Son aylarda, diyelim ki Temmuz 2024’ten başlayarak bugüne kadar, ülkenin her yanından eylemler yükselmektedir.
Bu eylemlerin çoğunluğu işçi eylemleridir. İrili ufaklı, farklı direniş yolları denenerek gerçekleştirilen bu işçi eylemleri, birçok büyük şehirde ortaya çıkmaktadır.
İşçi eylemlerinin yanı sıra, Hopa’da olduğu gibi çevre eylemleri-direnişleri de ortaya çıkmıştır. Bu eylemlere de, önceki yıllardaki gibi, “salt çevre” eylemleri demek mümkün değildir.
Aynı biçimde, birçok yerel köylü-çiftçi eylemi de ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu eylemlerde çiftçiler, biraz Fransa’dakine benzer, traktörlerle yolları kesmeye başladılar. Bu elbette yeni eylem biçimleri de demektir.
Gerçekte bu eylemlerin kaynak noktasına bakarak, bunları çevre eylemleri, kadın eylemleri, çiftçi eylemleri, işçi eylemleri vb. şeklinde ayırmak, sınıflamak mümkündür. Ama bu eylemler, nihayetinde, işçi sınıfının kapitalist sisteme karşı direnişinin farklı görünüm biçimleridir de. Çünkü, işçi sınıfının düşmanı olarak devlet, Saray Rejimi, en küçük bir hak arama eylemine saldırmaktadır. Ve bu durum, hem her farklı eylemi, kaynağı farklı eylemi birbirine bağlamakta, hem de bu eylemleri, amaçları bu olsun ya da olmasın, siyasallaştırmaktadır.
Yani sizin amacınız sadece hak aramak, sadece Narin cinayetine karşı çıkmak, sadece çocukların kaçırılması ve cinsel saldırıya uğramasına hayır demek ya da sizin amacınız hayvan katliamına karşı durmak ya da amacınız sadece Hopa’nın, Artvin’in doğasının yağmalanmasına karşı durmak, tren cinayetinde ölen oğlunuza sahip çıkmak olabilir. Ama bu durumu değiştirmez. Siz, bu en doğal hakkınızı savunmak isterken, karşınızda, tüm güçleri ile devlet çarkını bulursunuz. Ve o devlet çarkı sizi, “kızıl terörist” olarak görür. Basını, yargısı, kolluk kuvvetleri, polisi, jandarması sizin karşınıza dikilir.
Siz bu durumda acaba “bakın biz kötü kişiler değiliz, biz devlete bağlıyız” demenin binbir yolunu bulup, devlet destekli sendikacıların, liberal solcuların, ulusalcılık ile solculuğu birbirine karıştıranların sözlerini dinleyip, burjuva partilerin kuyruğuna takılıp, işverenden sadaka mı bekleyeceksiniz, yoksa, bu mücadele bizim ortak mücadelemiz deyip, direniş çizgisini mi sürdüreceksiniz?
İlk tercihi yapan çok insan var ve binlerce yıldır, TC tarihini temel alırsak 100 yıldır, bunu zaten yapıyorlar. Sonuçları ortadadır.
Direniş ve mücadele çizgisi dışında hiçbir çıkış yoktur.
Birkaç örneği hatırlayalım.
Polonez işçilerini hatırlayalım. İşçiler, birçok yerde direniş gerçekleştirdiler. Bostancı E5’te, içinde Amerikan şirketlerinin de faaliyet gösterdiği Kosifler plazanın önünde gecelediler ve oto sanayiine de yakın olmalarından olacak, oradan Ankara’ya gitmeye ikna edildiler. Haklarınız verilecek, dediler. Ne oldu? Kosifler’in önü, Amerikan şirketlerini rahatsız etmiş olmalı. Oradan ayrıldıklarında, Ankara’da, Trakya’da saldırıya uğradılar. Tekmelendiler, ters kelepçe ile kolları bağlandı. Üzerlerine emniyet amiri yürüdü.
İşçiler direnişten çok şey öğrendiler.
En başta, devletin asla kendilerinin devleti olmadığını anlamış olmalıdırlar.
As Plastik işçilerini ele alalım. Petrol-İş fabrikaya girmesin diye, işçiler işten atıldılar. Üçü işyeri temsilcisidir ve kendilerine, sendikayı bırakın, size %100 zam yapalım, dediler. Ağır çalışma koşullarından sendika ile kurtulmaya başladıklarını söyleyen işçiler, sendikadan ayrılırlarsa, kendilerine zam yapılacağının söylediğini anlattılar. İşte size bir çeşit rüşvet. Demek, “benim memurum işini bilir” cümlesinin devamı var, bilir, çünkü işini kapitalistlerden öğrenmiştir.
Oysa işçilerin talepleri açıktır; işten atılan işçilerin geri alınması, ücretlerin artırılması, kıyafet ve yakacak yardımı. İşçi temsilcilerinden biri, patronun kendisine, “seni hiçbir zaman sevemedim” dediğini söylüyor. Oysa işçiler, sadece o işçi değil, tüm işçiler, patronu hiç ama hiç sevemediler. Ama bunu o kadar rahat söylemiyorlar.
Bir başka örnek, Enerji Çalışanları Sendikası’ndan (EÇS). Sendika, işkolu barajını aştığı ve yetkiyi kazandığı hâlde, Bakanlık, yani devlet, sendikanın yetki almasını onaylamıyor. Hattâ Bakanlık, temmuz ayından beri, 50 gün içinde, 4 kere mahkemece talep edilmiş olmasına rağmen ilgili verileri mahkemeye vermedi. İşte size devlet.
Antep’te, Akcanlar Tekstil, ağır çalışma koşullarını protesto eden 90 işçiyi işten çıkardı. İşçilerin direnişini kırmak için seçilen yol bu.
Daha fazlasını siz ekleyebilirsiniz.
Burada biz, sadece birkaç örnek veriyoruz.
Neden mi?
Çünkü, burjuva basın, karanlık üreten bir mekanizmadır. Bu basının içinde Saray basını olduğu kadar, muhalif diye geçinen CHP çevresindeki devletçi basın da dâhildir. Tümü devletçi, tümü burjuva basındır. İşleri karanlık üretmektir. Bu nedenle, biz, siz, işçi ve emekçiler, toplumun %90’ı, eylemlerin gerçekliği ile karşılaşamıyoruz. Sanıyoruz ki, ortada hiçbir eylem yok. Sanıyoruz ki, toplum sessiz. Sanıyoruz ki, hareket eden, direnen kimse yok. Üstelik bizim “aydın”larımız, kendileri bir eylemde yok iseler, ülkede eylem yok demekte çok acelecidirler. Evlerinin penceresinden bakıp, havayı güneşli, gökyüzünün mavi olduğunu gördüklerinde, sanıyorlar ki, tüm ülkede hava güneşli. Bencil, korkak, kibirlidirler. Bu nedenle de kördürler.
O nedenle, birkaç işçi eylemini anmak yerinde olur kanısındayız.
Şimdi bu eylemlere bakınca, her bir ay içinde yüzlerce eylem görüyoruz.
Bu eylemler, kendiliğinden eylemlerdir.
Bu eylemleri örgütleyen bir siyasal parti ya da bir güçlü sendika yoktur. Çoğunluğu kendiliğinden eylemlerdir.
Aynı biçimde çevre eylemleri de böyledir, çiftçilerin-köylülerin eylemleri de böyledir.
Ama buna rağmen, eylemler, devletin tüm güçleri ile karşısına dikildiği eylemlerdir. Devlet, işçi ve emekçilerin eylemleri söz konusu oldu mu, kadınların ve öğrencilerin eylemleri söz konusu oldu mu, tüm güçleri ile birlikte saldırmaktadır. Sınıf düşmanlığı budur.
Eylemlerin ikinci özelliği, eylemlerin geçirdiği evrimde ortaya çıkmaktadır. Eylemler, basın açıklamaları vb. gibi eylemlerden direnişlere, grevlere, çiftçilerin eyleminde görüldüğü üzere caddeleri kapatmaya kadar varabilmektedir. Bu, yeni mücadele yollarının, yeni eylem biçimlerinin devreye girmekte olduğunu göstermektedir. İşçi ve emekçilerin adım adım, sabırla dile getirdikleri talepleri karşısında sürekli kandırıldıklarını görmeleri, onları, daha örgütlü, daha militanca eylemler düzenlemeye yönlendirmektedir.
Ama hâlâ, eylemler, büyük ölçüde kendiliğinden eylemlerdir.
Eylemlerin üçüncü özelliği, her bir eylemin, bir başka eylemle bağının olmamasıdır. Yani, her işyerinde, her çevre alanında, her eylem alanında eylemciler, kendileri dışında var olan eylemlerle bağlara sahip değildirler. Bu durum, eylemlerin yalnız kalmasına neden olmaktadır. Bu da her eylemi boğma olanağını, devlet ve kapitalistler için kolaylaştırmaktadır.
Bu eylemler içinde ise, sendikalar, büyük ölçüde, işçilerin eylemlerini desteklemek için devreye girmemektedirler. Mesela bir eylemi desteklemek üzere işçi sendikalarının başka yerlerdeki işçileri de eyleme davet ettiklerine şahit olmuyoruz. Tersine, birçok eylemde sendikalara rağmen eylemler ortaya çıkmaktadır. Eylem ortaya çıktıktan sonra, bazı durumlarda sendika eylemi destekler gibi yapmakta, bazı durumlarda da açıkça karşısında durmakta, açıkça işveren ve devletle birlikte çalışmaktadır.
Uzlaşmacı çizgi ile, direniş çizgisi arasında fark burada, bu en küçük eylem alanında ortaya çıkmaktadır.
Devlet destekli sendika mafyası tarafından kontrol edilen sendikalar ile, mücadeleci sendikalar arasındaki fark da burada ortaya çıkmaktadır.
Bu iki ana çizgi, işçi sınıfının mücadelesi açısından son derece önemlidir ve işçiler, ancak ve ancak, mücadele ve direniş çizgisi içinde yer alırlarsa, ilerleme kaydedebilir, sonuçlar elde edebilir olacaktır.
Sendikalar bize, “aman yapmayın” diyorlar.
Sendikalar bize, “şimdi zamanı değil” diyorlar.
Sendikalar bize, “bu, devlete karşı durmak olur” diyorlar.
Sendikalar bize, “durun, biz konuşalım” diyorlar.
Ama tümü oyalamacadır.
İşçiler, mesela Bodrum’daki otelin önüne, mesela Kosifler plazanın önüne vb. gittiklerinde, birilerini rahatsız etmeye başlamaktadırlar.
İşçiler, ancak sokağa çıktıkça, açıktan birleşerek eyleme geçtikçe, medyanın karanlığını yarma ve seslerini duyurma şansını elde etmektedirler.
Şimdi, soru şudur:
Üç koskoca sendika konfederasyonu, utanmadan, eylemsiz bir açıklama yapmıştır.
Bu açıklamada, üç koskoca sendika konfederasyonu, durumun vahim, yaşanamaz, çalışma koşullarının katlanılmaz olduğunu söylemiştir.
Bu üç koskocaman sendika, utanmadan eylem çağrısı da yapmamıştır.
Şimdi, ülkenin her yerinde, bir ayda yüzlerce direniş ve eylem ortaya çıkmaktadır. Ve sendikalar, tüm bu saldırıya, işçilerin yaşam ve çalışma koşullarına karşı vahşice saldırıya karşı çıkmıyorlar.
Çıkıyorlarsa, şimdi değil ise ne zaman grev silahını devreye sokacaklardır?
Grev işçi sınıfının mücadele silahıdır.
Grev, işçi sınıfının üretimden gelen gücünün devreye sokulması demektir.
Saray Rejimi, emeklilik, kıdem tazminatı vb. alanlara da saldırmaktadır.
Şimdi değil ise, ne zaman sendika federasyonları, genel grev kararı alacaklar?
İşçi sendikaları, hep birlikte, bir genel grev örgütlemek zorundadırlar.
Adım adım işsizlik tırmanmakta, işçiler işten atılmakta, açlık ve yoksulluk derinleşmektedir. İşyerlerinde kaza adı altında iş cinayetleri yayılmaktadır. Kıdem tazminatına, emeklilik sistemine, işçiler aleyhinde saldırılar devreye sokulmaktadır. Tüm bunlar yapılırken, işçi direnişlerine bile sahip çıkmayan sendikalar, kendilerine işçi sendikası diyebilir mi?
Sendika konfederasyonları, “politikadan uzak durmak” adı altında, burjuva politikacılarla işbirliği yapmaktadır. “Politikadan uzak durmak” adı altında, işçileri devletin kucağına oturtmakta, kapitalistlerin kuyruğuna takılmalarını sağlamaya çalışmaktadırlar. Sendika konfederasyonları, ister dinci, ister milliyetçi, ister ulusalcı, ister gerici olsun, açıktan politika yapmaktadırlar. Öyle ise onların “politikadan uzak durmak” dedikleri şey, işçilerin devrimci politikadan uzak durmalarıdır.
Şimdi, üç konfederasyon, genel grev çağrısı yapmayacaksa ne zaman bu çağrıyı yapacaktır?
Demek ki, işçiler, genel grevi kendileri örgütlemek zorundadırlar.
İşçiler, bu doğrultuda kendi örgütlenmelerini yaratmak zorundadırlar.
Bu doğrultuda, sendikalaşma çalışmasını bile, bir ölçüde gizlilik içinde yapmak zorundadırlar. Zira açıktan sendika çalışması yapmak, işsiz kalmak, hatta ölüm tehdidi ile tehdit edilmek demektir. İşçiler bunun için, Birleşik İşçi Kurultayı gibi örgütlenmeler yaratmak zorundadırlar. Elbette bunlar gizli örgütler değildir. Ama bu ara örgütlenmeler olmadan, işçi sınıfının direnişi geliştirmesi, direnişler arasında bağlar kurulmasını sağlaması mümkün değildir.
İşçiler bununla da yetinemezler. İşçi sınıfı, tüm emekçiler, birleşik emek cephesinde bir araya gelmek zorundadır.
İşçi sınıfının, emekçilerin gündemi, tüm ülkeyi saracak bir genel direniş, bir genel grev örgütlemektir. Elbette konfederasyonlar, bu genel greve karşı durmaktadır. Ama, işçi sınıfı, adım adım, bir kararlılıkla bu genel grevi örgütlemek zorundadır. Gerekli olan budur ve gidiş de buna doğrudur.
Bu, elbette bir günde örgütlenemez. Kimse de zaten bunu beklemez. Ama Birleşik Emek Cephesi, bu genel grev ve genel direniş örgütlenmesinin ana organı olmalıdır. Her fabrikada, her işyerinde, her direniş alanında işçi ve emekçiler kendi komitelerini oluşturmak zorundadırlar.
Mesele tek tek fabrikalarda, can boğaza çıkınca eylemler ortaya koyarak çözülemez. Bu elbette olacaktır, zaten olmaktadır da. Ancak işçi sınıfı, emekçiler, kadınlar, öğrenciler örgütlü hareket etmeyi öğrenmek ve geliştirmek zorundadır.
Gelişmekte olan, sayıları hızla artmakta olan direnişlerin, bir bütün olarak ve merkezî biçimde gelişmesi, koordineli olarak gerçekleştirilmesi için, birleşik emek cephesi zorunludur.
Direniş hattının, tüm alanlarda, tüm ülke genelinde örgütlenmesi gereklidir.