Anayasa referandumundan, gerçekte “hayır”, ama sonuçta “evet” çıkması durumu, aslında bu “yeni Türkiye” manzarasına son derece uygundur. Binali Yıldırım, son başbakandır ve Damat Berat’tan daha “cin”dir. Her ne kadar Binali, eşini, Samsun’da bir lokantada ayrı masada tek başına yemek yemeye mahkûm etmiş ise de, Damat Berat’a göre, daha cin olmakla kalmıyor, ondan daha centilmen, eşine iyi davranan birisi olduğu da anlaşılıyor. Eş baskısının nispî azlığı, Binali’yi rahat konuşmaya itiyor.
Son Başbakan, iki önemli şey söyledi (görüldüğü gibi hem Damat Berat’ı, hem de Saray oğlanı Jöleli’yi geride bıraktı. İbrahim Kalın da avucunu yalasın, Mehmet Uçum ile sosyal teoriler konusunda masalımsı sohbetlere dalsın. Bu arada Son Başbakan “cin” Ali, konuşuyor): İlki, AİHM, “millet iradesinin” sonuçlarını yargılayamaz. Binali, işte ticari kurnazlığı böyle gösteriyor. Aslında AİHM veya herhangi hukuka bağlı bir organ, seçimlerde hile olup olmadığını yargılar ve tersine, hile varsa, “milli iradenin” tecellisini gerçekleştirmiş olur. Ama Binali, üstün ticari zekâsını kullanarak, olayların yerlerini değiştiriyor. Çünkü eğer hile varsa zaten “milli irade” hileli olarak engellenmiş demektir. YSK, gerçekte bunu yapanlara alet olmuş demektir. İşte ilk önemli sözü budur.
Ama Binali, daha önemli bir şey daha söyledi, dedi ki, “diktatörlük olsa, evet oranını biz verirdik.” Veciz bir sözdür. Zaten öyle yapmışlardır, sonucu, evet oranını kendileri vermiştir. Demek istiyor ki, Son Başbakan, bu oranı mesela %70 verirdik, iş olur biterdi. Bu görüşe katılıyoruz. Bundan sonra “baş bakmayacak olan” Başbakan Binali Yıldırım, yanına Damat Berat’ı alarak (eşi hanımefendiyi Sümeyye eşliğinde yemeğe göndererek), aileyi bir araya toplamalı ve bundan böyle, boşuna seçim masrafı yapılmamalı, seçim için harcanacak paralar ile üçüncü köprü borçları ve tünel için ödenmesi gereken borçlar ödenmelidir. Böylece, ülkemiz daha da iyi kalkınır. Koskoca Çoban, bu milletin ne istediğini bilmez mi? Muktedirdir ve mutlaka bilir. Hira mağarasında yaşanan mucizelerin örneklerini sunan Erdoğan’dan daha iyi şekilde, iyi ve kötüyü, gerekli ve gereksizi ayırt edebilecek bir kişi var mıdır? Yanıt; yoktur. Öyle ise, bundan böyle, herhangi bir konuda önceden oran verilmelidir. Neden bu diktatörlük olsun? Enflasyonun bir hedefi var da, neden referandum ve seçimlerin önceden belli sonuçları olmasın. Bu bizi daha hızlı, daha atak yapar ve ülkemiz daha iyi kalkınır.
İşte size “yeni” Türkiye.
Her şeyi ile oturuyor.
“Yeni Türkiye”nin başında yer alan muktedir, bundan böyle daha da saldırganlaşacaktır.
“Yeni Türkiye”, içeride ve dışarıda saldırganlık demek olacaktır.
İçeride, mesela hemen bir referandum konusu var; idam gelsin mi gelmesin mi? İşte, Erdoğan, yaratan tarafından Hira mağarasındaki misali geride bırakacak bir güzellikle 15 Temmuz gecesi korunmuş olan kişi olduğundan, hakkı var ve hemen %80 oran ile idam istenmektedir demelidir. Hem sonra, biz bunu ondan daha iyi mi bileceğiz? 16 Nisan Referadumunda “hayır” oyları %60’ların üzerinde çıktı, ama sonuç ne? İşte size sandıklara gerek olmadığına dair taş gibi bir kanıt!
“Yeni Türkiye”, içeride saldırganlaşacaktır.
Bu saldırganlık, öncelikle, Kürt devrimini, devlet tarafından düşman göründüğü için tüm halkları hedef alacaktır. Ve aynı zamanda, içeride işçi sınıfına, iki açıdan saldırı gelecektir. İlkin, işçi sınıfının devrimcileşmesi, örgütlenmesi, mücadelesine karşı bir saldırı gelecek ve ikincisi, işçi sınıfının daha yoğun sömürüsü için bir baskı gelecektir.
İşçiler daha yoğun sömürülecek, sosyal hakları tırpanlanacak, iş cinayetleri artacak, insanlık dışı çalışma koşulları ile çalışmak daha fazla köleleşmeye yaklaşacaktır. Özelleştirmeler, ek vergiler, hepsi, ülkenin daha fazla yağma edilmesi demektir. Ve bunu yapmaları demek, işçi ve emekçilerin daha yoğun sömürüsünü sağlamaları demektir. Bakan Mehmet Şimşek, “demokrasi demek, kâr oranının az olmasına razı olmak demektir” anlamına gelen veciz sözleri, işadamlarına boşuna söylemiyor. Kârlar artacaksa, işçilerin çalışma koşulları ağırlaştırılacak demektir.
Tüm bunlar, içeride saldırganlığın daha da artacağı anlamına gelmektedir.
Elbette, Çobanlık sistemi ile “Yeni Türkiye”nin ilk aylarında, farklı söylemler geliştirilerek, desteğin artırılması sağlanacak. Bu yolla, hava biraz yumuşatılacak, ama aynı anda yeni saldırılar gündeme getirilecektir.
“Yeni Türkiye”, dışarıda da saldırgan olacaktır.
Kürt devrimine saldırı, TC devletinin eskisi ile yenisi ile devletin, her zaman en hevesli olduğu iştir. Bu nedenle bu alanda saldırıyı artıracaklardır.
Erdoğan, yeni konumu ile, efendisi ABD’nin yeni liderinin karşısına çıkacak. Elinde birkaç konu olacak. Biri YPG ve genel olarak Kürt meselesidir. Burada Barzani çizgisini savunacak. Bu nedenle, TC ordusu, referandumun ardından, hemen Rojava ve Sincar’a saldırıyor. Muktedir, bu konuyu, Trump ile görüşeceği masaya koymak istiyor. Buradan geri adım atma karşılığında, mesela Rıza Sarraf Dosyası’nı kapatın, diyecektir. Tıpkı Halk Bankası Müdür Yardımcısı gibi bir gün Erdoğan, ABD ziyareti sırasında gözaltına alınabilir. Sarraf dosyası buna müsaittir. “Bırak kardeşim Sarraf’ı, ne istersen yaparım efendi”, gündemin ana maddesi olsun istemektedir.
Erdoğan’ı Çobanlık sistemi kesmez.
Bu yeni durum, Erdoğan’ı kesmez.
Bu yeni durum, Saray Rejimi için yeterli değildir
Eğer Erdoğan, Çobanlık sisteminden sonra bir an için bile durur ve saldırganlığı düşürürse, kendine destek veren, tahminen %30-35’lik kitleyi hızla kaybeder. Bu nedenle, Erdoğan’ı bu durum, “Yeni Türkiye” kesmez.
Peki ona ne lazım?
Hira mağarasını örnek verişine bakarsanız, kendini Allah tarafından seçilmiş, görevlendirilmiş, hikmetli kişi olarak gördüğü sonucu çıkıyor ki, buna göre yeni hedef halifeliktir.
Bu ABD emperyalizminin işine çok da gelir. Halifelik tartışması, tüm İslam’ı kontrol edebilme olanağı demektir. Tutarsa tabii.
Erdoğan mı halife olacak, yoksa Suudi prenslerinden biri mi, yoksa IŞİD’in başındaki mi? Bu bir sorudur ve yanıtı, İslam’ın içindeki mezhepler arasındaki kavganın daha ileri çıkacağını gösterdiği gibi, “Sünni” cephe içinde de büyük savaşların devreye gireceğini göstermektedir.
Ama olsun, Erdoğan, artık duramaz. Daha da ileri gitmesi gerekir. Acaba, Erdoğan, 28 Nisan 2017 günü, Bakanlar Kurulu kararı ile, Hikmetyar’ın malvarlığının dondurulmuş olması kararını kaldırması, Hikmetyar’ın terörist listesinden çıkarılması hamlesini, halifeliğe giden bir adım olarak mı atmaktadır? Hikmetyar, Erdoğan’ın dizinin dibinde fotoğraf çektirdiği, Hizb-i İslamî’nin lideridir. Erdoğan bu yolla, acaba halifelik yarışı için, Hikmetyar’ın ve onun mali gücünün desteğini mi almak istiyor?
Hem içeride hem dışarıda saldırganlık artarken, aynı zamanda belli güçlerle son derece pragmatik ittifak denemeleri de yapılacaktır. Hikmetyar bir örnektir, Trump ile görüşme hazırlıkları da.
Bu arada, içeride, iş dünyasının desteğini alma girişimleri de Saray Rejimi için önemlidir. Saray Rejimi, kendini gizlemeden, bu konuda adımlar atacaktır.
Hem, bu durum, Mehmet Şimşek tarafından veciz biçimde özetlenmiştir: Demokrasinin olduğu yerlerde kârlılıklar küçük olur. İşte Mehmet Şimşek, durumu net olarak özetliyor. Demek ki, “Yeni Türkiye”, sermayenin kârlılık oranlarının yükseleceği bir ülke olacak. Mehmet Şimşek, bu yolla, tüm işverenlere, tüm kapitalistlere, bizim yanımızda durun mesajını vermektedir. Demek ki, ülkenin tekelleri için “Yeni Türkiye” bir sorun değildir.
Türkiye, sonuçta ABD’nin bir eyaleti gibidir ve böyle de yönetilmektedir. ABD için, Erdoğan’ın Ortadoğu’da geliştireceği saldırganlık ve işgal politikaları, olumlu ve teşvik edilesidir.
ABD, bir yandan Rojava’ya destek verdiğini söylemektedir. Ama aynı zamanda TC ordusunun saldırılarına da izin vermektedir. ABD, tavşana kaç, tazıya tut politikasını iyi oynar. Burada da aynı süreci devam ettiriyor. ABD, yeni ABD lideri ile yeni konumu altında Erdoğan’ın hazırlandığı pazarlıkta, Türkiye’den daha saldırgan bir tutum da talep edecektir. Sarraf dosyası yerine, Türkiye’nin İran’a ve Suriye’ye saldırılarını talep edecektir. Bu taleplerin gerçeklik kazandığı oranda Kürtlere karşı saldırılara da göz yumacaktır. ABD’nin Rakka planları, bu işin sadece önde duran bölümüdür.
Son Rojava ve Şengal saldırısı, TC devletinin saldırgan ve işgalci politikalarını açıkça, bir kere daha açıkça, ortaya koymaktadır. Hem de, bu politika, aynı zamanda TC devletinin ABD tarafından tetikçi olarak kullanılma isteğinin açık kanıtıdır.
“Yeni Türkiye”, Ortadoğu’da daha büyük bir saldırganlık demektir. Bu ise, en başta Kürt halkına karşı açık bir savaş demektir. TC devletinin El Nusra gruplarına verdiği desteğin, aynı zamanda Kürtlere karşı savaş açısından da ele alınması gerekir. El Nusra, esas olarak, Suriye’deki Kürtlere saldırmaktadır. Barzani de bu sürecin bir parçasıdır. ABD, bu süreci gerçekte planlayandır. Ankara’da, Saray’da, Genelkurmay’da hiçbir plan, ABD’den bağımsız gerçekleşmez. ABD, buna görünüşte karşı çıkmakta, gerçekte ise, sadece Erdoğan-Trump görüşmesine hazırlık yapmamaktadır, bunun kadar, Kürtlere, “gelin bana teslim olun” demeye çalışmaktadır.
Kuşku yok ki, Kürt halkı, ABD rejimini bilir ve kendi önlemlerini almayı da başarır. Ama mesele sadece Trump-Erdoğan görüşmesi öncesinde tarafların gündem oluşturma çabası değildir. Mesele aynı zamanda Kobanê-Sincar bölgesinde halkın ABD korumasına sığınmasını teşvik etmektir de.
Gerçekte Rakka operasyonunu fazla abartmak, durumu doğru analiz etmek açısından riskler içerir. Yeni ABD yönetiminin nerede ne yapacağı belli değildir. Dünya çapında gelişen savaş ve gerilim, yeni ABD başkanının iktidara gelirken söyledikleri ile uyumlu değildir. Hem Kore yarımadasında yaşananlar, hem Ortadoğu’da yaşananlar bunun açık göstergesidir. ABD bu saldırganlığı daha tırmandıracaksa, Erdoğan’ın Saray Rejimini kullanması mümkündür. Bu da TC’nin ve Saray’ın zaten istediği bir durum demektir. ABD bölgede özellikle Suriye ve İran üzerine saldırgan bir politikayı, Erdoğan eli ile devreye sokmak isteyecektir. Bu da halifelik hedeflerine gayet uygun ortam yaratacaktır.
Kuşku yok ki, biz devrimciler, bu gelişmeleri yorumladığımız, anlamaya çalıştığımız kadar, net politikalar da ortaya koymalıyız.
Biz, açık olarak Türkiye’nin Suriye topraklarındaki varlığını, nedeni ne olursa olsun, işgal, saldırganlık ve yayılmacılık olarak görüyoruz. Bu politika, hem Ortadoğu’da süren emperyalist yağma savaşından pay alma girişimidir, hem de ülke içinde süren yağma sürecini derinleştirmek için bir olanaktır. Saray, TC devleti, tüm burjuvalar adına, bu yağmadan pay almak için saldırganlaşmaktadır, ABD’nin tetikçisi rolünü oynamaktadır.
Türkiye, acilen kendi sınırlarına çekilmelidir. Hiçbir halka, hiçbir ülkeye karşı saldırgan bir tutum almamalıdır.
Ama bu istekler yeterli değildir. Halkların anti-emperyalist mücadelesini yükseltmek, savaşı önlemenin, barışı sağlamanın, özgürleşmenin tek yoludur. Bunu, halkların örgütlülükleri yapabilir. Bu nedenle, her halkın örgütlülüğü, büyük bir değer, büyük bir olanak ve güçtür.
Halklar arasında dostluk, emperyalizme karşı ortak mücadele geliştirilmelidir. Bu emperyalizme karşı mücadele, bölgede bulunan emperyalist güçlerin kuklası devletlere karşı mücadeleyi de içerir.
İçeride ve dışarıda saldırganlığa karşı mücadele, ancak bu mücadele, Saray Rejimi’ni durdurabilir. o