KESK olarak durumumuz, Hanibal’ın karşılaştığı zor duruma benzemektedir. Karşımızda Roma kadar ceberrut bir düzen ve merkezileşmiş zor, yanımızda yaklaşık iki katı, 180 bin kişilik umutsuz, karamsar ve hantal bir ordu. Tek farkla ki, KESK bir Hanibal değildir.
2000’li yılların başından bu yana KESK içerisindeki her dinamik güç tarafından farklı biçimler altında da olsa sıkça dile getirilen bir sorudur: “Ne olacak bu KESK’in hâli?” 7 Haziran öncesinden başlayarak, KESK’in de içerisinde bulunduğu tüm toplumsal muhalefet güçlerine dönük saldırı kampanyasında ise bu soru daha yüksek sesle dile getirilmektedir.
Şubat 2016’daki “Davutoğlu Genelgesi’nden” bu yana, sendikal faaliyetler “terör” faaliyeti kapsamında manipüle edilmiş, ismi geçmeden KESK hedef tahtasına oturtulmuştur. 15 Temmuz sonrasında ise FETÖ kapsamında çıkarıldığı söylenip KHK’larla 3115 KESK üyesi görevden alınmış, yüzlercesi gözaltı ve tutuklanma terörüne maruz bırakılmıştır. Bütün bu süreç karşısında KESK’in aldığı pasif tutum da, bu ve benzeri soruların daha da artmasına neden olmaktadır.
Kanımca sorunun soruluş şekli iki nedenden ötürü yanlıştır. Birincisi, sorunun öznesi eksiktir ve toplumsal/siyasal yaşama dair öznesiz kurulan her cümle boş gevezeliktir. En çok da cümleyi kuranı olumsuz etkileyip eylemsizleştirmektedir. Beraber mücadele yürüttüğümüz dostlarımız için de geçerlidir. Kendilerini sürecin öznesi olarak örgütlemeyince, doğal olarak sürecin dışında kalmaktadırlar.
İkincisi, soruyu soran kesimler kendilerini KESK içerisinde görmemekte, dışsal bir eleştiride bulunmaktadır. “Allah KESK’in belasını versin”e kadar giden bir eğilimdir bu ve kamu emekçileri mücadelesinin bütün sorunlarını KESK MYK’sında bulunan 7-8 kişiye ya da bağlı iş kolu sendikalarının yürütme kurullarına havale etmekte, hedef tahtasına MYK’yı oturtmaktadır. Dolayısıyla iki eğilim için de ideolojik konumlanış problemi vardır. İki kesim de kendisini KESK içerisinde bir özne olarak görmemekte, buna uygun konum almamaktadır. Sonuç olarak KESK’e müdahale etme, değiştirme olanakları da yoktur.
İçeride-dışarda savaş
İçerisinden geçtiğimiz süreç bir iç savaş sürecidir. Bu süreç, devlet eliyle örgütlenen bir yağma, talan ve karartma ile at başı sürmekte ve devlet/saray bu savaşta hiçbir kural tanımamaktadır. Savaş; bir tarafı ile belediyelere atanan kayyumdan tutun da en son Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi ve HDP Eş Başkanlarının, milletvekillerinin tutuklanmasına, Alevi evlerinin işaretlenmesinden ABF Genel Başkanının kaldığı otele dönük devlet destekli saldırı girişimine, Hrant Dink davası sanığı İstihbarat Daire Başkanı Engin Dinç’in Eskişehir Emniyet Müdürü olmasından tutun da doğanın, yaşam alanlarının talanına kadar, devlet ile halklar arasında sürmektedir.
Diğer yandan, kıdem tazminatının kaldırılması tartışmaları sürekli ısıtılmaktadır. Özel İstihdam Büroları ve Kiralık İşçi Yasası çoktan yasalaşmıştır. Bireysel Emeklilik Sistemi ile ekonomik kriz işçi ve emekçilerin sırtına yüklenmeye çalışılırken, kamu varlıklarının “Varlık Fonu”na devri ile tüm kamu kaynakları denetlenemez bir keyfiyetin kullanımına sunulmuştur. Sistem, aynı zamanda emekçileri güvencesizleştirme politikalarının da bir parçası olarak bu saldırıları ele almaktadır. İşçilerin en ufak hak arama talepleri, ekonomik temelli de olsa, çıplak polis zoruyla karşılanmakta, istisnasız bütün grev kararları “milli birlik ve bütünlüğe” yapılan bir saldırı olarak manipüle edilip yasaklanmakta, diğer yandan KESK öznelinde tüm kamu emekçilerine, tarihin en büyük saldırılarından birisi organize edilmektedir.
Demek ki, savaşın bir cephesi devlet/Saray/AK Parti ile işçi ve emekçiler arasındadır.
Savaş, sadece içeride değildir. Cerablus operasyonundan bu yana dışarıda daha “aktif” bir politika izlenmektedir. Musul operasyonu ile ilgili tartışmalar, Rakka operasyonu, Suriye’de savaşın kaderini belirleyecek Halep cephesindeki saldırgan söylemler ve PYD/YPG/DSG karşısındaki tutum, IŞİD’in, El Nusra Cephesi’nin, ÖSO’nun ağzıyla yapılan açıklamalar, bu eğilimin artarak devam edeceğini göstermektedir. Yeni Osmanlıcılık ile birlikte, içeride işçi-emekçilere ve halklara açılan savaş, benzer bir izdüşümde; dışarıda, bölge halklarına, komşu devletlere açılmıştır.
Yukarıdaki tablo oldukça açıktır. Emekçiler bu savaşın doğrudan muhatabıdır ve KESK kamu emekçilerinin yegâne mücadele örgütü olarak bu sürecin altından kalkmakla sorumludur. Buna rağmen, sürecin ağırlığı karşısında söylem düzeyinde tariflenen radikallik, eylem alanlarında kadük kalmaktadır.
Uzun zamandan bu yana KESK içerisinde örgütlenen tartışmalar esasen iki çizginin tartışmasıdır. Bugün gelinen nokta göstermiştir ki; direniş çizgisinin karşısında yasalcılık galip gelmiş ve bu çizgi, bu çizgiyi savunanlarla birlikte KESK’te erimekte, günden güne zayıflamaktadır. Sözde sendika yasasının kabulünün öncesinde başlayan, fakat esasen bir dinamik olarak kamu emekçileri mücadelesi içerisinde her zaman zemin bulan bu anlayış, görece sınıf savaşının şiddetinin az olduğu dönemlerde dahi KESK’i ileri taşıyamazken, bugün bundan bahsetmek olanaksızdır.
Tüm bu saldırılar karşısında tabanda/örgütte iki ana eğilim ortaya çıkmaktadır. Birincisi, “bu süreci en az kayıpla atlatalım” şeklinde ifade edilebilecek olan eğilimdir. Bu, daha çok KESK ve KESK’e bağlı sendikaların yönetiminde olan siyasi kadrolarda kendini göstermektedir. Esasen OHAL’den de, 10 Ekim katliamından da, savaş sürecinden de en fazla etkilenenler bu kesimlerdir. Oysa sınıf mücadelesinin tarihsel deneyimleri açıktır; eğer savaş varsa ve sen savaşa uygun (örgütlü gücün oranında) tutum almıyorsan yok olmaya/kaybetmeye mecbursun. KESK açısından da tablo bu noktaya doğru oldukça yaklaşmıştır.
İkinci eğilim ise daha çok kendisini “radikal” kadro eylemleri biçiminde tarif eden eğilimdir. Bu eğilim ise daha çok tabanda, Kürt illerinde yaşayan ve açığa alınan/ihraç edilen kamu emekçilerinde karşılık bulmaktadır. Bu noktada da örnekler Tekel Direnişi’nden ve milletvekillerinin açlık grevinden esinlenmekte, ‘Ankara’nın göbeğine çadır kurup gerekirse biz de onlar kadar direniriz’ ya da ‘biz de KESK binasına girip açlık grevine başlayalım’ şeklinde ifade bulmaktadır.
İlk eğilimin sendikayı ileri taşıma, saldırıları püskürtebilme gibi bir olasılığı zaten yoktur. İkinci eğilim ise direniş eğilimi olsa da, gerçeklikten bir miktar kopuk durmaktadır. Süreç ne Tekel eylemleri ne de vekillerin açlık grevine girdiği süreçle benzeşmektedir. Diğer taraftan direnişin örgütlü ise kazandırıcı olma, yaygınlaşma ve büyüme şansı vardır. Üstelik salt “iradecilikle” sendikal/siyasal sorunları çözmek, saldırılara yanıt vermek mümkün değildir.
Yapılması gereken, KESK içerisindeki ileri unsurların örgütlemesi gereken, kitlesel direniş hattıdır. Öncelikle KESK mevcut gücüyle bu saldırıları püskürtebilme yeteneğini çoktan kaybetmiştir ve süreç ancak Birleşik Emek Cephesi ile yanıtlanabilecek kadar ağırdır. Dolayısıyla, 20 Kasım Kartal mitingi ve sonrasında gelişen kadın eylemleri, akademisyenlere yapılan kıyıma karşı açığa çıkan tepkiler göstermektedir ki, birleşik bir mücadele hattına ihtiyaç vardır.
İkinci olarak hedeflenmesi gereken, başta açığa alınan ve ihraç edilen üyeler olmak üzere, kademeli olarak, başlangıçta sınırlı merkezlerde de olsa, direniş çadırları kurup direnişi yaygınlaştırmaktır. Sendikadan bağımsız olarak, Ankara’da oturma eylemleri 100 günü aşmış ve diğer illere yayılmaya başlamıştır. Bu eylem genişletilip güçlendirilerek büyütülebilmelidir. Aynı zamanda bireysel olarak ifade bulan eylemlerin KESK bütünlüğünde, örgütlü ve sürekliliği olan bir direnişe evirtilmesi gerekmektedir.
Üçüncüsü, tarihinin en kapsamlı saldırıları ile karşı karşıya kalan KESK, bu süreci üyeleri ve tüm kamu emekçileri ile bütünleşmenin bir aracı hâline getirebilmelidir. Bunun yolu da, işyerleri merkezli çalışma ve örgütlenmenin geliştirilmesidir. Her işyeri bir direniş ve eylem alanına dönüştürülebilmeli, üyelerle uzun zamandır zayıflayan bağ yeniden tamir edilebilmelidir. Bu konuda sabırlı, kararlı ve adım adım büyütülecek bir direniş geliştirilmelidir.
Son olarak, grev elimizdeki en etkili silâhtır. KESK, referandum öncesi için zaman kaybetmeden -bizim önerimiz 5 Nisan’dır- 1 günlük uyarı grevi ilan etmelidir. Bu grev, sadece ihraçlarla ilgili değil, OHAL’in kaldırılması talebini, 1 Kasım seçimlerinden bu yana defaatle gündeme gelen ve referandum sonrası hayata geçirilecek olan kamu emekçilerinin iş güvencesine dönük saldırıların durdurulması ve grev yasaklarına son verilmesi taleplerini içermelidir.
KESK bu grevi örgütlerken “grev komiteleri” kurmalı, başta açığa alınan ve ihraç edilen kamu emekçileri olmak üzere, tüm üyelerini grev komitelerine katmalı, örgütlü olduğu her işyerini bir grev üssüne çevirmelidir.
KESK bu süreci örgütlerken, aynı zamanda kendisi gibi KHK’lardan etkilenen, üyeleri ihraç edilen dost ve kardeş örgütleri de, DİSK, TMMOB ve TTB’yi de bu grevin parçası hâline getirebilmelidir.
Her şeye rağmen, KESK’te örgütlü yaklaşık 200 bin kişinin hizmet üretmemesi, on binlerce işçinin üretimi durdurması çok önemli bir güç demektir. Bu yolla hayatı durdurmak, kamu hizmetlerini durdurmak mümkündür. Grev, aynı zamanda OHAL rejimi karşısında çaresiz olmadığımızı görmemizi sağlayacak, bir sınıf olarak gücümüzü dosta ve düşmana gösterecektir.
OHAL koşullarında grev hayal değildir. Birleşik Metal İşçileri Sendikası, işveren sendikası olan EMİS’e bağlı iş yerlerinde, Bakanlar Kurulu’nun aldığı grevi yasaklama kararına rağmen greve çıkmış ve grev kazanımla sonuçlanmıştır. OHAL’de grev yapılabileceği, üstelik kazanımla sonuçlanabileceği her kesim tarafından anlaşılmıştır. Aynı görev ve sorumluluk, başta KESK olmak üzere DİSK, TMMOB ve TTB’nin omuzlarındadır.
Bilinmelidir ki, bu saldırılar, bir sınıf olarak hareket edilebildiği oranda, fiilî-meşru ve militan bir tarzda, üretimden gelen gücümüzü kullanarak püskürtülebilir.
“KESK bunu yapabilir mi” diye soran dostlarımıza biz soruyoruz: KESK kimdir? KESK sensin, benim, biziz. Asıl soru şudur: Sen bunu yapabilir misin?
Yaren Ali Karaca