doğrusu zihninin ağzını yönlendirdiği biliniyor. Yani gaf yapan değil, ne söylüyorsa inanarak söyleyen biri ABD’nin Başkanı!
Örneğin Afrika, El Salvador, Haiti gibi ülkelerden “bok çukuru” diye söz edebildi.
Onu kat kat geçmiş olmasına rağmen eski Başkan George W. Bush’la ortak yanları var Trump’ın. Bush da, yıllar önce Rusya’da düzenlenen bir G8 toplantısında “kankası” eski İngiltere Başbakanı Tony Blair’le konuşurken açık olduğunu unuttuğu mikrofondan, “Ortadoğu’daki krizi çözmenin anahtarı, Hizbullah ve Suriye’nin bu boku yemeye son vermeleridir” gibi laflar da sarf etmişti…[40]
Bunların yanında Trump’ın dili rakiplerine yönelik ağır sözlerle, hakaretlerle ihbarcıların idam edilmesine ilişkin önerilerle, sık sık tekrarlanan kitlesel toplantılarla birlikte giderek sertleşirken; rakiplerini değersizleştirmenin ötesinde şeytanlaştırıyor![41]
“Dayatmacı” keyfîlikle “kurallara” aldırmayan Trump’tan duyduğumuz tehlikeli sözlere, aynı derecede tehlikeli eylemler eşlik ediyorken; o, Bush döneminde terörizme karşı kurulan ‘İç Güvenlik Örgütü’nü, Federal Acil Yönetim Ajansı’nı (FEMA) kendisine bağlı güvenlik güçlerini, toplumsal muhalefete karşı kullanmaya başladı. Örneğin bunlar, “Siyah Yaşamlar Önemlidir” hareketinin doğduğu, Portland’da (Oregon), gözlerine kestirdikleri vatandaşları, hiçbir açıklama yapmadan plakasız arabalara atıp götürüyorlar. Seçimlere “kanun ve düzen” adayı olarak girmeye karar veren Trump, bu plakasız arabaları ve kimlik taşımayan güvenlik güçlerini “Siyah Yaşamlar Önemlidir” hareketinin görüldüğü Chicago, New York, Philadelphia, Detroit, Baltimore gibi kentlere de göndermeye başladı. Bu kentlerin Demokrat Parti’den valileri, Trump’ın tutumunu otoriterlik olarak nitelediler.
‘The New York Times’da Michelle Goldberg de “Trump’ın Amerikan kentlerini işgali başladı” başlıklı yorumunda, “Protestocular, sokaklardan hiçbir tutuklama emri olmadan derdest edilip götürülüyorlar. Hâlâ buna faşizm demiyor muyuz,” diye soruyor, ‘On Tryranny/ Tiranlık Üzerine’nin yazarı Timothy Snyder’in saptamasını aktarıyordu: “Paramiliter güçlere dikkat edin. Lider yanlısı paramiliter güçlerle polis iç içe girmeye başlamışsa demokrasinin sonu gelmiş demektir.”[42]
Gerçekten de “Tahakküm kurmalısınız. Göstericileri tutuklayıp, yargılamalısınız. Tahakküm kuramazsanız onlar indinde bir denyodan farksız kalırsınız!” sözleri 140 kente yayılan George Floyd gösterileri için valilere ve belediye başkanlarına Trump’ın verdiği talimat![43]
Varın gerisini siz tasavvur edin; bir de Trump’ın, “ABD’nin aşırı solcu faşizmin kuşatması altında olduğu”nu[44] haykırışını da unutmadan…
Bu tabloda “ABD’nin kuruluş tarihi 1776’dır. ABD’nin yaklaşık 250 yıllık bir geçmişi vardır. Bu geçmişe karşın kurumların yönetime ve başkana kayıtsız koşulsuz teslim olmadığı yaşananlarla bir kez daha kanıtlandı,”[45] türünden ucuz “tespitlerin” bir kıymet-i harbiyesi yokken; Trump’ın azledilme söylenceleri “hoş” ve boş bir seda olmanın ötesine geç(e)memiştir.
Tıpkı Başkan’ın eski “Ulusal Güvenlik Danışmanı” John Bolton’un, ‘Bir Beyaz Saray Anısı: Her şeyin Olup Bittiği Oda/ The Room Where It Happened: A White House Memoir’ başlıklı kitabıyla birçok “sırrı” ifşasının ya da eski emlak kralının genç yaşta ölen abisinin kızı Mary Trump’ın, ‘Çok Aşırı ve Yetersiz: Ailem Dünyanın En Tehlikeli Adamını Nasıl Yarattı?/ Too Much And Never Enough: How My Family Created the World’s Most Dangerous Man” başlıklı yapıtının deşifresinin de bir işe yaramaması gibi…[46]
Muhaliflerin susturulup, eleştiri ve itirazların işlevsizleştirildiği Trump’lı ABD’de Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi, “Biz bir muz cumhuriyeti mi olduk?” sorusunu dillendirirken; ‘The New Yorker’ın yanıtı kısa: “Henüz orada değiliz ama her halükârda yerinde bir soru bu. Amerikan demokrasisinin geleceği belirsiz!”[47]
Gerçekten de “Trump, ikinci kez seçilebilmek için ülkede Yeni Faşizmi destekliyor, dünyada Çin ile sıcak çatışma riskini göze almış görünüyor ve Trump ateşle oynuyor!”[48]
“Trump döneminde başlayan ‘süreç olarak faşizmi’ hızlandıran gelişmeler, Trump’ın Beyaz Sarayı terk etmeye niyetli olmadığını, kasım seçimlerinde bir ‘hukuk darbesi’ olasılığını gündeme getiriyor.
Trump, artık denetimden çıkan Covid-19 salgını üzerine konuşmuyor, yerine ırkçı, dinci bir ‘hukuk ve düzen’ söylemini yoğunlaştırıyor: Irkçılığın ve köleciliğin simgesi olan Güney’in bayrağını savunuyor. ‘Siyah Yaşamlar Önemlidir’ hareketini bastırmaya çalışıyor; polisin siyahlardan çok, beyazları öldürdüğünü iddia ediyor. Onu Mesih olarak gören dinci Evanjelik seçmenin fantezilerine kendisinin de inanmaya başladığı, ‘kültürel Marksizm’ denen bir komployu yayan kimi fanatikleri Beyaz Saray’da yanına aldığı görülüyor.
Bir The Nation araştırmasına göre, Trump’ın maşası olarak çalışan, artık uluslararası ilişkiler konusunda da demeçler vermeye başlayan (büyük ABD şirketlerini Çin konusunda uyarıyor, hatta tehdit ediyor), Başsavcı William Bar’ın emriyle Federal Hükümet (merkezî hükümet) 17 yıl sonra idamları yeniden başlatmış. İki kişi idam edilmiş, ilk sırada iki kişi daha ve ondan sonra da 60 idam mahkûmu var. Bu sırada Trump, CIA’nın gizli operasyon yapma yetkisini genişletmiş. The Guardian ve Los Angeles Times’ın aktardıklarına göre, Trump’a bağlı Gizli Servis personeli Oregon’da plakasız arabalarla, kimliksiz üniformalarla dolaşıyor, insanları herhangi bir gerekçe göstermeden alıp götürüyor, daha doğrusu kaçırıyorlarmış. Kısacası ‘süreç olarak faşizm’ ilerliyor.”[49]
NEO-FAŞİZM
Gerici, otoriter ve/veya faşist bir aşırı sağ dalga dünyanın her yerinde yükselişte: Hâlihazırda, dünya üzerindeki ülkelerin yarısına hâkim olmuş durumda. En bilinen örnekler şunlar: Trump (ABD), Modi (Hindistan), Orbán (Macaristan), Erdoğan (Türkiye), IŞİD (İslâm Devleti), Salvini (İtalya), Duterte (Filipinler) ve şimdi de Bolsonaro (Brezilya). Ama bir sürü başka ülkede de, henüz bu kadar açık tanımlanamasalar da, bu trende yakın hükümetler var: Rusya (Putin), İsrail (Netanyahu), Japonya (Shinzo Abe), Avusturya, Polonya, Burma, Kolombiya vs.
Bu aşırı sağ dalganın her ülkede kendine has özellikleri var: Birçok durumda (Avrupa, ABD, Hindistan, Burma), düşman -yani günah keçisi- Müslümanlar ve/veya göçmenler; bazı Müslüman ülkelerde, dinî azınlıklar (Hıristiyanlar, Yahudiler, Êzîdîler). Bazı örneklerde yabancı düşmanı milliyetçilik ve ırkçılık ağırlıkta, diğerlerinde ise kökten dincilik ya da sol, feminizm ve homoseksüel nefreti. Görüldüğü gibi çeşitlilik söz konusu ama hepsi değilse bile çoğunluğun paylaştığı bazı ortak özellikler de var: Otoriterlik, köktenci milliyetçilik -“Deutschland über alles” ve onun yerel varyantları: “America First” (Önce Amerika), “O Brasil acima de tudo” (Her Şeyden Önce Brezilya) vb.- dinî veya etnik (ırkçı) hoşgörüsüzlük, toplumsal sorunlara ve suça karşı tek yanıt olarak polis/ordu şiddeti. Faşist veya yarı faşist nitelemesi bazıları için geçerli olabilir.[50]
Bu noktada şunu belirtmekte yarar var: Donald Trump ve Boris Johnson gibi adeta birbirinin kopyası tiplerin, aynı dönemde ortaya çıkması bir rastlantı değil. Bunlar, Reagan ve Thatcher ile başlayan neo-liberal küreselleşme sürecinin, ona eşlik eden postmodernizmin, 2008 finansal krizinde ifadesini bulan iflaslarının semptomlarıdır…
Popülizmin geri gelişi, “biz ve onlar” ikilemini yeniden canlandırdı ve siyaset alanını yeniden açtı. Ne yazık ki şimdilik bu ikilem içinde, “Yeni Faşizm” bir “biz” inşa ediyor. Trump, Johnson gibi tipler bu “biz”e dayanarak iktidara gelmeye ve orada kalmaya çalışırken “Yeni Faşizm”in değirmenine su taşıyorlar.
Çare bu süreci görmezden gelerek eski “uyumlu, kapsayıcı politika fantezisine” kapılmaktan değil, daha büyük bir ilerici, anti-faşist “biz” yaratmaktan geçiyor. Bunun ilk adımı da solun birlikte çalışmanın yollarını bulmasında…
Bu zorunluluk göründüğünden çok daha acil. Çünkü kapitalizmin ve uluslararası jeopolitiğin dinamikleri, ırkçılıktan, milliyetçilikten, emperyalist yeniden paylaşım rekabetlerinden, dolayısıyla da “Yeni Faşizm”den yana işliyorken;[51] 1980’lerde yeni küreselleşme sürecinin merkezinde ABD vardı. Ve 2008 finans krizi sonrası dönemde yükselmeye başlayan “yeni-faşizm”in merkezinde de ABD yer alıyor.[52]
Yeri gelmişken, belirtmeden geçmeyelim: Devlet kapitalizmi, yalnızca Çin’e ait bir gelişme değil. ABD yönetimi de benzer yönde ilerlemeye başlıyor. Davos’çuların neo-liberalizme yönelik eleştirilerinin, siyasal istikrarsızlıklara ilişkin kaygılarının cilasını kazıyınca, bir devlet kapitalizmi seçeneği belirmeye başlıyor. Böylece “1984” tipi rejimlerin ya da XXI. yüzyılın faşizminin, gelişme olasılıklarının önü açılıyor.[53]
Bu noktada “temsilî demokrasi”, “oy” gibi söylencelerin bir karşılığı yoktur.
“Oy Kullanıyorum. O Hâlde Özgürüm” diyerek gönül rahatlığı ile dolaşabilir misin?
Mesela, Amerikalı ünlü bilimkurgu yazarı Robert Anson Heinlein çok da haksız mıydı, “Tarihte, çoğunluğun haklı olduğu bir tek örnek gösterebilir misiniz…” derken?[54]
“Liberal demokrasinin iflası olarak faşizm”[55] gerçeğine yeniden kafa yorulması gereken zamanlardan geçiyoruz…
Hatırlayın: Irkçı, gerici, demagog Trump, başkan seçildikten sonra canlanan “faşizm” tartışmaların içinde bir tarihçi, 1930’larda Almanya’da Naziler iktidara gelmeden önceki Demokratik Weimar Cumhuriyeti’nin siyasi ve kültürel canlılığını “yanardağın kıyısında dans etmeye,” benzetmişti.[56]
Ayrıca Trump yönetiminin içinden biri ‘The Guardian’a, “Amerika biraz Weimar Cumhuriyeti’nin son dönemine benzemeye başladı” demiş. Weimar Cumhuriyeti (1918-1933) yerini Nazi devletine bırakmıştı.
Bu analoji güçlü, çünkü içinde büyük gerçeklik payı var. O dönemde de bir coronavirüs pandemisi vardı (İspanyol gribi – 1918-20). “Büyük Depresyon” içinde, işsizlik yüzde 30’a yükselmişti. Salgın, tarihte hemen her pandemide olduğu gibi bir suçlu arayışına yol açıyordu. Avrupa’nın geleneği de bu “göreve” Yahudileri ve yabancıları (“ulusu kirleten, aşağı ırktan” insanlar) atıyordu. Büyük Savaş’tan hezimete uğrayarak çıkan Almanya’da milliyetçi kesimler düş kırıklığı yaşıyor, bu duygu “Yahudi ihaneti” paranoyası üzerinden nefret ve intikam, “ulusun büyüklüğünü” kanıtlama saplantısına dönüşüyordu. Sokaklarda silahlı faşist milisler Yahudilere, işçi hareketine saldırıyor, halkı yıldırmaya çalışıyordu. Almanya sosyal formasyonunun bütün çelişkileri birden derinleşiyor, toplum dağılma sürecine giriyordu. Büyük sermaye, silahlı milislerden çekinmekle birlikte, işçi sınıfını yeniden disiplin altına almak, ekonomiyi çalıştırmaya başlamak için Nazilerin iktidarını kabul etme düşüncesine giderek yaklaşıyordu.
Bugün de ABD’de ekonomi serbest düşüşte, işsizliğin hazirana kadar yüzde 25’e yükselmesi bekleniyor. Bunlar coronavirüs salgınının etkilerinden kaynaklanıyor. Ancak, bu salgın ABD’de yıllardır giderek şekillenen ve ifadesini Trump’ın seçilmesinde bulan bir dizi ekonomik, coğrafi, kültürel çatlağın üzerine geldi ve onları daha da derinleştirdi.
Bu çatlaklar kabaca şöyle: Sınıf (emek sermaye), ırk (beyazlar ve diğerleri), din (Protestan Evanjelik ve Katolik, Müslüman, Yahudi), kentsel ve kırsal (taşra). Bu çatlaklar, “biz” ve “onlar”, kırmızı (cumhuriyetçi) ve mavi (demokrat), “yurtsever” ve “küreselleşmeci” (liberal seçkinler ve Yahudiler anlamına da geliyor) saflaşmasına yol açıyor. Coronavirüs salgınının etkisiyle hızla derinleşmeye başlayan bu çatlakların taraflarının birçok alanda örtüştüğü (örneğin beyaz, Protestan, taşra ve yabancı -Katolik, Müslüman-, büyük kentler gibi), emek, sermaye ve ırkçılık kategorileri etrafında toparlanabileceği görülüyor. Dünyada, ABD hegemonyası artık yok! Bu da halkta yönetici seçkinlere yönelik bir düş kırıklığını, iktidarsızlık duygusunu besliyor, Amerika’yı, yabancı unsurları temizleyerek “yeniden büyük yapma” saplantısına dönüşüyor…
Çünkü Trump, Covid-19 salgını ve ekonomik depresyon etkisiyle zayıflayan seçilme şansını bu bölünmüşlükleri kullanarak ve faşist hareketlerle “ekonomiyi yeniden açma” talebi üzerinde buluşarak, onların sözcülüğünü üstlenerek telafi etmeye çalışıyor. “Güney (Amerikan İç Savaşı’nın köleci kanadı), Trump yönetimi altında yeniden canlanıyor.”[57]
California, Kuzey Carolina, Ohio, Michigan, Los Angeles, Iowa gibi birçok kentte ekonomiyi açma talebini bir özgürlük konusu yapan silahlı milislerin de katılığı büyük protesto gösteriler düzenlendi. Ohio’da silahlı milisler Eyalet Meclisi binasına girdiler.
Beyaz Saray’ın kendi yaptırdığı, günlük ölü sayısının 3 bin, toplam sayının 100 bin ile 250 bin arasına çıkabileceğini hesaplayan Covid-19 araştırmasına karşın, Trump bir an evvel ekonomiyi, özellikle işçilerin yaşamı pahasına açmaya çabalıyor, bu amaçla da silahlı milislerin katıldığı toplantıları açıkça destekliyor; Beyaz Saray’da kurulan Covid-19’la mücadele timini dağıtmaya hazırlanıyor. Bu noktada, faşist grupların, Cumhuriyetçi Valilerin, sermayenin ve Trump’ın arzuları birleşiyor.
Trump’ın ekonomiyi yeniden açma planında, işveren çağırdığında işe gitmeyen işçilerin, işyeri ve çalışma güvenliği koşullarına bakılmaksızın “gönüllü işsiz” sayılarak, işsizlik ödeneklerinin kesilmesi de yer alıyor. Kimi eyalet valileri daha şimdiden bu “aç bırakarak canı pahasına, zorla çalıştırma” yöntemini yasalaştırmaya başlamışlar.
Böylece ekonomiyi açma süreci, aynı zamanda, Trump liderliğinde “yeni faşizmi” ve sermayeyi birbirine yakınlaştıran bir cephenin, yerli/göçmen işçi sınıfına yönelik güçlü bir saldırısını da beraberinde getiriyor.[58]
Bir Weimar Cumhuriyeti olarak ABD’de Trump’ın yalanları aslında nihilizmin maskesi ve neo-liberal faşizmin ideolojik tasarımını üretiyor. Bu şartlar altında devletin finans modeli yeniden yaratılıyor, tüm toplumsal ilişkiler ekonomik hesaplara göre değer kazanıyor ve ultra milliyetçilik ile sağ popülizm, beyaz üstünlüğü üzerinden zehirli ve gamsız bir savunma mekanizması yaratıyor. Trump, şaşırtıcı olmayan bir şekilde dili bir savaş aracı, sosyal medyayı da kendisine muhalif olanları kriminalize etme, göçmenleri insan yerine koymama ve kendisini beyaz milliyetçilerin ve diğer aşırı grupların sözcüsü yapma gücünü veren bir duygusal mayın tarlası olarak görüyor.
Faşizm ilk olarak dille başlar, ardından ayrımcı şiddeti belli bir gruba uygulamayı -siyahlara, Yahudilere, göçmenlere ve diğer “elden çıkarılabilir olanlara”- meşrulaştıracak bir şekillendirmek için aradığı itici gücü kazanır. Bu maskenin ardında, Trump kendisini eleştirenleri “düşman” göçmenleri “ezikler” ve “suçlular” olarak gösterir ve nefret ve şiddetle şekillenen aşırı sağın sözcüsü hâline gelir. Bir performans stratejisi olarak abartılı şiddetli tepkileri kullanarak ve medyayı da bu uğurda yönlendirerek yarattığı ayrımcı ve şeytanlaştırıcı retorik ile de gerçek şiddetin tonunu belirlemiş olur.
Retoriğinin Neonazilerin beyaz ırkçıların şiddetini nasıl meşrulaştırdığını umursamadığı gibi aynı zamanda bunların büyüyen bir tehdit olduğunu da asla kabul etmiyor. Trump, Yeni Zelanda’daki saldırının ardından gazetecilere yaptığı açıklamada beyaz üstünlüğünü savunan grupların ciddi bir tehdit oluşturmadığını söyledi.
William Faulkner’in işaret ettiği gibi geçmişin hayaletleriyle yaşıyoruz ya da daha doğrusu; “Geçmiş hiçbir zaman ölmedi. Aslında geçmiş bile değil.” Trump karanlık dönemlerinin hayaletlerinin bugünümüze gelebileceğinin canlı kanıtı. Fakat bu aynı zamanda bu hayaletlerle mücadeleyle geleceği kuracak radikal demokrat siyasetlerin inşa edilebileceğinin de kanıtı. Nazi rejimi, tarihin donmuş bir anından çok daha fazla. Aynı zamanda geçmişten bir uyarı ve Trumpizmin demokrasiye yönelik tehdidine açılan bir pencere. Faşizmin hayaletleri korkmak için değil, bizi somut ve kapsayıcı bir demokrasi için somut eyleme geçmemiz açısından önemli bir araç.[59]
Görmekte, altını çizmekte yarar var: Trump, başkan olduğundan bu yana ABD’de bir “Yeni Faşizm süreci” yaşanıyor. Dört yıl önce Trump, çok açık bir ırkçı, dinci, şiddeti yücelten, LGBTİ, kadın düşmanı, iklim krizini inkâr eden, rakibi Hillary Clinton’a yönelik hakaretlerle yürütülen, “Amerika’yı yeniden büyük yapmak” derken kimi yabancı liderleri, örneğin Merkel’i “deli kadın” sözleriyle aşağılayan bir gündemle seçildi. O zaman birçok “sağduyulu” gözlemci, “Trump, Beyaz Saray’a yerleşince bürokrasinin elinde normalleşir” diyerek avunuyordu. Hitler, iktidara geldiğinde genç Viktor Klemperer’e (o dönem yazılmış güncesi çok önemlidir) babasının, “Merak etme, bu ülkenin güçlü kurumları var” dediğini anımsatanlara iyi gözle bakılmıyordu.
Trump, Beyaz Saray’a yerleştikten sonra kampanyasında açıkladığı programı uygulamaya başladı. Finans-kapitalin vergileri daha da indirildi, borsalar yükselmeye başladı. Trump, Meksika sınırına duvar, yasadışı göçmenleri çocuklarından ayıran tecrit kampları yaptırdı, Müslümanların ülkeye girmesini önlemeye çalıştı, uluslararası ilişkilerde milliyetçi ve saldırgan tutum benimsedi. ABD, silahsızlanmayla, iklim kriziyle mücadeleyle ilgili uluslararası anlaşmalardan çıkmaya başladı. ABD ile Çin arasında rekabet giderek sertleşti, bir ticaret savaşı başladı. Trump, Beyaz Saray’daki bağımsız, deneyimli bürokratları, danışmanları tasfiye etti. Başsavcılığa, Yüksek Hâkimler Kurulu’na, İstihbarat Konseyi’nin başına, “maşa” gibi kullanabileceği adamları getirdi, Cumhuriyetçi Parti’yi kontrol altına aldı. Hakkında açılan meclis soruşturmasını sabote ederek yasama organını zayıflattı. Trump ve adamları, devletin tepesine ve önemli merkezlerine yerleştiler.
Bunlar olurken Trump, ülkede ırkçı, faşist, çoğu silahlı milis gücü olmaya aday grupları yüreklendirecek konuşmalar yaptı, onları destekledi, saçma sapan komplo teorilerini Twitter’den paylaştı. Trump’la birlikte ABD’de, toplum ve devlet düzeyinde bir “Yeni Faşizm” süreci başladı.[60]
Bir ek daha: ABD’deki “Yeni Faşizm” sürecinin bir diğer bileşeni de Evanjelik Hıristiyanlık. Bu, İncil’e harfi harfine uymayı şart koşan son derecede gerici kesim, Trump’ı destekliyor. Bu kesimin dinî liderleri, Trump’ı, tüm ahlâksızlıklarını sineye çekerek bir “Kusurlu Mesih” olarak kabul ediyorlar. Trump da her fırsatta bunların ideolojik fantezilerini besliyor. Örneğin: Beyaz Saray’ın yakınındaki bir kilise olaylar sırasında hasar görünce Trump, Beyaz Saray’dan korumalarının eşliğinde yürüyerek kiliseye geldi ve kilisenin önünde, elinde bir İncil ile fotoğrafçılara poz verdi. Trump gelmeden önce kilisenin önünde barışçı bir gösteri vardı. Polis, Trump’a yer açmak için protestocuları, biber gazı ve copla uzaklaştırdı.[61]
IRKÇILIK İLLETİ
Ayırımcılık, ırkçılık, adaletsizlik, eşitsizlik kapitalist yerkürenin her yerinde…
Sürdürülemez kapitalizmin otoriter popülist liderlerinin yönetimleri altında daha da şahlanıyor. Gücün yürütme erkinin elinde merkezileşmesi, “ötekileştirilenleri” sistemin dışına itiyor…
Covid-19 pandemisinin daha çok düşük gelirli, riskli alanlarda çalışan ve genelde sağlık hizmetlerinden yararlanamayan Afro-Amerikanları vurduğu Trump’lı ABD’de de böyle bu.
‘Booking Institute’ 2016 yılı raporuna göre, ABD’de bir beyaz ailenin ortalama geliri siyahî bir ailenin gelirinin 10 katıyken;[62] tarihi yerlilere (“Kızılderililer”e), siyahîlere, göçmenlere, farklı cinsel yönelimli bireylere karşı ayrımcılıklar ve baskılarla dolu Amerika’da ırkçılık kadim bir mesele.
Amerika kıtasının keşfinden bu yana, bu topraklarda ırkçılık her daim kazandı; ırkçılar ödüllendirildi, hak ettikleri cezaları almadı; ırkçılık gerilimi, gerilim şiddeti tetikledi.
Howard Zinn, ‘ABD Halklarının Tarihi’ başlıklı yapıtında Kolomb’un gemi günlüğünden Arawak halkı için yazdıklarını şöyle aktarır: “Bize papağanlar, pamuk kozaları, mızraklar ve daha birçok şey getirip bunları cam boncuklar ve çıngıraklarla değiş tokuş ettiler. Sahip oldukları her şeyi değişmeye hazırlar. Gelişmiş ve sağlıklı vücutları, yakışıklı yüzleri var. Silahsızlar ve silahları tanımıyorlar. Onlara bir kılıç gösterdiğimde keskin kenarlarından acemice tutup kendilerini kestiler. Demir kullanmıyorlar. Mızraklarını kamıştan yapıyorlar. Bunlardan iyi köleler olabilir. Elli kişiyle bunların hepsine boyun eğdirebilir, istediklerimizi yaptırabiliriz.”[63]
Beyazların üstünlüğüne dayanan, köleliği yücelten ABD devleti, kanlı tarihinden aldığı güçle XXI. yüzyılda hâlen siyahîleri hedef almaktayken;[64] ABD’de siyah Amerikalı George Floyd polis şiddeti sonucu hayatını kaybetti. Minneapolis Kent Konseyi Başkanı Lisa Bender “Kentimiz, Minneapolis Polis Departmanı ile olan toksik ilişkisini sona erdirmeyi planlıyor,” dese de;[65] George Floyd’u katleden polis ekibinde yer alanlardan biri daha kefalet karşılığı tahliye edildi. Katil polislerden Derek Chauvin, Tou Thao, Thomas Lane ve J. Alexander Kueng arasından Thao da 750 bin dolar (5 milyon TL) kefaletin ödenmesiyle tahliye edildi![66]
Aslında bunda şaşırtıcı bir şey yok…
Floyd’un beyaz polis Chauvin’ce boğularak öldürülmesi konusunda Hollywood yıldızı George Clooney, Daily Beast sitesi için kaleme aldığı makalede, “George Floyd’un öldürüldüğünden kimsenin şüphesi yok. Dört polis memurunun elinde son nefesini vermesine tanıklık ettik… Bir kez daha sokaklarımızda dışa vuran öfke ve hüsran, ilk günahımız kölelikten beri ülke olarak ne kadar az olgunlaştığımızın sadece bir hatırlatıcısından ibaret… Bu da bizim pandemimiz. Hepimizi enfekte ediyor ve 400 yıldır hâlâ aşı bulacağız,”[67] derken haksız değildir…
Çünkü bir araştırmaya göre, ABD’deki en büyük terörizm tehdidi, aşırı sağcılardan ve beyaz üstünlükçüsü gruplardan geliyor. Trump’ı iktidara getiren dalgayla birlikte ABD’de alt-right denen gruplar ve tüm ırkçı sağcılar kendilerine güvenli hâle gelip sokaklarda terör estirmeye başlamışlardı. 2017’de ırkçılık karşıtı bir gösteriye arabasıyla dalan bir saldırgan, Heather Heyer’in ölümüne yol açmıştı.
Yine geçenlerde yayınlanan raporda, ayrıca, 6 yılda aşırı sağ saldırı ve suikast girişimlerinde yoğun bir artış olduğu belirtiliyor. 2019’daki tüm terörist saldırıların üçte ikisi, 2020’dekilerin ise yüzde 90’ı aşırı sağcılar tarafından gerçekleştirilmiş. Rapor, aşırı sağın terör tehdidinin, diğer tüm tehditlerden daha büyük olduğunu söylüyor.[68]
‘Boogaloo’ diye anılan aşırı sağcı hareketin mensupları, Amerika’nın dört bir yanında patlak veren eylemlerde boy gösteriyorken; eylemleri kendi amaçları için fırsata çevirme niyetindeler ve zaman zaman tüfeklerle sokağa çıkıyorlar.[69]
Örneğin Floyd’un katli ardından polis şiddetine karşı düzenlenen protestolarda, Virginia’da barışçıl göstericilerin üzerine araç süren bir KKK lideri tutuklandı. Basına yansıyan haberlere göre, Kaliforniya’da düzenlenen protestolarda, uzun yıllardır polise toplumla önyargısız ilişki kurma eğitimi veren siyah bir eylemci vurularak yaralandı.
Virginia eyaletinin Fairfax County kentinde 5 Haziran 2020’de Floyd olayına benzer bir vakada polis memuru Tyler Timberlake tutuklandı. Sosyal medyaya yansıyan görüntülerde bir grup polis sokakta daireler çizerek dolaşan siyah bir erkeği ambulansa binmeye ikna etmeye çalışıyor. Bu sırada polislerden biri adamı şok tabancasıyla vurup yere düşürdükten sonra sırtına çıkıp ellerini kelepçelemeye çalışıyor.[70]
Dedik ya şaşırtıcı değil bunlar!
Siyaset bilimci Dr. Aysuda Kölemen’e göre, “… ‘ABD’de ırkçılık arttı,’ demek çok yanlış çünkü ABD’nin hukuk, güvenlik, eğitim ve sağlık yapısı ırkçılık üzerine kurulu”dur.[71]
24 saat içerisinde 3 ayrı saldırının yaşandığı ABD’den, Teksas ve Ohio’da meydana gelen saldırılarda 31 kişinin hayatını kaybedip Chicago’da ise 9 kişinin yaralandığı[72] şiddet ve ırkçılık coğrafyasından işte birkaç örnek!
• Nobel ödüllü, 90 yaşında bilim insanı Dr. James Watson, insanlar arasında ayrımcılık, ırkçılık yapıyor. Watson PBS kanalının yayımladığı belgeselde, “Siyahlar ile beyazlar arasında zekâ ve entelektüel kapasite arasında fark vardır, testler bunu kanıtlıyor,” dedi. Afrika’nın geleceğinin karanlık olduğunu söyleyip, bunun “zekâ geriliği”nden olduğunu ileri sürdü! Siyahlar ile beyazlar arasındaki farkın da üstelik genetik olduğunu söyledi…[73]
• Latin Amerika Dışişleri Bakan Yardımcısı ve daha sonra Meksika Büyükelçisi Francis White, “Belirli istisnalar dışında, Latin Amerika’nın çoğu hükümetinin, özellikle tropik bölgelerde ve çok küçük bir saf beyaz nüfusa sahip olmak, kamu görevlileri arasında büyük bir sahtekârlığın var olmasıdır. Beyaz için Ekvador çok geri kalmış bir ülkedir.” Çünkü nüfusun sadece “Yüzde 5’i saf beyaz, geri kalan yarım kan veya Kızılderili” diyordu!
Yıllar sonra, Kaliforniya Üniversitesi, Berkley zoolog Samuel Jackson Holmes, ABD’deki Meksikalıların zorla sterilizasyonunu önerdi (aynı şekilde yalnızca Kaliforniya’da 10.000 “aptal” sterilize edildi). Holmes, “Bugünün işçilerinin çocukları yarın vatandaş olacak” dedi. Ardışık makalelerde, Theodore Roosevelt’in sadece KKK üyeleriyle değil, Anglo-Sakson vatandaşlarının geniş bir alanı ile rezonansa girecek olan “ırksal intihar” hakkındaki uyarısını tekrarladı.[74]
Bu hâlde; ABD’de yayımlanan araştırmada ırkçıların propaganda araçlarında gözle görülür bir artış yaşandığına dikkat çekildi. Üniversitelerde yoğunlaşan ırkçı söylemlerin önceki yıllara göre neredeyse iki katına çıktığı kaydedildi. ABD’de Karalama Karşıtı Topluluk (ADL) isimli bir sivil toplum örgütünün hazırladığı rapora göre, ülkede ırkçı propaganda dağılımı, 2019’da zirveyi gördü.
ADL’nin raporunda, “2019’da ülke çapında toplam 2 bin 713 ırkçı yayın dağılımı bildirildi” ifadeleri kullanıldı. Bu sayının 2018’de bin 214 olduğu aktarıldı. Buna ek olarak, 2019’da Hawaii dışındaki her ABD eyaletinde en az bir ırkçı propaganda vakası saptandığı belirtildi. En yüksek sayıda ırkçı propaganda faaliyeti Kaliforniya, Teksas, New York, Massachusetts, New Jersey, Ohio, Virginia, Kentucky, Washington ve Florida eyaletlerinde görüldü. Kampüslerdeki ırkçı propagandanın, ülke çapındaki faaliyetlerin dörtte birini oluşturduğu kaydedildi.[75]
Durum bu merkezdeyken; ABD’de polis siyahları öldürdükçe, Trump insanların polise ve kanunlara saygılı olması gerektiğini söylüyor. Son isyanı körükleyen, budur…
Malum üzere ABD kapitalizmi ülkeye kendi rızaları dışında getirilen siyah insanların emekleri üzerinden kuruldu. Malcolm X’in ünlü sözünde olduğu gibi “Irkçılığın olmadığı bir kapitalizm mümkün değildir.”
Irkçılık, bütün bir insan grubunu derilerinin rengi yüzünden köleleştirip, onların emeklerini ücret ödemeden kullanmanın meşrulaştırılmasının aracı oldu. Karşılığı ödenmeyen bu emek, erken dönem kapitalizmin motorunu çalıştıran yakıt işlevi gördü[76] ve onun dişlilerince öğütüldü!
25 Mayıs 2020’de siyahî George Floyd’un beyaz polis tarafından acımasız muamele yüzünden katledilmesiyle Minneapolis’ten yayılan isyanın kapitalist tahakkümün yarattığı eşitsizlik, baskı ve tahribata karşı koyma cüreti olduğu herkesin malumuyken; söz konusu şiddetin ABD’nin etnik ve sınıfsal farklılığıyla doğrudan ilintili olduğu da “sır” değildi!
“Nasıl” mı?
ABD işgücü piyasalarında 2019 itibarıyla işsizlik oranı beyazlarda yüzde 3.1 düzeyinde iken Hispanik nüfusta (Meksikalı ve Orta ve Güney Amerikalı göçmenler) yüzde 4.5, siyahîlerde ise yüzde 6.5’e çıkıyordu.
‘Economic Policy Institute’ye (EPI) göre, cinsiyet ve etnik kökene dayalı ücret eşitsizliği dayanılmaz boyutlara ulaştı. Siyahî kadın emekçilerin ücretleri, beyaz Amerikalı erkeklerin ücret ortalamasının ancak yüzde 62’sine erişmekteydi. Bütün etnik kökenler bir arada düşünüldüğünde, kadın emekçilerin ortalama ücreti, erkek emekçilerin ücretlerinden yüzde 18 daha gerideydi.[77]
Ayrıca gelir ve servet eşitsizliğinin ırksal boyutla malûl olduğu ABD’nin kurumsal yapısı, tarihsel olarak, eğitim ve sağlık hizmetlerine ulaşma, finansal imkânlara ulaşmayı da içeren her alanda siyahlara sayısız zorluk çıkarmaktadır.
Tüm iktisadî göstergeler siyahlar ve beyazlar arasındaki iktisadî eşitsizliklerin arttığını ortaya koymaktadır. Ortalama beyaz ailenin serveti 1983’teki 110 bin dolarlık seviyesinden 2016’da 146 bin dolara yükselmişken, ortalama siyah ailenin sahip olduğu servet aynı dönemde 7 bin dolarlık seviyesinden 2016’da 3.557 dolara azalmıştır. Aynı dönemde beyaz aileler daha yüksek oranda ev sahibi olurken siyahî ailelerin sadece yüzde 44’ü ev sahibidir.
Corona virüs kaynaklı ölümleri takip eden ‘The Covid Tracking Project’e göre siyahlar ABD nüfusunun yüzde 13’ünü oluşturmaktayken; corona virüsten kaynaklı ölenlerin yüzde 24’ü siyah Amerikalılardır. Pandeminin merkez üssü New York eyaletinde siyahların ve Hispaniklerin nüfus içerisindeki oranları sırasıyla yüzde 14 ve yüzde 19 iken corona virüs kaynaklı ölümlerdeki oranlar siyahîler için yüzde 25 ve Hispanikler için yüzde 27’dir.[78]
Tüm bu veriler ışığında denilebilir ki, siyahîler için hiçbir şey henüz “tarih” olmadı. Floyd’un katledildiği Minneapolis, “siyah” tabloyu çok iyi anlatan verilere sahip!
Örneğin Minneapolis’te beyazlar siyahlardan iki kat fazla kazanıyor. ‘Census Bureau’ya göre, 2018’de siyah bir ailenin geliri yıllık 36 bin dolar, beyaz bir ailenin geliri 83 bin dolarken; fark 47 bin dolardı!
Ev sahibi olmada ise, siyahların yüzde 25’i kendi evinde otururken, bu oran beyazlarda yüzde 76 idi…
Mülkiyetteki adaletsizlik de uzun bir geçmişe dayanıyordu. 1968’deki yasa değişikliğine kadar beyazların gayrimenkulleri, beyaz (Caucasian) kanı taşımayanlara satılamaz, devredilemez ya da kiralanamazdı. Mineapolis’in ikizi St. Paul’de 1950-1960 arasında inşa edilen otoyol her 8 siyahtan birinin evinin ya da iş yerinin üzerinden geçti. Bu ailelerin çoğu bir daha toparlanamadı. İşsizlik beyazlarda yüzde 4, siyahlarda yüzde 10 idi![79]
Ve nihayet ABD polisinin Floyd’u öldürmesi nadir bir olay değil; aksine gündelik bir olaydı adeta.
Amerika’da 2015 Ocak’ından 2020’nin ikinci çeyreğine 4728 kişi polis tarafından kurşunlanarak öldürülmüştü. Bunlardan 1252’si siyah, 877’si Hispanik, 214’ü diğer etnik azınlıklardandı ve öldüren polislerin hepsi beyazdı…
Sadece siyahlara bakarsak, beş yılda 1252 cinayet yılda 250 cinayet demek. Yani her üç günde iki ölüm. Yani 36 saatte bir… Denebilir ki, polisin 2015’ten beri öldürdüklerinin 2385’i beyaz olduğuna göre, beyazlar siyahlardan iki kat daha çok öldürülüyor. Evet. Ama siyahlar nüfusun yüzde 13’ü. Beyazlar yüzde 72’si…[80]
Hâl bu merkezdeyken; daha fazla izaha gerek var mı?!
VE İTİRAZ!
Evet, “Nefes alamıyorum!”, sadece George Floyd’un değil, tüm Amerikan toplumunun, hatta dünya nüfusunun yüzde 99’unun feryadı, itirazı, isyanı!
Irkçılık sorunu tarihsel olarak aşılamadı ve kapitalizm koşullarında da aşılabilecek gibi değil…
Bu nedenle “No justice, no peace/ Adalet yoksa barış yok” diye haykıran ötekileştirilenler; “ABD’de sokağa çıkma yasağı ilan edilmesine rağmen isyan eden insanlar artık kanunu dinlemiyor. Çünkü kanuna ve kanunu uygulayanlara güvenlerini yitirdiler.”[81]
“ABD’nin Gezi İsyanı”[82] olarak da betimlenen eylemler ne Zülal Kalkandelen gibi, “ABD’de sosyalizme ilgi artıyor diye yaygara koparılsa da, aslında orada kastedilenin sosyalizm değil, sosyal demokrasidir”;[83] ne de ‘Demokrat Sosyalistler’den, parlamentonun en genç üyesi Alexandria Ocasio Cortez gibi, “Trump korkuyor. Sonun yaklaşmakta olduğunu görüyor,”[84] demek mümkün değil…
Orta yerde ABD’nin en az 15 eyaletine Ulusal Muhafız güçleri konuşlandığı ve gözaltına alınanların sayısının 4 bini geçtiğinin aktarıldığı;[85] ayrıca ABD Savunma Bakanlığı’nın (Pentagon), 1600 askeri tedbir amaçlı Washington eyaletinde konuşlandırdığını duyurduğu;[86] ve protesto gösterilerinin Detroit, New York, Seattle, Los Angeles, Washington olmak üzere otuzdan fazla kenti etkisi altına aldığı; polisle, cop, biber gazı ve plastik mermiyle saldırdığı; bir polis karakolu, çok sayıda polis aracının yandığı; binaların camlarının kırıldığı, kimi dükkânların yağmalandığı ve yoldan geçen bir arabadan açılan ateşle bir göstericinin öldüğü; nihayet Beyaz Saray adeta kuşatma altında olduğu[87] bir hareket varken; ne olacağı mücadelece belirlenecek…
Aslında bunlar siyahî itiraz hareketi açısından yeni bir şey de değilken; ABD’de kısa sürede tüm ülkeye yayılıp; köleci ve ırkçıların heykellerinin yıkıldığı eylemlerin en önemli sloganı, aynı zamanda toplumsal bir hareket de olan ‘Siyah Canlar Önemlidir/ Black Lives Matter’ hareketinin aslî amacı, “beyaz ırkın üstünlük söylemi” ile siyah topluluklara uygulanan şiddete karşı mücadele etmek.
Söz konusu güzergâhta Amerika’nın Siyah Sosyalistleri’nin web sitelerinde “Temel İlke ve Amaçlar” adı altında yayımladıkları bildiri; mücadele hattını şöyle tarif ediyor:
“• Kapitalizmin, özgürlük ve adalete karşıt bir sosyal ve ekonomik sistem olduğuna inanıyoruz. Bu nedenle, uluslararası bir sosyalist hareketin, demokrasi ve özgürlüğün erdemlerini yansıtan eşitlikçi bir topluma ulaşmanın en güçlü umudu olduğunu düşünüyoruz.
• ‘Sosyalizm’ derken yine kapitalizm bünyesinde kapsamlı bir sosyal refah devleti ya da kamulaştırılmış hizmetlerden bahsetmiyoruz. ‘Sosyalizm’ ifadesiyle politik, ekonomik ve kültürel sistemin sağlam demokrasi ve eşitlik ilkeleri çerçevesinde yeniden yapılandırılmasını kastediyoruz.
• Biz siyah bir Amerikan örgütüyüz. Sosyalist siyaseti çevreleyen ilkelerin siyah Amerikalılar arasında yeterince temsil edilmediğini görüyoruz. Siyah Amerikalıların daha fazla özgürlük ve eşitlik için sosyalizme ihtiyaçları var.
• Örgütün amacı, siyah solcuların uluslararası sosyalist hareket içerisinde sağlam bir şekilde temsilini sağlamaktır.
• Siyahî milliyetçiliği cepheden reddediyoruz. Bir insan olarak başarımız, en üstte olanların başarılarıyla değil en altta olanların mutluluğuyla değerlendirilir.”[88]
Böylesi bir düşüncenin (tartışmaya açık) pratiği, kimilerince “Black Lives Matter/ Siyahların Hayatı Değerlidir hareketi tarafından Seattle’da kurulan özerk bölge, 1871 Paris Komünü’nün ruhunu yaşatıyor,”[89] yorumu ile sunulan Seattle’da “özerlik” ilanı oldu.[90]
Ve nihayet Noam Chomsky’nin, “ABD’de temelde tek bir parti var: Patronlar partisi. Bunun Demokratlar ve Cumhuriyetçiler denilen ve kimi bakımlardan farklı olsalar da aynı politikaları sürdüren iki fraksiyonu var. Ben genel hatlarıyla bu politikalara karşıyım. Nüfusun çoğu da öyle,” notunu düştüğü ABD’de de aslolan, ırkçılığın hangi zeminde hayat bulabildiğini, ırkçılığın hangi sınıfın elinde ve hangi amaçlar için öldürücü bir silah olarak kullanıldığını açığa çıkarmak, hedefleri doğru belirlemek ve mücadeleyi doğru zeminlere oturtmaktır. Irkçılığın sınıfsal dayanağını hedeflemeyen her lanetleme girişimi, sonuç olarak riyakârlığın ötesine geçemez.
1862’de “Köle olmayacağım, efendi de olmayacağım. İşte benim demokrasi anlayışım” diyen Lincoln tarafından ilan edilen ‘Özgürlük Bildirgesi’nden 100 yıl sonra, 1960’larda insan hakları mücadelesi vermek zorunda kalan Afro-Amerikalılar, 2020’de de hâlâ aynı sorunlarla boğuşuyorlar. Klasik kölelik rejimi kapitalist gelişmenin önünde engeldi. “Kendi içinde bölünen bir ev ayakta kalamaz. Bu hükümetin sürekli olarak yarı köleci, yarı özgür olmayı” kaldıramayacağı (Lincoln) için tasfiye edildi.[91] Oysa ırkçılık ve milliyetçilik kapitalist sistemin gelişmesinde burjuvazinin elindeki en önemli ideolojik silahtır ve o bu silahtan asla vazgeçmeyecektir.
O yüzdendir ki, ırkçılığa ve milliyetçiliğe karşı verilen savaş kapitalist özel mülkiyet sistemine karşı savaşla birleştirilmezse hiçbir kalıcı başarı sağlanamaz.[92] o
9 Ağustos 2020, Çeşme Köyü.
[1] Cahit Külebi, “Amerika”.
[2] Tevfik Dalgıç, “ABD Diken Üstünde”, Cumhuriyet Pazar, 7 Haziran 2020, s. 17.
[3] Mustafa K. Erdemol, “Wilson: Adı Silinesice Bir Irkçı”, Cumhuriyet, 29 Haziran 2020, s. 2.
[4] Yaman Törüner, “I. Dünya Savaşı Sonrası Amerika”, Milliyet, 26 Ocak 2015, s. 9.
[5] Yaman Törüner, “Savaş Şirketler İçin Bulunmaz Fırsattı”, Milliyet, 19 Ocak 2015, s. 12.
[6] Mustafa Kemal Erdemol, “Ahbap-Çavuş Kapitalizminin Başkan Yaptığı Adam: Baba Bush”, Cumhuriyet, 2 Aralık 2018, s. 10.
[7] Türkkaya Ataöv, “Amerikan Başkanları”, Cumhuriyet, 2 Mart 2019, s. 2.
[8] Ömür Şahin Keyif, “ABD Kongresi Trump’tan Ne İstiyor?”, Birgün, 18 Ocak 2018, s. 15.
[9] Stephen Wertheim, “… ‘Kesintisiz Savaş’ı Sonlandırmanın Tek Yolu”, Cumhuriyet, 20 Eylül 2019, s. 2.
[10] “ABD’nin Silah Pazarı Ortadoğu”, Birgün, 10 Mart 2020, s. 4.
[11] Orhan Bursalı, “Dünya Daha İyi Olacaksa Bu Silah Yarışı Neden?”, Cumhuriyet, 12 Mayıs 2020, s. 6.
[12] Gürsel Köksal, “Silah ve Silahlanma Harcamaları Artıyor”, Birgün, 16 Şubat 2020, s. 5.
[13] Eric Hobsbawn, aktaran: Kaan Kutlu Ataç, “Barış Çağının Umudu Uzakta”, Cumhuriyet, 16 Ocak 2020, s. 2.
[14] İbrahim Varlı, “Jeopolitik Güç Kaymaları”, Birgün, 18 Şubat 2020, s. 4.
[15] A. Engin Yılmaz, “Hegemonya Mücadelesi Olarak ‘Ticaret Savaşları’…”, Kızıl Bayrak, No: 2019/32, 6 Eylül 2019, s. 16-17.
[16] Verda Özer, “Soğuk Savaş 2 mi?”, Milliyet, 19 Ocak 2019, s. 9.
[17] Deniz Adalı, “ABD-Çin Savaşı Değil, Paylaşım Savaşı”, Kaldıraç, No: 227, Haziran 2020, s. 32-34.
[18] Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Canavarların Zamanı-II’ ve Türkiye”, Cumhuriyet, 4 Kasım 2019, s. 11.
[19] Orhan Özkaya, “ABD, Liberalizm Garantörlüğünü Kaybediyor”, Cumhuriyet, 11 Eylül 2019, s. 2.
[20] Ergin Yıldızoğlu, “NATO’nun Geleceği Karanlık”, Cumhuriyet, 9 Aralık 2019, s. 11.
[21] “Amerika’nın Dünya Liderliği Dönemi Sona Erdi”, 2 Temmuz 2020… http://intizar.web.tr/alintilar/haber/8821/amerikanin-dunya-liderligi-donemi-sona-erdi
[22] Mehmet Ali Güller, “Sinatra Doktrini”, Cumhuriyet, 27 Haziran 2020, s. 12.
[23] Barış Doster, “ABD, Çin ve Rusya: Rekabetin Boyutları”, Cumhuriyet, 8 Temmuz 2020, s. 12.
[24] Bercan Tutar, “Amerikan Gramofonları”, Sabah, 3 Mayıs 2020, s. 8.
[25] Ergin Yıldızoğlu, “Dinozorun Kuyruğu”, Cumhuriyet, 14 Mayıs 2019, s. 11.
[26] Mehmet Ali Güller, “Amerikan Devletinde Çözülme İşaretleri”, Cumhuriyet, 11 Temmuz 2020, s. 9.
[27] Ömür Şahin Keyif, “Protestolardan Çıkan Hareket: Polisin Bütçesini Kes”, Birgün, 15 Haziran 2020, s. 4.
[28] Orhan Bursalı, “Bir Emperyalist Gücün Sürdürülemez Toplumu ve İflası”, Cumhuriyet, 7 Haziran 2020, s. 5.
[29] Hayri Kozanoğlu, “Zenginlerin İşi Tıkırında”, Birgün, 10 Mart 2020, s. 11.
[30] Al Gore, The Future, Second Edition, WH Allen, (London, 2014), s. 10.
[31] Conrad Black, America’s Slide From Greatness, National Review, (Nov 21, 2012).
[32] Jonah Goldberg: Obama Needs A Family Plan, National Review, (Nov 21, 2012).
[33] Stephen Lendman, US Unemployment to Exceed 40yüzde by End of April? CRG, (April 03, 2020).
[34] Jim O’Neill, “Trump Ekonomisi”, Birgün, 27 Ağustos 2019, s. 5.
[35] Joseph E. Stiglitz, “Trump Ekonomisinin Tartışmasız Gerçekleri”, Birgün, 27 Ocak 2020, s. 5.
[36] Deniz Yıldırım, “George Floyd ve Amerika’nın Çakışan Krizleri”, Cumhuriyet, 3 Haziran 2020, s. 4.
[37] “Amerika’da İç Savaş Sesleri Yükselmeye Başladı”, 23 Temmuz 2020… http://intizar.web.tr/alintilar/haber/8839/amerikada-ic-savas-sesleri-yukselmeye-basladi
[38] Ergin Yıldızoğlu, “Rüyadan Kâbusa Amerika”, Cumhuriyet, Cumhuriyet, 22 Haziran 2020, s. 11.
[39] Ergin Yıldızoğlu, “Kasım’da Trump Kazanırsa Liberal Demokrasiye Dönüşü Unutun”, Cumhuriyet, 18 Haziran 2020, s. 11.
[40] Mustafa K. Erdemol, “Fosseptik Deyip Geçme”, Birgün, 13 Ocak 2018, s. 4.
[41] Ergin Yıldızoğlu, “Amerika’da Faşizm”, Cumhuriyet, 13 Şubat 2020, s. 11.
[42] Ergin Yıldızoğlu, “Önce Yavaş Yavaş, Sonra Aniden”, Cumhuriyet, 23 Temmuz 2020, s. 11.
[43] Nilgün Cerrahoğlu, “Trump’ın ‘Tahakküm Demokrasisi’ Modeli”, Cumhuriyet, 4 Haziran 2020, s. 17.
[44] “Trump: ABD Aşırı Solcu Faşizmin Kuşatması Altında”, 4 Temmuz 2020… https://halktv.com.tr/dunya/trump-abd-asiri-solcu-fasizmin-kusatmasi-altinda-428758h
[45] Erol Ertuğrul, “Zulüm Varsa İsyan Haktır”, Cumhuriyet, 20 Haziran 2020, s. 2.
[46] Nilgün Cerrahoğlu, “Dünyanın En Tehlikeli Adamı”, Cumhuriyet, 25 Haziran 2020, s. 7.
[47] Nilgün Cerrahoğlu, “ABD Muz Cumhuriyeti mi Oluyor?”, Cumhuriyet, 7 Haziran 2020, s. 6.
[48] Ergin Yıldızoğlu, “Trump Ateşle Oynuyor”, Cumhuriyet, 4 Mayıs 2020, s. 11.
[49] Ergin Yıldızoğlu, “Ya Trump Gitmezse?”, Cumhuriyet, 20 Temmuz 2020, s. 11.
[50] Michael Löwy, “Aşırı Sağın Küresel Yükselişi ve Anti Faşist Mücadele”, 10 Ocak 2019… https://akilfikir.net/asiri-sagin-kuresel-yukselisi-ve-anti-fasist-mucadele/
[51] Ergin Yıldızoğlu, “Trump ve Boris Neyin Semptomu?”, Cumhuriyet, 3 Ekim 2019, s. 11.
[52] Ergin Yıldızoğlu, “Küreselleşmenin Merkezinden ‘Yeni-Faşizm’in Merkezine”, Cumhuriyet, 24 Şubat 2020, s. 11.
[53] Ergin Yıldızoğlu, “Küreselleşmeden Devlet Kapitalizmine”, Cumhuriyet, 23 Ocak 2020, s. 8.
[54] Zafer Arapkirli, “Demokrasi Üzerine”, Cumhuriyet, 25 Mart 2019, s. 8.
[55] Ergin Yıldızoğlu, “Önce Yavaş Yavaş, Sonra Aniden”, Cumhuriyet, 23 Temmuz 2020, s. 11.
[56] Ergin Yıldızoğlu, “Yanardağın Kenarında”, Cumhuriyet, 2 Ocak 2020, s. 11.
[57] The Financial Times, 19 Nisan 2020.
[58] Ergin Yıldızoğlu, “Weimar Cumhuriyeti Olarak Amerika”, Cumhuriyet, 7 Mayıs 2020, s. 12.
[59] Henry Gioux, “Post Gerçeklik Çağında Faşizmin Hayaleti”, Birgün Pazar, Yıl: 15, No: 628, 24 Mart 2019, s. 6-7.
[60] Ergin Yıldızoğlu, “Amerika Yanıyor”, Cumhuriyet, 1 Haziran 2020, s. 7.
[61] Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Yeni Faşizm’den Manzaralar”, Cumhuriyet, 4 Haziran 2020, s. 11.
[62] Özlem Yüzak, “Nefes Alamıyoruz… 1968’den Bugüne…”, Cumhuriyet, 5 Haziran 2020, s. 11.
[63] Howard Zinn, Amerika Birleşik Devletleri Halklarının Tarihi, çev: Sevinç Sayan Özer, İmge Kitabevi, 2005.
[64] Suat Gezgin, “Amerikan Rüyasının Çöküşü: Diallo ve Floyd Cinayetleri”, Cumhuriyet, 6 Haziran 2020, s. 2.
[65] “Minneapolis’teki Polis Departmanı Kapatılacak”, Cumhuriyet, 9 Haziran 2020, s. 7.
[66] “Floyd’un Katillerinden Biri Daha Kefaletle Tahliye Edildi”, 6 Temmuz 2020… https://www.kizilbayrak45.net/ana-sayfa/haber/dunya/floydun-katillerinden-biri-daha-kefaletle-tahliye-edildi
[67] “George Clooney: ABD’nin Pandemisi Irkçılık, 400 Yıldır Hâlâ Aşı Bulunamadı”, 3 Haziran 2020… https://www.demokrathaber.org/guncel/george-clooney-abd-nin-pandemisi-irkcilik-400-yildir-hala-h129520.html
[68] “ABD’de Aşırı Sağın Terörizmi Yükseliyor”, 28 Haziran 2020… https://marksist.org/icerik/Dunya/14179/ABDde-asiri-sagin-terorizmi-yukseliyor
[69] Nick Robins-Early, “Eylemlerde Büyüyen Gerçek Tehdit”, Birgün, 15 Haziran 2020, s. 5.
[70] “Ku Klux Klan Hortladı”, Cumhuriyet, 10 Haziran 2020, s. 7.
[71] Ezgi Kardeş, “Dr. Kölemen: ABD’de Irkçılık Kurumların Özünde”, Cumhuriyet, 5 Haziran 2020, s. 7.
[72] “ABD Teksas’ta Irkçı Katliam: Yaralı Göçmenler Gözaltı Korkusuyla Hastaneye Gidemedi”, Evrensel, 5 Ağustos 2019, s. 9.
[73] Orhan Bursalı, “James Watson’ın Irkçı Söylemi, Yükselişi ve Düşüşü”, Cumhuriyet, 27 Ocak 2019, s. 6.
[74] Jorge Majfud, “Hitler’in İdeologları: Mein Kampf’ta Meyve Veren ABD Irkçılığı”, 7 Temmuz 2020… https://simurg-news.org/hitlerin-ideologlari-mein-kampfta-meyve-veren-abd-irkciligi-jorge-majfud
[75] “ABD’de Irkçı Propaganda Artıyor”, Birgün, 14 Şubat 2020, s. 4.
[76] Yıldız Önen, “Irkçılığın Olmadığı Kapitalizm Olmaz”, 3 Haziran 2020… https://marksist.org/icerik/Yazar/14057/
[77] Erinç Yeldan, “Amerika’da İsyan Ateşleri”, Cumhuriyet, 3 Haziran 2020, s. 11.
[78] Selim Çakmaklı, “ABD: Liberal Rüyanın Sonu ve Irkçı Şiddet”, 18 Haziran 2020… http://siyasihaber4.org/abd-liberal-ruyanin-sonu-ve-irkci-siddet
[79] Fehim Taştekin, “Direnen İnsanlık ve Bizim Siyahlarımız”, 4 Haziran 2020… http://direnisteyiz27.org/direnen-insanlik-ve-bizim-siyahlarimiz-fehim-tastekin/
[80] Roni Margulies, “George Floyd ve Covid-19”, 3 Haziran 2020… https://marksist.org/icerik/Yazar/14059/
[81] Nalan Yazgan, “Hukuk Devletine Güven Yitince…”, Cumhuriyet, 3 Haziran 2020, s. 7.
[82] “Irkçılık ve Polis Şiddetinin Tetiklediği ABD’nin Gezi İsyanı”, Özgür Gelecek, No: 214, 16-29 Haziran 2020, s. 14.
[83] Zülal Kalkandelen, “ABD, Komünizm, Karpuz, İnek, Hamburger…”, Cumhuriyet, 3 Mart 2019, s. 11.
[84] “Trump: Sosyalizm Korkusu”, Birgün, 7 Şubat 2019, s. 5.
[85] “Adalet Yoksa Barış Yok!”, Cumhuriyet, 2 Haziran 2020, s. 7.
[86] “ABD’de Eylemciler Meydanı Boş Bırakmadı”, Cumhuriyet, 4 Haziran 2020, s. 7.
[87] Ergin Yıldızoğlu, “Amerika Yanıyor”, Cumhuriyet, 1 Haziran 2020, s. 7.
[88] Özgür Çoban, “Amerika’nın Siyah Sosyalistleri”, Birgün, 26 Ocak 2020, s. 5.
[89] “Paris Komünü’nün Devrimci İdealleri Seattle’da Yaşıyor”, 20 Haziran 2020… http://direnisteyiz27.org/paris-komununun-devrimci-idealleri-seattleda-yasiyor/
[90] “Seattle’da ‘Özerlik’ İlanı”, Devrimci Duruş, No: 89, Temmuz-Ağustos 2020, s. 10.
[91] N. V. Yeliseyeva, Yakın Çağlar Tarihi, Yordam Kitap, çev: Özdemir İnce, 2014, s. 170.
[92] S. Taylan, “Kapitalizmin Silahı Olarak Irkçılık ve Irkçı Şiddet”, 26 Haziran 2020… https://www.kizilbayrak45.net/ana-sayfa/kizil-bayrak-yazilari/dunya/kapitalizmin-silahi-olarak-irkcilik-ve-irkci-siddet