Adına Beştepe denilen mahalde mukim olan şahsın buradaki ikamet süresini arttırabilmek amacı ile yapay gündemlerin yaratılmakta olduğu günleri yaşamaktayız. Bahse konu yapay gündemler ana akım medya organları aracılığı ile halka pompalanırken halkın gerçek gündemi olan ekonomik sıkıntıların göz ardı edilmesi için de özel bir gayret sarf ediliyor. Bu gayretin başrol oyuncusu ise her zaman olduğu gibi TÜİK.
Gerçi bu kuruluşun ülkedeki enflasyon ile ilgili masalları yeterince deşifre oldu, artık TÜİK’in enflasyon raporlarına kimse inanmıyor ama “huylu huyundan vazgeçmez” sözünü doğrulamak istercesine bu kuruluş birbiri ardına bültenler yayınlayarak halkın gözünü boyama çabasından vazgeçmiyor.
Yukarıda adını verdiğim kuruluşun ekim ayında yayınladığı bülten dikkate alınacak olursa eğer ülke yönetimi tam bir başarı örneği sergilemekte. Bizler de bir refah ülkesinde yaşamaktayız. Hani öyle ki dünyada refah seviyesi en yüksek ülkeler arasında ilk beşteki yerimiz garanti de liderlik için küçük bir gayrete daha gereksinme var tadında bir hava yaratılmış raporda.
Rapora göre:
– İşsiz sayısı düzenli olarak azalmakta (imiş). İçinde bulunduğumuz yılın üçüncü çeyreği itibarı ile dar tanımlı işsizlik oranı %8,5 (imiş).
– İstihdama katılan birey sayısı düzenli olarak artmakta (imiş). Son artışlarla birlikte istihdamdaki kişi sayısı 32 milyonu istihdam oranı ise %49,7’yi bulmuş durumda (imiş).
– Yoksulluk oranı bir önceki yılın aynı dönemine göre %0,9 azalmış ve %13,5 olarak gerçekleşmiş (miş).
– Yoksul sayısı ise 12 milyondan 11 milyon 303 bine gerilemiş (miş).
– Gelir dağılımı dengeli bir görünüme ulaşmış (mış).
– Ülkede yaşam kalitesi yükselmekte (imiş)…
Rapor daha bir dizi veri ile ne kadar müreffeh (!) bir ülkede yaşamakta olduğumuzu açıklamaya çalışsın ben bu kadarını yeterli bulup La Fontaine’den masallar serisini uzatmamayı ve yazıyı okuyacak arkadaşlarımı gerçeklerle buluşturmayı tercih ediyorum.
İşe şu işsizliğin azalması konusu ile başlayalım isterseniz; uluslararası çalışma örgütünün belirlemiş olduğu standarda göre “istihdam edilmemiş olmakla birlikte son üç ay içerisinde iş aramış olan ve on beş gün içerisinde iş başı yapabilecek olan kişiler” işsiz sayılmaktalar. Bu hesaba göre, dönemsel (geçici ve mevsimlik işçiler) ya da kısmî (part time) statüde çalışanlar, iş bulmaktan umudunu kestikleri için iş aramaktan vazgeçenler, özel durumları nedeni ile 15 gün içerisinde işe başlama olanağı olmayanlar (birinci dereceden akrabası olan bir yakınının ağır hastalığı nedeni ile ona bakmak zorunda olanlar vb.) düzenli bir işte çalışma olanakları olmadığı için günübirlik işlerde harçlık çıkarmaya çalışanlar ve çalışma çağında olan emekliler (ILO standardına göre çalışma çağı 15-64 yaş arasıdır) işsiz sayılmazlar. Dolayısı ile informel sektörün tüm bileşenleri, güvencesizler (prekarya) ve adına GIG denilen sektörde faaliyet gösterenler işsiz tanımı içinde değerlendirilmezler. Oysa bu tanımların içinde yer alan bireylerin nerede ise tamamı düzenli bir iş bulamadığı için böyle bir çalışma yöntemi ile yaşamını sürdürmekte. Dolayısı ile bunların hepsi İŞSİZ.
Hâl böyle olunca ILO tarafından belirlenmiş olan ve TÜİK’in can simidi gibi sarıldığı işsizlik tanımı işsizliği yansıtmaktan uzak kalıyor. ILO da bunun farkında olduğu için tanımı “Dar Tanımlı İşsizlik” olarak yapmış. Gerçek anlamda işsizliği tanımlamak için de “Geniş Tanımlı İşsizlik” tanımı geliştirilmiş. Tam gün esasına dayalı sürekli ve düzenli bir işte çalışma olanağına sahip olmayan ve çalışabilecek çağda olan her bireyin dâhil edildiği bir tanım işsizliğin gerçek resmini net biçimde ortaya koymakta. TÜİK’in raporunda yer verilmemiş bu bilgiye DİSK verilerinden görebildiğimiz kadarı ile geniş tanımlı işsizlik oranı %27,2.
Bir başka anlatımla ülkede çalışma çağındaki her 4 insandan biri İŞSİZ bu ülkede. TÜİK gizlemeye çalışsa da nafile. Güneş balçıkla sıvanmıyor.
Bu konuda bir de OECD verisi var elimizde. Türkiye’de çalışabilir çağdaki nüfusun %52’si istihdama katılıyor. Oysa OECD ortalaması %68. Bu veri de işsizliğin hangi boyutlarda olduğunu göstermek bakımından önemli. Tabii bir de işin cinsiyet eşitsizliği boyutu söz konusu. İstihdam katılma oranı erkeklerde %72,1 iken kadınlarda sadece %36,8.
Bütün bu veriler TÜİK adlı kuruluşun ülkeye yönelik olarak yaratmak istediği algı ile gerçek durum arasındaki çelişkiyi net olarak ortaya koymakta.
İşsizlik boyutu böyle de yoksulluk boyutu farklı mı?
TÜİK yoksulluk sınırı altında yaşamakta olan bireylerin sayısının azaldığını iddia ediyor raporunda. Neye dayanarak? Hangi veri kaynaklarından yararlanarak? Uzun araştırmalar sonucunda bu konuda tatmin edici bir bilgiye ulaşamadım maalesef. Ancak elimde “Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkına Raporu” verileri var. Bir de Birleşik Metal İş Sendikası tarafından hazırlanmış veriler. Bu raporların verilerini paylaşayım:
Birleşik Metal İş Sendikası’nın raporuna göre Temmuz 2024 itibarı ile ülkedeki açlık sınırı 19.423 lira, yoksulluk sınırı ise 67.186 lira (Rapor, dört kişilik bir aile baz alınarak hazırlanmış).
TÜİK raporu doğru olsa idi eğer ülke nüfusunun %87’den fazlası 67.186 lira tutarında ya da daha fazla toplam aile gelirine sahip olması gerekiyor. Peki bu mümkün mü? Eldeki veriler ışığında pek de mümkün görülmüyor. Geniş anlamda işsizlik oranının %27,1 olduğu istihdamda olan bireylerin yaklaşık %50’sinin asgarî ücret veya altında bir ücretle çalıştığı bir ülkede (kısmî statüde çalışanlar çalıştıkları süre ile orantılı olarak ücret aldıkları için saat ücretleri asgarî ücret seviyesinde olsa bile aylık toplam gelirlerinde asgarî ücrete ulaşamıyorlar) dört kişilik bir ailenin yoksulluk sınırı üzerinde bir gelire ulaşabilmesi olanak dışı.
Dört kişilik bir ailenin kadın ve erkeği asgarî ücret karşılığı çalışmakta iseler ellerine toplam 34.000 lira geçer bu ailenin toplam gelirinin yoksulluk sınırının üzerine çıkabilmesi için tüm aile bireylerinin çalışması gerek. Bu da pek olası bir durum değil. Nitekim Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Raporu’ndaki veriler de bu tezi doğrulamakta. Bu rapora göre ülke nüfusunun %37,6’sı yoksulluk sınırı altında bir gelir ile yaşamını sürdürmek zorunda.
Bunun sonucu olarak da
– Yetersiz beslenme yaygınlığı %2,5,
– Beş yaşından küçük çocuklarda bodurluk yaygınlığı %6,
– Yeterli gıda tüketemeyen insan sayısı 14,8 milyon.
Ortaya çıkan tablo insan sağlığının önemli ölçüde tehlikede olduğunun göstergesi. Nitekim:
– Her yeni doğumda annenin ölüm oranı her yüz bin canlı doğumda 17,3,
– Yeni doğan ölüm oranı her yüz bin canlı doğumda 4,7.
Bu rakamlar dünya ortalamasının üzerinde ülkeyi yönetenlerin ifadesine göre “bizi kıskanmakta olan Batı”nın ise hayli üzerinde. Bu durumda ülkede yoksulluğun azalmakta olduğu sonucuna nasıl ulaşabiliyor TÜİK, anlayabilmiş değilim.
İşin bir de yaşlılık boyutu var.
Yukarıda da belirtmiştim 15-64 yaş arasındaki bireyler çalışma çağında kabul edilirler. 64+ yaş grubundakiler ise çalışabilir nüfusun dışındadırlar ILO standartlarına göre. Ne var ki emekli maaşlarının yetersizliği 64+ yaş grubunda olan insanları da çalışmaya zorlamakta. ILO tanımına göre işsiz sayılmayan bu insanlar da iş aramakta ve bulabilenler de çalışmaktalar memlekette. Çalışmayı bir kenara bırakın koruma altına alınması gereken bu insanların istihdama katılma oranı %12. Tıp doktoru, büyükelçi, üniversite öğretim üyesi gibi meslek sahiplerinin bu yaşlarda da istihdama katılmaları son derece normal ancak bu saydığım meslek mensuplarının sayısı birkaç bin kişi ile sınırlı. Oysa 64+ yaş grubunda olup da çalışmaya devam edenlerin sayısı bir milyona yakın. Üstelik bir o kadar da iş aramakta olan var işsiz sayılmadıkları hâlde.
Bütün bunlar yaşlı nüfusta yoksulluğun vahim boyutlara ulaştığını göstermekte. Sonuç mu?
İSİG raporlarına göre sadece 2023 yılında 64+ yaş grubundaki 100 kişi iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi.
Ülkenin hâli böyle iken yoksulluğun azalmış olduğunu raporlarda belirtmek nasıl bir ruh hâlinin ürünüdür acaba?
Elbette bu veriler insanların yaşam kalitesi hakkında da önemli ipuçları vermekte. OECD bünyesinde faaliyet gösteren “Daha İyi Yaşam Girişimi” (Better Life Initiative) çalışma grubu OECD üyesi ülkelerinde yaşamakta olanların yaşam koşullarını belirlemek üzere bir araştırma gerçekleştirmiş. Bu çalışma grubunun elde etmiş olduğu araştırma sonuçlarına göre Türkiye 41 ülke arasında 38. durumda. Tam on bir farklı kritere göre belirlenmiş olan yaşam koşulları indeksine göre Türkiye’de yaşamakta olanlar:
– Harcanabilir gelirlerinin %20’den fazlasını ev kirası için harcamak zorundalar (Bu oran büyük şehirlerde çok daha yüksek ancak küçük şehirler ile kasabaların katılımı oranı %20 seviyesine düşürmekte sadece büyük şehirler için ise bir araştırma yapılmamış bu çalışma grubu tarafından). Doğalgaz, elektrik, su gibi ısınma, aydınlanma giderleri ile badana vb. basit tadilat işleri için harcanan paralarla bu olan %25’in üzerine çıkmakta. Yaşam koşulları indeksi verilerine göre bu harcama kaleminde Türkiye ortalaması OECD ülkeleri ortalamasına yakın.
Ancak:
– Türkiye’de ortalama bir evde kişi başına ortalama 0,8 oda düşerken bu sayı OECD ülkelerinde 1,8.
– Ev içinde işlevsel bir tuvalete erişebilme oranı Türkiye’de %80 iken bu oran OECD ülkelerinde %96,8.
– Türkiye’de 15-64 yaş arasındaki çalışma çağındaki nüfusun istihdama katılma oranı %52 iken bu oran OECD ülkelerinde %68.
– Yukarıdaki veri 15-24 yaş grubunda olup öğrenim hayatına devam etmekte olan gençleri de kapsamakta olduğundan istihdama katılma oranı hakkında net bir bilgi vermekten uzak. Yukarıdaki veriyi tamamlamak amacı ile Türkiye’de bir anket kuruluşunun (Konda) yapmış olduğu çalışmadan söz etmek gerek. Bu araştırmaya göre ülkede 15-24 yaş aralığındaki genç nüfusun %24,2’si ne işte ne de okulda. Bu oran OECD ortalamasının hayli üzerinde. OECD ortalaması %12,7 bir kıyaslama yapılabilmesi açısından bir de AB ortalamasını vereyim: ne işte ne okulda olan gençlerin oranı %9,6 AB ülkeleri ortalamasında.
Yukarıdaki verilerden net olarak anlaşılabildiği gibi eğitim görmediği hâlde istihdama katılamayan genç AB ortalamasının da OECD ortalamasının da hayli üzerinde Türkiye’de, ancak bu bile ülkenin içinde bulunduğu durumu açıklamada yetersiz kalıyor. Çünkü işin bir de cinsiyet eşitsizliği boyutu var. Konda’nın araştırması bu durumu yansıtacak veriler de içermekte. Buna göre ülkedeki 15-24 yaş grubunda bulunan her 10 genç kadından 7’si ne işte ne de okulda. Bu veriyi kıyaslayabilecek uluslararası bir anket bulamadım maalesef. Bu nedenle ülkede bahse konu alanda mevcut eşitsizliği tanımlayabilecek bir enstrüman bulmakta güçlük çekiyorum
Bütün bu olumsuzlukları yaşamak ve kötü koşullarda yaşam sürdürebilmek için gereken çalışma süresi ise hayli uzun bu ülkede. OECD araştırmasına göre üye ülkeler içinde en uzun çalışma süresi Türkiye’de. Üstelik bu uzun çalışma süresi bir de fazla çalışmalarla daha da uzatılıyor. Yine OECD araştırmasına göre Türkiye’de tam gün esasına göre çalışanların %33’ü yasal çalışma süresinin üzerinde çalışma yapmakta. Uzun çalışma sürelerinin insan sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerini tartışmak bu yazının sınırlarını hayli aşar bu yüzden konunun ayrıntılarına girmeksizin Türkiye’de tam gün esasına göre çalışanların zamanlarının sadece %46’sını (11,04 saat) kendilerine ayırabildiklerini ve yemek yeme, uyku, kişisel gelişim, dinlenme, kişisel bakım ve hobiler ile ilgilenme gibi gereksinmelerini bu kısıtlı zaman içerisinde gerçekleştirmek zorunda olduklarını belirteyim. Türkiye’de günde 11,04 saat olan bu süre OECD ülkeler ortalamasında 15 saat, İtalya’da ise 16,5 saat.
İşte TÜİK tarafından yaşam kalitesinin yükseldiği iddia edilen Türkiye’nin gerçek durumu.
Konuya bir de OECD ülkeleri kapsamından daha geniş bir perspektiften bakacak olursak Türkiye’nin durumunun daha da içler acısı olduğunun farkına varıyoruz. The Economist Intelligence Unit adlı çalışma grubu tarafından hazırlanmış olan “yaşam kalitesi” indeksi tüm dünyada yaşam kalitesini ölçerek sıralama yapmakta. 2024 yılında yayınlanan indeks verilerine göre Türkiye sıralamaya giren 167 ülke arasında 93. sırada. Bu sıralamada ülkeyi komşuları ile karşılaştırma olanağına sahibiz. Bahse konu karşılaştırmayı yaptığımızda Türkiye’nin komşularından sadece Suriye’den daha yüksek bir yaşam kalitesine sahip olduğunu görmekteyiz. Yıllardan beri iç savaş koşullarında yaşayan Suriye dışında tüm komşu ülkelerin kendi halklarına Türkiye’den daha yüksek bir yaşam kalitesi sunmuş olduğunu görmek, TÜİK adlı kuruluşun yayınladığı raporlarla gerçeği nasıl çarpıttığını belirlemek açısından hayli ilgi çekici. Bu sıralamada dikkat çeken bir husus da kişi başına GSH açısından Yunanistan dışındaki tüm komşularından daha iyi durumda olan Türkiye’nin yaşam kalitesi açısından geride kalması.
Para ile saadet olmuyor demek ki.
İşin şakasını bir kenara bırakacak olursak ülke içinde yaratılan gelirin doğru kullanılmamış olduğunun, gelir dağılımındaki dengesizliğin ifadesidir bu durum.
Buradan hareketle TÜİK raporundan alıntıladığım son konuya “gelir dağılımı dengesi” konusuna geçebiliriz artık. TÜİK raporuna göre dengeli görünüm alan gelir dağılımında ne durumda Türkiye?
Bir ülkedeki gelir dağılımının dengeli olup olmadığını belirlemek için kullanılan pek çok yöntem var. Bunlardan biri de GİNİ katsayısı yöntemi. Bu yöntem ile ilgili olarak daha önceki yazılarımda hayli geniş açıklamalar yaptığım için burada bir tekrara girmeyecek ve sadece 0-1 arasında değişen bu katsayının 0’a yaklaştıkça gelir dağılımının daha adil olduğunu gösterdiğini belirtmekle yetineceğim.
World Inequality Lab tarafından hazırlanan rapora göre Türkiye’nin 2023 yılına ilişkin GINI katsayısı 0,433 bu rakam son 10 yılın en yüksek seviyesini belirlemekte. Şu hâlde gelir dağılımı dengesi sağlanmıyor tamamen tersine bozuluyor. Konuyu daha belirgin hâle getirmek için şu veriyi de ekleyeyim:
Ülkede en çok kazanan %10’luk diliminin ortalama geliri en az kazanan %50’lik dilimin gelirinin 23 kat fazlası.
Bu dengesizlik Türkiye’yi Brezilya, Meksika ve Hindistan gibi ülkelerle birlikte dünyada gelir dağılımının en dengesiz olduğu ülkeler arasında sokmakta.
TÜİK adlı kuruluşun raporundaki gerçekle ilişkisi olmayan verileri deşifre etmeye çalıştım dilimin döndüğünce kalemim yettiğince. Başarabildim ise ne mutlu.