Yöntemsel olarak da, bu hedefler doğrultusunda, en azından şimdilik, yani projelendirilmiş istikrar koşulları oluşturulana kadar ve onu oluşturmanın yolu olarak, bölgenin kaos içinde felç halinde tutulması siyaseti ortaya çıkmaktadır. Bölgenin Amerika tarafından yeniden yaratılması da ancak böyle mümkün olabilecektir. Tanrının insanı kendi gül cemalinden yaratması gibi, ABD de bölgeyi kendi hayat tarzının imgesinden yeniden yaratmayı düşlüyor ve bunu yerlerin ve göklerin efendisi olarak tanrısal “yaratıcı kaos”u ile gerçekleştirmeyi denemektedir.
IŞİD, bu yönelimin basit araçlarından birisidir sadece. ABD, örneğin Afganistan’da önce, Reagan’ın “özgürlük savaşçısı” diye tanımladığı, silahlandırdığı ve eğittiği Taliban’ı yarattı, ülkeye egemen kıldı. Sonra da (ve halen de) Afganistan’ı Taliban’dan kurtarmaya kalktı.
Bir IŞİD taşıyla ABD şimdi de birçok kuş vurmakta Ortadoğu’da. Irak’ta Maliki’yi devirip yeni bir iktidar yarattı, yeniden askerîsi de dahil müdahale etmenin zeminini oluşturdu. İran’ı terbiye etti, nükleer anlaşmaya kadar geldi. Merkez’le ilişkilerinden hoşlanmadığı Barzani’yi geri çekti, PKK’nin “özgüç” iradesine kama sokmaya kalktı. Suudileri Yemen’de yeniden eğitiyor. Türkiye’yi nasıl yeniden kıvama getirdiğini, yoldan çıkmış taraflarını tıraşladığını görmekteyiz. Tarihinin en büyük krizleriyle boğuşurken ve dişleri çoktan çekilmiş haliyle bunları yapmaya kalkışmasıysa, ayrı bir konu; bu onu hem saldırganlaştırıyor, hem ödünlerle dolu bir yumuşaklığa mahkum ediyor, hem de çürük zeminlerde yetersiz kazanımlara razı hale getirebiliyor. Ama onun da yürüyüşü, hamleleri, hegemonik pozisyonunu yer yer tahkimi sürüyor.
Bu çerçeve içinde Türk dış politikasının Ortadoğu’ya ilişkin politikasının bugün öne çıkan bütün boyutlarının belirleyici dinamiği Kürt Sorunu’dur. Bunu üç ayrı bağlamda görmek mümkündür.
İlk düzlemde, Suriye’ye, bir zamanlar yakın ilişki içinde bulunulan Esad rejimine karşı izlenen politikanın seyri Kürt Sorunu’na bağlı olarak şekillenmiştir. Türkiye, Güney Kürdistan/Kuzey Irak alanında kendi rızası dışında gelişen “Kürt statüsü” gerçekliği karşısında paniğe kapılmıştır. Bölge’de ana hatlarıyla Birinci Paylaşım Savaşı sonrasında oluşan, “Kürdistan’ın parçalanması ve her parçada Kürtlerin statüsüz bırakılması”nı içeren statükodaki kırılmanın Türkiye’nin “statüsüz Kürd”e dayalı düzeninin sürdürülmesini zora soktuğunu gören egemenlik sistemi aklı buradan bir ders çıkartmıştır. Davutoğlu’nun ifadesiyle, “Irak’ta yoktuk Suriye’de varız” biçiminde dillendirilen bu stratejik yönelimin temel amacı, “yeni bir Kürt statüsüne kesinlikle ve her yöntem kullanılarak engel olmak” biçiminde özetlenebilir.
Türkiye, ABD’nin (Batı’nın) bir biçimde Esad rejimini devireceği düşüncesiyle, Irak’tan alınan dersle, Suriye’de “askerle beslenen bir varlık” oluşturarak orada olası bir Kürt statüsüne engel olmayı planlamıştır.
Bu yönde üçlü bir plan oluşturulmuştu.
Birincisi, bir doğrudan işgal durumunda, Irak’ın aksine, Türkiye en önde akıncı rolü üstlenecek ve işgalci güçlerden biri olarak yeni Suriye’nin oluşturulmasında etkin rol alacaktı. Böylece, bir Kürt statüsünün de önüne geçilecekti. Bu gerçekleşmedi.
B Planı, insanî sorunları bahane ederek, buna ilişkin gerekçelerle ve bu türden sorunlara yanıt olarak, aynı şeyi bir “tampon bölge” oluşturarak aynı amaca ulaşmaktı. Bu da olmadı.
C Planı ise, kendi topraklarına yönelik “terör saldırıları”nın ve büyük göç dalgalarının, ulusal güvenliğine tehdit oluşturduğu gerekçesiyle fiilen uçuşa kapalı bir “güvenli bölge” oluşturmak idi. Bu planın alt versiyonu da, şayet orada Türk askeri bulundurulması mümkün olmazsa, bir “vekalet işgali” altında alan açmakta, Türk Hava Kuvvetleri başta başka silahlı unsurlarla “koruculuk” görevi üstlenmekti.
Bu “askerle beslenen varlık”; a) Suriye’de Kürt statüsünü önleyecek; b) kendi Kürt savaşında Türkiye’ye yeni bir lojistik ve stratejik destek alanı yaratacak; c) Güney Kürdistan üzerinde bir baskı unsuru olacak; d) olası bir İran krizi sonrasında Türkiye’ye oluşacak diplomatik “Kürt Masası”nda daha avantajlı bir konum sağlayacaktı.
Suruç katliamından sonra C Planı’nın devreye sokulduğunu görmekteyiz…
Gelişmelere ikinci düzlem perspektifinden baktığımızda, Türkiye’nin IŞİD ile ilişkilerini belirleyen etmenin de Kürt Sorunu olduğunu görebiliriz. Türkiye baştan beri IŞİD’i “ölüsü de dirisi de” işe yarayan bir araç olarak görmüştür ve en hafif tabirle onu bir “sorun” olarak değil de “Çözüm” olarak algılamıştır. IŞİD’in dirisi, Türkiye’nin yapamadığını yapan dinamik bir müttefik olarak algılanmış, Kürtlere yönelmiş bu unsurla yollar çok çeşitli biçimlerde kesişmiştir. IŞİD’in hedef alınması da bir fırsat olarak ele alınmıştır. Böylece, IŞİD’e karşı oluşan askeri koalisyonda yer alan Türkiye böyle bir süreci, Suriye’ye ve özellikle de Suriye Kürdistanı’na (Rojava’ya) girmek, bu yolla “askerle beslenen bir varlık” oluşturma imkanı barındıran bir fırsat olarak kullanmayı projelendirmiştir. Nihayet, IŞİD’in ölüsü de, ondan boşalacak alanlarda Türkiye’ye, en azından Türkmenler ve öteki muhalif güçler dolayımıyla “vekalet işgali” planını hayata geçirme olanağı yaratacak bir fırsat olarak düşünülmüştür. Nitekim bugün bu noktaya gelinmiş gibi görünmektedir. Bu son hamle, Türkiye bakımından bir yanıyla hem bir ricat, hem “üst akıl” denen odakta çeperden merkeze nüfuz etmek, hem de oraya kendi aklını monte etmek biçiminde okunabilir. Bu aklın salt Kürt statüsüne karşı çıkmaya uyarlanan biçimde çalıştığı açıktır.
Bu durum da bizi üçüncü düzleme, ABD ile yapılan son İncirlik anlaşmasına getirmektedir. Burada da, Türkiye bir geri adım atmış, İncirlik Üssü’nü açmış, karşılığında da “güvenli bölge” ve “vekalet işgali” izniyle, Suriye Kürdistanı’nın (Rojava’nın) hem topraksal bütünlüğünü engellemeyi, hem de orada kendisine (denetimi altında) bir “alan” açmayı mümkün kılan bir hamle yapmıştır.
Şimdi bir başka düzleme geçebiliriz. AKP, “eski Türkiye”nin odağını Kürt Sorunu ve Kirli Savaş’ın oluşturduğu çok boyutlu büyük krizlerin ağırlığı altında çökmesiyle iktidara geldi ve bir “yeni Türkiye” oluşturmaya girişti. Yani, AKP iktidarı, aynı zamanda, bir sistemik krizi yönetme iktidarı olarak ele alınmalıdır. Kapitalizm koşullarında sistemik krizlerin temel yöntemi ikili unsur barındırır: Birincisi, genellikle “tek adam”a dayalı otoriter ya da totaliter yönetim ve ikinci olarak da, sermayenin dışa yayılma güdülerinin durdurulamaz biçimde harekete geçirilmesi. Sermayenin her ekonomik yayılma hamlesi, elbette ayrıca sosyo-kültürel, politik ve imkânlar ölçüsünde askerî hegemonyayla birlikte gelişir. İşte bu noktada da, Türkiye bölgede, özellikle Kürdistan’ın parçalarında hegemonik konuma gelerek, yani yayılıp genişleyerek Kürt Sorunu’nu çözmeye çalışmaktadır. Ulusalcıların, “Musul’u alamazsak Diyarbakır’ı kaybederiz” düşüncesi, AKP iktidarının kriz yönetimi sürecinde, salt şiddetle değil de, çok boyutlu (ekonomik, politik, kültürel) hegemonya ile hayata geçirilmeye çalışılmaktadır. Yeni Osmanlı-İslam-Türk sentezi, hegemonik alanında Kürtlere Osmanlı türünden “muhtariyet serbestisi” vererek, Kürt mirlerinin yeniden üretilebileceği sosyo-ekonomik koşullara uygun/benzer bağımlılık zemininde Sorun’un tasfiyesini hesaplamaktadır.
Son olarak da şu söylenmeli: Her düzlemde ve modelde kuşkusuz şiddet, terör ve savaş, büyük stratejinin ayrılmaz nihai parçasını oluşturmaktadır.
Dolayısıyla bugün (elbette adil ve onurlu) bir barış talebi stratejik önem kazanmaktadır. Uzun vadede geçerli olan “ya sosyalizm ya barbarlık” sloganı, bugün acil bir mesele olarak ve ilk ağızda bölgemizde kendini “ya barış ya barbarlık” olarak dayatmaktadır.
Haluk Gerger