Yağma, rant ve savaş ekonomisi

Temmuz 2023’ün başında, seçimler bitmiş, ardından bayram tatili 9 güne çıkartılmış, Saray’a göre iyi zamanlama ile, art arda, vergi ve zamlar gündeme geldi. Haraçlar artırıldı, yeni vergiler icat edildi. Otomobillerden Motorlu Taşıtlar Vergisi ikinci kere alınacak denildi. KDV oranları artırıldı, yüzde 18 olanlar yüzde 20’ye, yüzde 8 olanlar ise yüzde 10’a çıkartıldı.

Bu “müjdeli” haberler, gece yarısı, muhtemelen Saray’da “harem” bölümü kapatıldıktan sonra imzalanıyor ve “Resmî Gazete”de yayınlanıyor. Yoksa gece yarısı yayınlanmalarının başka bir anlamı mı var, bilemiyoruz.

Daha arkasının da geleceğine emin olmalısınız. Yani durmayacak.

Zamlar, vergiler, haraçlar; aslında olup biteni bir bütünlük içinde anlamalı.

Bu süreçte dikkat çekilmesi gereken birkaç nokta var.

1

İlkin, burjuva muhalefetin, Kılıçdaroğlu, Akşener, Babacan, Davutoğlu, Karamollaoğlu vb. konuya ilişkin tam bir sessizlik içinde olması. Neden bu kadar sessizler? Yoksa seçim dönemlerinde mi “muhalefet rolü” oynuyorlar?

Dahası, bazı CHP milletvekillerinin, garip ve ucuz esprileri ile “tepki” göstermeleri de var. Efendim “zam dolusu, zam yağmuru değil, şemsiyenizi açın” gibi. Bu şakalar, “sosyal medya” çağının zorunlu bir sonucu olarak ele alınabilir. Ama insan ister istemez, bir tiyatro bile olmayan, bir müsamere olan, bir “kaptı-kaçtı” gösterisi, Galata Köprüsü’nde usta soyguncuların sergilediği “bul karayı al parayı” uygulamasından esinlenen seçim süreci ardından, bu ucuz esprilere de masumiyetini kaybetmiş “çocuk” esprileri olarak bakmadan edemiyor. Diyelim ki Saray’dakiler, “ne içtiniz de kafanız iyi” sorusunu hak ediyor, ya muhalefettekiler farklı mı?

Daha dün, yani 1,5-2 ay önce, Erdoğan gitmeli, “baş çelişki Erdoğan’ı göndermektir”, “güzel günler olacak”, “geliyor gelmekte olan” gibi, içi boş ve yuvarlak, boş umut vaat eden sözleri söyleyenler, bugün, peş peşe gelen vergi artışları, zamlar ve haraçlar konusunda seslerini bile çıkartmıyorlar.

Oyunun içeriği buradan anlaşılabilir.

Saray Rejimi’nde muhalefet, Saray’ın bağlı olduğu yere bağlıdır. Saray Rejimi gibi bir olağanüstü rejimin sürdürülmesinde, adına muhalefet denilen şey, en az iktidar kadar önemlidir. Önemli görevleri vardır ve “muhalifmiş gibi görünmek” aslında görevden çok, görevleri için bir örtüdür.

Sadece suskunluklarına bakarak karar vermeyin.

Pişkinliklerine de bakın lütfen.

Biz, solun en fazla güvendiği ve kuyruğuna takıldığı, kendisi takılmakla kalsa neyse, tüm işçi ve emekçileri, kadınları ve gençleri de kuyruğuna takmak için büyük çaba sarf ettiği (bu çabanın yarısını Türkiye solu, samimi olarak devrim için sarf etmiş olsa idi, devrim sanıldığından çok daha önce gerçekleşirdi), hatta Kürt hareketinin de bu konuda uyanıklığını tamamen kaybettiği kişi olarak Kılıçdaroğlu üzerinde durmakla yetineceğiz. Sanırız, yeterli olacaktır.

Kılıçdaroğlu, Barış Yarkadaş ve Gürkan Hacır ile TV100’de konuşurken, şu iki “kıymetli” açıklamayı yapıyor. Kendisi gibi açıklamaları da “kıymetli”dir. Birincisi davalarla ilgili: “Türkiye’de adalet olmadığı için, demokrasi olmadığı için, yargı bağımlı hâle geldiği için dönemin savcıları da fezleke düzenledi ve gönderdiler. Tabii benim en büyük arzum davaların açılması, benim istediğim bütün delillerin de hâkim tarafından ve savcı tarafından toplanması. O zaman gerçekler çok daha net ortaya çıkacaktır diye düşünüyorum.”

Demek ki Kılıçdaroğlu, hem Türkiye’de adalet yok, demokrasi yok, yargı bağımsızlığı yok diye düşünüyor hem de “yüce Türk adaletine” sığınıyor. Öyle ya, en büyük arzusu bütün delillerin, bağımsız olmadığını söylediği hâkim ve savcılar tarafından, olmayan adaleti gerçekleştirmek üzere toplanması imiş. Arzunu sevsinler senin.

Sizce saftirik midir, yoksa hayal edilemez bir kolpacı mıdır? Biz ikincisinden yana oy kullanıyoruz. Madem adalet yok, madem demokrasi yok, madem yargı bağımsız değil, sen de bu yargıyı tanımadığını ilan edersin. Madem YSK güvenilmez, sen de seçim sonuçlarını kabul etmezsin, madem Erdoğan’ın adaylığı yasal değil, sen de buna uygun tutum alırsın.

Gerçeğin bir parçasını söyleyerek, halkı uyutma politikası, Saray’ın yalan konusundaki ustalığının bir benzeridir. Adalet yok ama bir şey yapmayın, diktatörlük var ama sokağa çıkmayın, bunlar yasaları çiğniyor ama siz seçimi bekleyin. Masalcı teyzeler, senin yanında çok daha tutarlıdır.

İkinci açıklaması evlere şenliktir ve kendisini tam olarak maskesiz göstermektedir. Türkiye soluna ithaf olunur:

“Hepimiz çok inanmıştık. Yüzde yüz cumhurbaşkanlığı seçimini kazanacağımıza dair. Kazanamayınca bunun getirdiği ciddi bir travma oldu. Bu travmayı hepimiz bir şekilde hissettik ya, yani ben de dahil olmak üzere, bir beklentinin karşılanmaması ya da bir gerçekleşmemesinin getirdiği hayal kırıklığı vardı ama bu hayal kırıklığını kronik hâle getirmek doğru değil.

“Olur, hayat devam ediyor. Yani bir nehir gibi akıyor. Tamam, siz karşıya geçmek için yüzdünüz ama ulaşamadığınız kıyıya çok yaklaştım ama ulaşamadım. Ama nehir akıyor ve siz o nehirde yüzmek ve karşıya geçmek zorundasınız. Dolayısıyla hayal kırıklığını kronik hâle getirmeden tam tersine…

“Şimdi biz sadece Erdoğan’la rekabet etmedik yani. Saray devletine karşı rekabet ettik. Valisi, kaymakamı, jandarma komutanı…”

Kılıçdaroğlu, “beklentinin karşılanmaması” diyor. Kendisine “kazanacaksın mı” dediler? Kendisini kim beklentiye soktu? MİT mi? ABD veya Almanya mı? NATO mu? Hani arada bir ağzından “ben devletle konuştum” dediği cümledeki “devlet” mi?

Kendisi kime inanmıştı?

Acaba, Kılıçdaroğlu, gerçekten de kendisine mi oy verdi?

Acaba, hiç gerçekten “kazanma”yı istedi mi?

Kitleler size inandırıldı, peki bay büyük proje adamı, siz kime inanmıştınız?

Kılıçdaroğlu, kitlelerin, kendine inanmış olanların hayal kırıklığı ile dalga geçiyor. Onlara diyor ki, “travmayı kronik hâle getirmemek lazım.” İyi ama bu hayal kırıklığının yaratıcısı sizsiniz. Biraz “sorumlu” olsanız, muhtemelen istifa etmenin onların hayal kırıklığına daha iyi geleceğini anlardınız. Sizin efendileriniz size, şimdi görevde kalmak zorundasın, diyor. Siz de bunu bir erdem gibi sunuyorsunuz.

Cümlelere bakın. Demek hayat akıyor, nehir gibi. Kılıçdaroğlu’na hocaları, bu kadar uyduruk açıklama yapmakla yetinmişler. Sanki, hayat bir nehir gibi akmaya yeni başlamış gibi. “Karşıya geçmek için yüzmek”, akan nehir ile nasıl ilgili olabilir. Nehir akıyor denilince, normalde, bu nehrin içinde mücadele etmekten söz edilir. Nehrin akışının durdurulamayacağından, nehrin eninde sonunda okyanusa ulaşacağından söz edilir. Oysa Kılıçdaroğlu, karşı kıyıya yüzmekten söz ediyor. Yanlış örnek verilmiş kendisine. Karşı kıyı neresi? Bunu solun ve Kılıçdaroğlu’na inanmış olanların bir kere daha düşünmesi gerekir. Bu örnek, nasıl bu biçimde dile getiriliyor? Yoksa bu Kılıçdaroğlu’nun yaşadığı travmanın sonucu mudur? Sanmıyoruz. Çünkü sonucu önceden biliyordu ve daha seçim öncesinden, CHP başkanı kalmak için gerekli delege ayarlamalarını yaptırmıştı. Erdoğan Toprak, Oğuz Kaan Salıcı, onunla bu bilgilere önden sahip idiler. Seçimin sonucunu önceden bildiği için de travmaları olamaz.

Aslında halktaki moral bozukluğu, Saray nedeni ile değildir. Halktaki moral bozukluğu, hileli bir seçimi kabul eden Kılıçdaroğlu’na güvenmiş olmanın bozukluğudur.

Devletin içinden inanacak birini bulup da ona inanmak yerine, eğer halk sokaklara çıksaydı, kendi eylemleri ile yenilseydi, böylesi bir bozguna uğramış hâli yaşamayacaktı. Dolayısıyla, halkın içten içe kızdığı kişi, bizzat Kılıçdaroğlu ve CHP’nin tutumudur. Eğer halk sokaklara çıkmış olsaydı, kendi oylarına da sahip çıkardı, halkın moral bozukluğunun nedeni, oylarını CHP’ye teslim etmesidir ve CHP (ve elbette ki diğer muhalif partiler, Babacan, Akşener, Davutoğlu) bu oyların çalınmasında işbirlikçidir.

Ve diyor ki, biz sadece Erdoğan’la rekabet etmedik, Saray devletine karşı rekabet ettik. Gördünüz mü inceliği! Hiç de travmalı bir beynin işareti değil bu cümleler. Demek, “ya demokrasi ya diktatörlük” derken seçim meydanlarında yalan söylüyormuş. Demek “milyarları geri alacağız” derken yalan söylüyormuş. Ve neymiş gerçek, o sadece “rekabet” ediyormuş. Saray’a karşı bir savaş yok, Saray’la bir rekabet varmış. Oysa bizzat kendisi, “seçimi öyle kaybedecekler ki, iktidarı devredecekler, vermemezlik yapamazlar” diyordu. Rekabete bak, başkası kazanınca iktidarı vermiyorsun, sen kazanırsa zaten iktidarı vermiyorsun. Kılıçdaroğlu, buna mı rekabet diyor, yoksa öncesinden bize çok mu yalan söyledi?

Ve neymiş, Erdoğan, tüm devleti arkasına almış, ondan dolayı Kılıçdaroğlu kaybetmiş. Demek, Erdoğan’ın devleti arkasına alacağını, tüm olanaklarını kullanacağını bilmiyormuş. Vay, sevsinler senin “yeniden umut” olma numaralarını. Öyle ise, en başından beri, “tek adam diktatörlüğü” niye diyordunuz?

İnsan bu denli çukurun içine alışırsa, kendisi de bir çukur olmaya başlıyor. Burada da görünen odur. Saray’a çok mu güvenmiş, rekabet kurallarını çok mu bilmiyormuş? Yoksa, hiç utanması kalmamış mı?

İşte bugüne kadar, burjuva muhalefetin, “liyakatsiz adamlar” vurgusu ile eleştirdikleri Saray vardı.

Bugün, peş peşe zamlar var ve burjuva muhalefetten ses çıkmıyor.

Çünkü, Nebati yerine Şimşek geldi ve kendisi liyakatlidir. Nebati, Saray’a daha fazla liyakatli idi, Şimşek uluslararası sermayeye daha fazla liyakatlidir. Nebati bir çeşit margarin idi ve uygundur, kaygan hâlde idi, hormonlu da olsa tekellerin ekmeğine yağ sürüyordu. Şimşek, daha karadır, adeta liyakatli şimşek “kara şimşek”tir. Savaş tanrılarının hizmetlisidir ve inanın kendisinin de bir yetkisi yoktur ya da ancak en alt düzey memur kadar yetkilidir. Yanında, Katar’ın isteği ile MB başkanı yapılmış, banka batırmakta liyakatli, “bir bayan MB başkanımız olsun” da var.

Oysa, Nebati de, bu zamları yapardı. Nebati de seve seve otomobiller üzerinden ikinci kere vergi almayı yapardı. Oysa Nebati de KDV oranlarını artırabilirdi. Oysa Nebati de, tüm liyakatsizliğine rağmen, burjuva muhalefetin liyakat sahibi bulduğu Şimşek kadar haraçları iki katına çıkartabilirdi.

Oysa pekâlâ Nebati, döviz garantili mevduat hesaplarını Merkez Bankası’na devredip, para basma yolunu tutabilirdi.

Ama tabii ki, “liyakatli” kadrolar ile bunu yapmak en doğrusu. Ne de olsa Mehmet Şimşek, İngiliz vatandaşıdır ve elbette üstün Anglosakson ırkına hizmetleri vardır ve ne de olsa stajını, “CIA Kürtleri” olarak adlandırılan (Saddam döneminin sonunda ABD tarafından eğitim için Guam Adası’na kargolanan Kürtlere, o dönem CIA Kürtleri ismi takılmıştı), Guam Adası’na taşınmış Kürtler üzerinde yapmıştır. Ne de olsa Londra borsası ve Amerikan değerlerine, NATO tedrisatına yüzde yüz bağlıdır.

İşte bu nedenle olmalı, ne Kılıçdaroğlu, ne Babacan, ne Akşener, ne Davutoğlu ağzını açmamaktadır ve haraçlar konusunda, zamlar ve vergiler konusunda susmayı yeğlemektedir.

Hazır böylesi bir sessizlik ve halkta henüz atlatılamamış bir şok varken, bir yandan maaşlar artmış gibi, enflasyon düşmüş gibi gösterilebilirken, yeni vergilerin, yeni haraçların ve zamların gelmesi için uygun zamandır. Elinizi tez tutun burjuva beyler.

Mesela köprülere zam, yol geçiş ücretlerine, mesela rakıya ilave zam, tekel ürünlerine, tam zamanıdır, halk uyanmadan yapın yapacağınızı. Söylemesi bizden.

2

Ekonomistler, bazı gazeteciler, bazı liberal solcular, yani doğrudan kendini iktidara satmış aydınlar dışında, CHP ve muhalefet aracılığı ile kendini iktidara kiralamış aydınlar ise, çeşitli eleştiriler getirmektedir.

Neymiş, deprem olmuş ve aslında bunun 100 milyarlık maliyeti bir yerden çıkartılacaktı.

Görüldüğü gibi, bu savunu bile, eleştiri değil, duruma bir açıklama bulma girişimidir. Sanki, buradan gelen vergiler depremzedeye gidecek, sanki bu zamların, vergilerin, haraçların nedeni buymuş ve sanki bu başka türlü yapılamazmış gibi. Mesela bu ekonomistler acaba, Gölcük depremi sonrası konulan vergilerin paralarının nereye gittiğini mi bilmezler?

Başka yollarla da depreme yardım yapılabilirdi, para toplanabilirdi. Zaten topladılar, 140 milyar lirayı toplamadılar mı, yoksa topladılarsa ne oldu bu paralar, depreme mi gitti?

Sadece örnek olsun, ikinci, üçüncü vb. evine sahip olanlara ilave bir vergi konulması başka bir şey olabilirdi. Mesela KDV oranını artırmak yerine, kara para ekonomisini kontrol altına almak için adımlar atılabilirdi. Bunları yapmak için, bir iktidarın sosyalist vb. olması gerekmez ve dahası bunları biz, bizim önerilerimiz olarak da sunmuyoruz. Sadece bu muhalefet üzerinden Saray Rejimi’ne bağlanmış olan aydınların varsa bir-iki “iyi niyetli”si, onlara uyarılarda bulunuyoruz.

Neymiş, işçi ve memur ücretleri çok arttı ve onları karşılamak istiyorlarmış, başka da yolları yokmuş ama bu daha büyük problemler doğururmuş. Oysa gerçekten amaçları bu olsa, bu profesörler bal gibi bilirler ki, bunun için birçok yol var. Demek, artan maaşları karşılamak için bunları yapıyorlar, yani kendileri için değil, öyle mi?

Bu eleştiriler, gerçeğin gizlenmesine hizmet etmektedir.

Bu konuda en ileri ve samimi eleştiri, Deniz Zeyrek’ten geldi. Zeyrek, buna “haraç ekonomisi” dedi. Hiç değilse bir adımdır, ama yanlıştır, eleştiri olarak da çok eksiktir. Zeyrek, elbette halkı da suçlamaktadır, mademki oy verdiniz, bu sonuçlara da katlanın demeye getiriyor. Oysa seçim hilelidir ve meşru değildir. Eğer CHP ve burjuva muhalefet seçimi gayrimeşru ilan etmiş olsa, Zeyrek de seçimin hileli olduğunu bir an olsun unutmazdı.

3

Bu bir savaş ekonomisidir.

Yağma, rant ve savaş ekonomisi, Saray Rejimi’nin üzerine yükseldiği ekonomik politikadır. Bu politika bir bütündür, yani sadece yağma ekonomisi değildir, sadece rant ekonomisi değildir, hepsi birliktedir ve savaş ekonomisini unutmak, aslında bir kelime hatası olmaktan öte bir anlama sahiptir.

Bu, savaş ekonomisi ve onun gerekleridir.

Biliniyor, biz, seçim öncesinde ısrarla dedik ki, savaş politikalarını anlamadan seçim üzerine konuşmak yanlıştır, eksiktir.

Biz, seçimleri gayrimeşru ilan ettik.

Biz, seçim sonrasında kurulan kabineyi, şu ya da bu çetenin yerine yenisinin getirilmesi olarak görmenin hata olacağını söyleyerek, bir savaş kabinesi, NATO’nun gayrimeşru savaş kabinesi olarak ilan ettik.

Temmuzun başından başlayarak açıklanan -arkası gelecektir- ekonomik kararları, savaş ekonomisinin gerekleri olarak ele almak gerekir.

İster maaşlara yapılan zamları düşünün isterse vergi, haraç ve zam furyasını düşünün, hepsi bir bütündür ve savaş ekonomisinin gerekleridir. Savaşa girecek bir ülkede memur maaşlarının artması, bir algı yaratır. Bunu yapıyorlar. Devlete güven, ekonomik yanılsama ile sağlanmak isteniyor. Saray Rejimi, bu yolla, hem ücretleri artırmış ve “hoş” bir hamle yapmış oluyor hem de bir anda bu artışları geri alıyor ve savaş için gereken vergileri topluyor.

Bunalımın yükünü olduğu gibi, savaşın gelecek maliyetini de işçi ve emekçilere, milyonlara yıkmak istiyorlar. Ve arkası gelecektir. Zira bu yolla, hiçbir Saray Rejimi unsurunun yeterli sonuca ulaşmayı düşündüğü vb. diye bir şey yoktur. Mesele savaş ekonomisinin finanse edilmesidir, dışarıda ve içeride savaş politikalarına uygun bir zemin oluşturmaktır.

Elbette savaş ekonomisinin gerektirdiği savaş vergileri, haraç şeklinde olacaktır. Elbette tüm bu vergi politikalarında “sosyal adalet” gibi ilkeler dikkate alınmayacaktır. Başkası beklenemez.

Durumu bu netlikte açıklamak, halka ve işçilere yalan söylememek bir görevdir. Yoksa, tüm bu sistemin bir parçası olmaktan kurtulunamaz.

İşte burjuva muhalefet diye açıklanan muhalefetin sessizliğinin nedeni budur.

Önümüzde yerel seçimler var, bu nedenle ücretleri artırıyorlar, yalandır. Akla ilk gelen yalanlardandır. Zira, tüm burjuva iktidarlar bilirler ki, 8 ay önceden alınmış bir ücret artışı kararı, asla işe yaramaz. Bu ücret artışlarının tümü, eylül ayı ile birlikte ortadan kalkacak, silinecektir. Savaş, hem insan gücü olarak işçi ve emekçilerin çocuklarının kullanılmasıdır hem de ekonomik olarak savaşın maliyeti işçi ve emekçilere yüklenir. Bu her kapitalist ülkede böyledir. Bizimki gibi sömürge bir ülkede, kendisini tetikçi olarak organize etmiş bir Saray Rejimi’nin, daha ileri hamleler yapması kaçınılmazdır.

Tüm bu yağma, rant ve savaş ekonomisine karşı çıkış, ancak ve ancak, işçilerin, kadınların, gençlerin direnişi ile mümkündür. savaşı durduracak güç, tam da budur.

İşçi sınıfı ve emekçiler, ayağa kalkmalıdırlar.

Bunun yolu, direniş hattını sürdürmek, direnişleri yaymak ve direnişleri daha örgütlü hâle getirmektir. Her devrimci nasıl örgütleneceğini kendisi zaten bilir. Ama birleşik emek cephesi, bugün, ortak devrimci mücadele için, ertelenemez bir görevdir. Direniş hattını daha güçlü hâle getirmenin yolu budur.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz