2024 yılına girerken işçi sınıfının durumu üzerine

Mayıs 2023 “seçimleri”nin üzerinden 7 ay geçti.

Tam bir müsameredir. Başrolünde Kılıçdaroğlu ve CHP, en az AK Parti ve MHP kadar etkilidir. Saray tarafından organize edilen bu hokus-pokus oyunu, gerçekte NATO merkezi tarafından sahnelenmiştir.

Adına seçim denilmiştir.

Bir açıdan seçimdir, zira efendiler, NATO, sandıktan önce seçtiklerini, sandıktan çıkartmıştır. Seçim, öncesindedir, sandık ve sandık sayımı, hokus-pokustur. Erdoğan, Kılıçdaroğlu, Bahçeli, Akşener, Davutoğlu, Babacan, Özdağ ve diğerleri, bu hokus-pokusun aktörleridir.

Ama bu seçim, bu gayrimeşru müsamere, bu hokus-pokus oyunu öncesinde CHP eli ile, sol ve kitleler, muhalif kitleler, CHP kuyruğuna takılarak, devlete bağlanmaya çalışılmıştır. Ve hokus-pokus sonuçları, seçim sonuçları açıklanınca, sisteme muhalif ve çıkış yolu arayan, çıkış yolu olarak “en maliyetsiz, en risksiz çözüm” olarak CHP kuyruğuna takılmayı seçen kitlelerde bir moral çöküşü ortaya çıktı.

Bir yanda bu var.

Öte yanda ise, içeride Gezi’den bu yana sürekli olarak sürmekte olan, küçük veya büyük çaplı direnişlerle devam etmekte ısrar eden direnişler ve dışarıda da dünyanın birçok ülkesinde kitlesel eylemlerde, direnişlerde bir gelişme var. Bu dışarıda ve içeride var olan, küçük ya da büyük direnişler ise, pozitif, olumlu bir etki yaratıyor.

Hemen hemen bu ülkede her işçi emekçiyi, her direnişçiyi, her öğrenciyi, her kadını, kısacası mücadele eden herkesi, bu iki ters kuvvet etkilemektedir.

2024 yılına, işçi ve emekçi hareketi, bu iki kuvvetin etkilerini hissederek girmektedir.

1

İşçi sınıfını, emekçileri, kadınları ve gençleri CHP’nin arkasına takma ve oradan devletin kucağına itme girişimi, büyük bir operasyondur ve doğrusu ülkemiz burjuvazisinin, Saray Rejimi’nin gerçek sahiplerinin sınıf bilincini göstermektedir.

Yani burjuvazi, egemenler, efendiler son derece zor bir işi başarmak üzere, Kılıçdaroğlu gibi çapsız bir kuklayı devreye sokarak, toplumsal muhalefeti CHP’nin kuyruğuna takmayı başarmışlardır. Bu başarı sadece Kılıçdaroğlu’na ait değil elbette. Bizim liberal solcularımızın bu konuda payı büyüktür.

Bu liberal solcularımızı, bu Avrupacı solcularımızı, bu Kemalist solcularımızı, bu devletçi solcularımızı hafife almamak gerekir; işçi hareketini satmakta, ihanette, egemene hizmet etmekte çok marifetlidirler.

İşçi ve emekçilerin karşısında, kendi yoldaşlarının karşısında, sosyalizm sözünü kimseye bırakmazlar. Ama aynı anda arkada, efendilerine “bana güven, bu işi çözerim” demeyi başarırlar. Ağızlarını sosyalizm diye açtıkları her zaman, gözleri ile en kaypak unsurları seçerler. Her işçi ve emekçiye, kadın ve gence “haklısınız” diye konuşmaya başlarlar, onları anladıkları mesajını verirler “ama” insanî değerler, iyilik vb. diye mistik bir kalabalık laf topluluğu ile konuşmayı söndürür, heyecanı öldürür ve kaş ile göz arasında umudun cenazesini kaldırırlar. Temizlik diye lafa başlarlar. Siz de onları temiz sanırsınız. Efendileri adına bir çeşit “temizlik” yaparlar. TC devleti nasıl ABD adına tetikçi ise, onlar da ortaya dökülen kan ve çirkefin temizlenmesinde görevlidirler. Siz de onları temiz sanırsınız. Oysa temizlikçilerin temiz olması diye bir kural yoktur. Hele devletlerinin, ABD ve AB’nin kirli işlerini temizleyenlerin efendilerine bağlılığı ve efendilerinden korkuları bir karışım şeklinde bilince çıkar. Bu nedenle, hep efendilerinin katliamlarını alkışlayan kollarının bir tetikçi olması hayali ile büyük bir para vursam da bu işten kurtulsam düşüncesi, aynı anda kafalarında vardır. Efendileri, onları ihanetleri ölçüsünde ödüllendirir ve onlar da hem efendilerine ihanet etmenin olasılığı hem de onlara hizmet etmenin alışkanlığı ile yoğrulurlar. Ve elbette, işçi sınıfına ihanet etmenin cezasız, tersine düşman tarafından ödüllendiriliyor olması rahatlığını bildikleri gibi, yeni siperlerinde ihanetin ağır bedeli olacağını bilirler. Yani şimdilik onlar, işçi sınıfına ihanet etmenin cezasız ama efendiye ihanet etmenin cezalı olduğu bilgisi ile hareket ederler.

İşte seçimlerde bunların rolü, Kılıçdaroğlu’nu “umut” hâline getirmek idi. Bu “solcu”ların bu işteki maharetini unutmamak gerekir.

Devleti çok severler ve devlet projelerinde, elbette dolar karşılığı, tüm yaratıcılıklarını ortaya koyarlar.

Sonuçta, başarılı oldukları söylenebilir.

Sol hareketi CHP’nin kuyruğuna takmayı başardılar. Hem de, en sağ söylemleri dile getiren CHP’nin! Yani efendi, CHP’ye “sol söyleme geç” deme gereği bile duymadı. Erdoğan o denli korku kaynağı hâline getirildi ki Erdoğan’ın söylemlerinin aynısını kopyalayan Kılıçdaroğlu, bir çeşit “umut” olmaya başladı. Bunu başardılar.

Sol, sağa kaydı ve dahası, artık bir bölümü, “sağ”da yerleşik olmaya karar verdi. Kimisi bunu “Kemalistlerle komünizmi birleştireceğiz” diyerek yapmaya gönül koydu, kimileri “laik” cumhuriyeti korumak adı altında yerleşik olmaya yöneldi, kimileri “demokratik ve sosyal bir hukuk devleti”yiz yazan anayasayı savunmak yolu ile bunu yapmaya karar verdi. Bu, sağa yerleşme, orada kazık çakma hâlidir.

Ama Mayıs 2023’te, egemenin istediği ikinci bir şey daha vardı. Evet, solu CHP’nin kuyruğuna taktılar. Ama bu tek başına yeterli değildi. Evet, solu CHP kuyruğunda devletin ahırında tutarak, bu solun kitlelere önderlik yapmasını önlemiş, dahası, ideolojik açıdan önemli avantajlar elde etmiş oldu devlet. Ama bu yeterli değildi. Saray Rejimi, TC devleti, aynı zamanda kitlelerdeki direniş ruhunu kırmayı da istiyordu. Değil mi ki Saray Rejimi, TC devleti, Gezi Direnişi’nden bu yana, kimyası bozulmuş bir organizma gibi, sürekli Gezi Direnişi kâbusu ile yatıp kalkmaktadır. Bir söylentiye göre, Beştepe Sarayı’nda Erdoğan, olası bir halk isyanı nedeni ile sadece hazır uçak bulundurmuyor, aynı zamanda Bizans saraylarındaki gibi, bilinmeyen-gizli çıkış kapıları da bulunduruyor. Doğru mu bilmiyoruz. Ama Gezi Direnişi kâbusunun pek çok semptomunu biliyoruz. Egemen, direnişleri tamamen ortadan kaldırmak istiyor. Cumartesi Annelerininkini de, öğrenci eylemlerini de, kadın eylemlerini de, fabrikalardan yükselen işçi eylemlerini de, sokak gösterilerini de. Hepsini susturmak istiyorlar. İşte onların “uzman” hizmetçileri, bu direnişlerin de duracağını söylemiş olabilir. İşte bunu başaramadılar.

Bu durum, solun sağa kayması, kitlelerin ise sola ve direnişe “sol”suz yürümeye devam etmesi hâlidir.

“Sol”suz derken, bilinen bu liberal, bu Kemalist soldan söz ediyoruz. Yoksa işçilerin, kitlelerin, kadınların ve gençlerin direnişi, elbette daha ileriye, devrimci harekete, devrimci sola yönelecektir. Bu, ha deyince olacak bir şey değildir.

Ama durum budur. 2024 yılı, bunun birçok göstergesini göreceğimiz bir yıl olacaktır.

2

İşçi sınıfı, 12 Eylül karşı-devrimi baz alınırsa, o günden bu yana, 43 yıldır, büyük ölçüde sendikal örgütlenmeden de yoksundur.

43 yıl, dile kolay.

İşçi sınıfı, kendi sendikal örgütlenmesini ortaya koyamamıştır. 2022 sonunda, Deniz Adalı’nın “işçi sınıfının durumu” üzerine yazdığı makalede (Deniz Adalı, “2022 sonunda işçi sınıfının durumu üzerine”, Kaldıraç, Sayı 257, Aralık 2022. Aynı yazı, bakınız, Aslolan Devrimin Gündemidir VIII, s. 462, Kaldıraç Yayınevi, 2023), günümüzde sendikalaşma oranının yüzde 8-10 arası olduğunu söylüyor. Ayrıca toplu sözleşmeden yararlanan işçi sayısının da bunun yarısından da az olduğunu biliyoruz. Bu, durumdur.

Diyelim ki siz, dürüst bir işçi sendika liderisiniz, dürüst bir sendikacısınız, bu durumu biliyorsunuzdur. Bu durumun ağırlığını hissetmek gerekir. Bu durumda, bunun nedenleri üzerinde de akıl yürütürsünüz.

Kanımızca, bunun bir nedeni, 12 Eylül karşı-devriminin yol açtığı yeni sendikal düzenlemedir. Buna bir diyelim. Sendikacılar buna hemen evet diyecektir.

Ama ondan daha da etkili olan ikinci etken, aslında işçi hareketinin sendika liderlerinin, yasaları aşacak şekilde sendikal hareketi geliştirme konusunda çaba göstermemeleridir. İster bunu korkudan yapsınlar, ister ufuksuzluktan, ister “iyi vatandaş” olarak yasalara uyma aşklarından, fark etmez.

Üçüncü etken, 12 Eylül ile devrimci hareketin yenilmesi, SSCB yenilgisi sonrasında ise tam bir erozyona uğraması, çözülmesidir. Devrimci hareket erozyona uğrayınca, sosyalizm umutları rafa kalkınca, işçi hareketinin güçlü sendikalarının oluşumunun ardında yer tutan devrimci hareketin etkisi ortadan kalkınca, çözülme işçi hareketini de sardı. İşçi sınıfı siyasi bir varlık olmaktan çıktı.

Dördüncüsü, var olan sendikalar sendika mafyası şeklinde kontrol altına alınırken, bunun dışında kalan sendikaların da, gerçek bir işçi sendikacılığı pratiğini ortaya koymamış olmalıdır. Gerçek bir işçi sendikacılığı yapmak için, ilke olarak, teorik olarak, mutlaka devrimci olmak şart değil. Sendikacılar sadece işçi sendikacılığını kararlılıkla yapabilirler. Mesela işçileri sendika şubelerine sokarlar, onları sürekli eğitime alırlar, onlara sendikanın kendilerinin olduğunu her yolla hissettirirler. Mesela onlara, bir sendika şubesinin, Ankara’da Türk Metal binasının olduğu gibi bir holding binası hâline sokulmasının ne gibi bir yüzsüzlük olduğunu anlatabilirler. Mesela işçilere kendi haklarını korumak için nasıl mücadele edileceğini anlatabilirler. Mesela işçilere, nerede bir işçi direnişi, grev vb. varsa oraya destek ziyaretleri yapmayı öğretebilirler.

Bu olmayınca, hem sendika mafyasının işi kolaylaştı hem de işçilerin kendi enerjileri ile sendikalaşmak gerektiği fikrini geliştirmeleri için nedenler azaldı.

Sendika mafyası işçileri her sattığında, bizim dürüst sendikacılarca yönetilen küçük sendikalarımızdaki işçiler de “sendikalara güvenilmeyeceğini” öğrenmeye devam ettiler. İşçilerin denetimine açık olmayan bir sendikacılık, bu “malı kapanın götürdüğü” ortamda, sendikalara olan güveni daha da dibe çekti. İşçiler için sendikalı olmak ve olmamak arasındaki fark silindi. Ve buna devletin baskılarını, sendika mafyasının numaralarını da eklemek gerekir.

İşte 43 yıldır sendikal hareketin gelişmesini tıkayan süreçlerin bir bölümü bunlardır.

3

Buna rağmen, son yıllarda, daha çok da Gezi Direnişi’nden bu yana, hem içteki direnişlerin hem de uluslararası alanda kapitalizme karşı toplumsal muhalefetin gelişmesinin ülkemizdeki işçi hareketi, işçi direnişleri üzerinde olumlu bir etkisi var. 2024 yılına girerken bu bir gerçekliktir. Bu durum, yakın dönemde sendikal hareketi olumlu etkilemektedir.

Hem az ya da çok bazı işçi sendikacılığı örnekleri ortaya çıkmakta hem de çeşitli direnişlerle bazı hakların alınmasında örgütlülüğün önemi kendini göstermektedir. Bu abartılacak bir hâlde değildir ama küçümsenmesi için de bir neden yoktur. Bunu küçümsemek, gerçekte işçi hareketini hiç dert etmemek demektir.

Açıktır ki işçi hareketi içinde bir arayış, bir yol bulma çabası vardır. Bu, son derece değerli bir çabadır ve bazı sonuçları da ortaya çıkmaktadır.

Ancak yine de bu arayış, kendini büyük sendikalarda ortaya bir etkin kuvvet olarak koyabilmiş değildir. Sendika mafyasının etkinliğinin ne demek olduğunu, bu 2024 yılında daha iyi öğreneceğiz. Sendika mafyası, kendi etkisini ve gücünü daha fazla sahaya sürecektir. Zira sendika mafyası, kendisi için bir gelecek görmemektedir. Bu durum, bu alanda da egemenin içindeki gibi dağılma örneklerinin ortaya çıkması ihtimalini güçlendirecektir.

Genel olarak mücadele, sınıf savaşımı sertleşmektedir. Bu durum, herkesin maskelerini indirmesine de yol açmaktadır. Dün işçi “dostu” olarak davranıp arkadan işçileri satanlar, bugün bu maskelerini indireceklerdir. Ukrayna savaşında nasıl maskeler indiriliyorsa, Filistin’e karşı İsrail’in soykırım savaşında nasıl maskeler düşüyorsa, dünyanın her ülkesinde derinleşen iç savaşa bağlı olarak, işçi sınıfının sahte dostları da maskelerini indirecektir.

Elbette bu, işçi sınıfının kendi sendikalarını sendika mafyasının elinden geri alarak, sendikaları birer işçi sendikasına çevirmesi için olanakları artırmaktadır. Bu nedenle, özellikle dürüst sendikacılara, gerçek işçi sendikacılarına büyük görevler düşmektedir.

4

İşçi sınıfının egemene, burjuvaziye karşı mücadelesinde sadece tek mücadele yoktur. İşçi sınıfının egemene karşı savaşımı, sınıf savaşımı, başlıca üç biçimde sürer. Bu biçimler, ekonomik, siyasal ve ideolojik savaş olarak ayrılabilir.

Biliniyor, sınıf mücadelesinin günlük işleyişinde ekonomik mücadele önemli bir yere sahiptir.

İşçi sınıfının ekonomik hakları için mücadelesi bütünsel olarak, yoğunlaştırılmış biçimde ifade edildiğinde, aslında siyasal mücadeleye geçilmiş olur. Bu nedenle, her ekonomik mücadele, direkt ya da dolaylı bir siyasal yön taşır. Siyasal mücadele, işçi sınıfının devrimci partisi aracılığı ile, nihaî çıkarlarını savunacak bir hatta kavuşması, sınıf bilincine ulaşması da demektir. İşçi sınıfının siyasal mücadelesinin nihaî hedefi, siyasal iktidarı almaktır. Bu bir “seçim” meselesi değildir, bir devrimsel sıçrama meselesidir. Sadece iktidarı ele almaz, mevcut burjuva devlet yapısını parçalar ve yerine proletarya diktatörlüğünü kurar. İktidarı kaybetmiş burjuva sınıfın direnişini kırmanın başka yolu yoktur.

Ve biliniyor, nasıl ki ekonomik çıkarların özlü ifadesi siyasal mücadele ise, siyasal mücadelenin yoğunlaşarak, başka araçlarla sürdürülmesi de savaştır. Konu sınıf mücadelesi olduğunda bu iç savaştır.

İşçi sınıfının burjuvaziye karşı, egemene karşı bu mücadelesinde yer alan ekonomik, siyasal ve ideolojik mücadelenin herhangi biri ihmal edilemez. Bu üç biçim, birbirinden kopuk şeyler de değildir, iç içedirler. En gelişmiş hâlinde siyasal mücadele sürerken bile ekonomik mücadele sürer. Bu mücadele biçimleri birbirini dışlamaz, tersine besler.

İşçi sınıfı, tarihin bir döneminde sürdürdüğü ekonomik mücadeleyi geliştirerek, sendika denilen bir örgütlemeye yükseltmiştir. Bu sendikal mücadele sürerken, ağır ağır siyasal mücadelenin önemi ortaya çıkmış ve kavranmıştır.

Ama bu, tarihsel süreç olarak böyledir.

Bugün, yeryüzü, sınıf savaşımının bu tarihine sahiptir. Yani hem burjuvazi, egemen sınıf bu tarihî deneyime sahiptir hem de işçi sınıfı. Burjuvazi bu deneyime, en gelişmiş siyasal örgütü olan devlet eli ile sahiptir. Birçok başka örgütleri de vardır; siyasal partileri, dernekleri, birlikleri vb. Ama devlet, egemenin, burjuva sınıfın en gelişmiş örgütüdür. Devlet, toplumun devleti falan değildir, toplumun üstünde bir hakem falan da değildir. Devlet, burjuvazinin devletidir, onun örgütüdür. İşçi sınıfı ise, bu deneyime, birçok örgütü ile sahip olmaktan uzaktır. İşçi sınıfının mücadele deneyimlerini biriktirecek örgütü, devrimci örgütüdür, siyasal öncü örgütüdür.

Bugün, sendikal çalışma yapmak, neredeyse yarı-illegal bir örgütlenme olarak görülmektedir. Gerçekte yasal bir haktır sendikal örgütlenme. “Yasal”, yani yasalara uygundur. Ama bir fabrikada işçiler, ister sendika değiştirmek için, mesela Hak-İş’ten başka bir sendikaya geçmek için, ister bir fabrikada sıfırdan sendikal çalışma başlatmak için harekete geçsinler, bizzat sendikalar tarafından (tüm sendikalar böyle değil ama çoğu böyle) patrona ve devlete ihbar edilmektedirler ve işten atılma tehdidi ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Doğal olarak işçiler, bu yolu birkaç kere denedikten sonra, kendi çözümlerini geliştirmek zorundadırlar. Bu arada, bazı ara örgütlenmelerin, Birleşik İşçi Kurultayı gibi örgütlenmelerin, önemli bir rolü ortaya çıkmaktadır. İşçiler, sendikalaşma toplantılarını açıktan fabrikada yapmak yerine, farklı biçimde organize etmektedirler. Doğrusu da budur. Onların yasalarını, onlardan daha fazla ciddiye alacak değiller ya.

İşçiler yasal hakları olan sendikal çalışmayı dahi, belli bir gizlilik içinde yürütmek zorundadırlar.

Bu durum bize, sendika mafyasının da etkinliğini düşünerek, ülkede hiçbir konuda yasalarını dinlemeyen Saray Rejimi’nin varlığını da göz önüne alarak, sendikal örgütlenmenin geliştirilmesi için, siyasal bilinci önde olan işçilerin, siyasal faaliyetlerinin bir bölümünde sendikal çalışma yapmak zorunda olduklarını göstermektedir.

Egemen, işçilerin ne ekonomik haklarını almaları konusundaki haklarını kullanmalarını kabul ediyor, ne de siyasal bir faaliyet yürütmelerine izin veriyor. Bu durumda, işçi hareketinin sendikal mücadelesi, ister istemez siyasallaşmaktadır. Siyasal bilince sahip işçiler, sendikal çalışmayı yürütürken, elbette başarılı olduklarında sendikalarını gerçek bir işçi sendikası yapma konusundaki tutumlarını korumalıdırlar. Yani gerçek işçi sendikacılığı örnekleri gereklidir.

İşçileri sendika mafyasının kontrolünden çıkartmak, bu sendikal faaliyetin başarısına bağlıdır.

Sendikal çalışmanın başarısı ise, sınıf bilinçli, siyasal bilinçli devrimci işçilerin harekete geçmesini gerektirir.

Demek ki bugün, siyasal ve ideolojik mücadele daha önde durmaktadır.

Hatta sendika mafyasının dağıtılması, oldukça sert mücadeleleri gerektirmektedir dersek abartmış olmayız.

İşçilerin devrimcileşmesi, sınıf bilinci ile hareket etmesi, bu açıdan büyük bir öneme sahiptir.

5

Devrimci mücadele, sınıf savaşımı, çok renkli bir ilerleyiş sürecine sahip olacaktır, olmaktadır. Bu açıdan, çok farklı gelişmeler ortaya çıkabilir diye düşünmek gerekir. İşçilerin geliştirdikleri ara örgütlenme biçimleri, bu açıdan hafife alınmamalıdır.

Bu ara örgütlenme biçimleri, işçiler için bir alan yaratacaktır.

İşçiler, kendi yollarını ararken, sendikal alanda faaliyet gösterirken, gerçekte bu ara örgütlenmelere bakarak, onlarla bağ kurarak, alacakları yol için daha güçlü olanaklar elde edebilirler.

Öte yandan, işçi sınıfının sınıf bilincine varması, mücadelesini geliştirmesi için, “birey” olmaktan çıkıp bir sınıfın parçası olduğunu görmesi gerekir. Bu açıdan, iki şey çok önemlidir. Sadece işçilerin direnişleri onları eğitmez. Ama işçiler, kendi kardeşlerinin mücadelelerinden de öğrenirler. İlk önemli nokta burasıdır. Bunun için her işçi, her işçi direnişine, kendi sektöründe olsun olmasın, ilgi göstermelidir. Dayanışma eylemleri (grevdeki bir fabrika işçilerini ziyaret etmekten bir greve destek vermek için grev yapmaya kadar) işçilerin bir sınıf olduklarını anlamaları için önemli bir adımdır.

İkincisi, işçiler sadece kendi kardeşleri, kendi sınıflarının bir parçası olan işçilerin eylemlerine ilgi göstermekle yetinemez. İşçiler, her türlü direnişe, kadın direnişlerine, öğrenci eylemlerine, doğanın yağmalanmasına karşı gelişen direnişlere ilgi göstermek zorundadırlar. Bu, işçi sınıfının, içinde yaşanılan toplumu tanımalarının da yoludur. İşçiler, her destek eyleminde, her direnişe gösterdikleri ilgide, yalnız olmadıklarını da kavrarlar.

2024 yılı bu konuda olanaklar sunacaktır.

6

İşçi sınıfı ağır koşullarda bir yaşam sürmektedir. İşçi sınıfına dayatılan şey, açlık, işsizlik, baskı ve örgütsüzlüktür. Egemen, Saray Rejimi, içinde bulunduğu toplumsal bunalımı, işçi sınıfını her açıdan bastırarak aşma planları yapmaktadır.

Bir yandan her işçi eyleminin, her öğrenci eyleminin, her kadın eyleminin karşısına tüm güçleri ile devlet çıkmaktadır. Saray Rejimi, işçi ve emekçilerin hiçbir hakkını tanımamaktadır. Sık sık bize “biz laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletiyiz” diye nakarat okuyan CHP, liberal sol ve Kemalist sol, devletin anayasayı ve yasaları çiğnemesini, sadece “medyatik” davalar ve konular konusunda hatırlamaktadırlar. Oysa her işçi eyleminde, her hak arama eyleminde zaten TC devleti yasalarını tanımamaktadır.

Öte yandan ise, sürekli olarak “seçimler” ve “demokrasi”den söz etmektedir. İşçi sınıfını, sürekli kendi yedeğine almak istemektedir.

İşçi sınıfı, kendisine dayatılan bu cendereye karşı, kendi yasalarını sokakta, direnişlerde yapmak durumundadır.

İşçi sınıfının yaşam koşulları zorlaşmaktadır.

İşçilerin çalışma koşulları, insanî koşullar değildir ve işyeri cinayetleri, tıpkı kadın cinayetleri gibi politiktir.

Tüm bunlara ek olarak, savaş ekonomisi için vergiler, harçlar devreye sokulmaktadır.

TC devleti, Saray Rejimi, ABD ve NATO’nun tetikçisi olarak, savaş planlarını canlı tutmaktadır. Her alanda savaş için hazırlıklar yapmaktadır. İçeride ve dışarıda savaş politikası, işçi sınıfı için, daha fazla açlık, daha fazla işsizlik, daha fazla sefalet, daha fazla ölüm demektir.

Ama bu kadar da değil.

İşçi ve emekçilerin çocuklarını savaş meydanlarına sürmek için, işçi sınıfı, din ve milliyetçilik ile esir alınmak istenmektedir. İşçilerin kanını fabrikalarda emenler, şimdi devletleri eli ile, işçi ve emekçi çocuklarının kanlarını savaş meydanlarına dökmektedirler.

Bu nedenle, işçi sınıfının dinci ve ırkçı, milliyetçi ideolojiye karşı, dünyanın tüm işçileri kardeştir, dünyanın tüm halkları kardeştir düşüncesi etrafında enternasyonalist örgütlenmeler geliştirmeleri gereklidir.

Savaş politikaları, göç meselesinin de en önemli kaynağıdır.

Göç politikalarını TC devleti, egemen, Saray Rejimi, iki yönde kullanmaktadır. Bir yandan göçmen işçileri ucuz işgücü olarak kullanarak kârlarına kâr katıyorlar, diğer yandan ise, göçmenler üzerinden bir çeşit milliyetçilik kotararak işçi sınıfını bölmeye çalışıyorlar. İşçi sınıfının örgütsüzlüğüdür esas sorun. Yoksa göçmen işçiler değil. Göçmen işçiler, örgütlü bir işçi sınıfı varsa, işçi sınıfı için bir iş ve ücret kaybı kaynağı değildir. Bunu organize eden TC devletidir, Saray Rejimi’dir. Bunun üzerinden milliyetçilik kotarmaları, bunun üzerinden dinî söylemler geliştirmeleri, tam da işçi sınıfının örgütsüzlüğünü kullanmalarındandır.

Bu nedenle, işçi sınıfının enternasyonalist ve devrimci çizgisi çok önemlidir.

Sonuç olarak görülmektedir ki işçi sınıfının siyasal örgütlenmesi ne denli gelişmiş ise, sendikal örgütlenme, ekonomik haklar için mücadele o denli kazanımlar elde edecektir. İşçi sınıfının devrimci örgütlenmesi ne denli gelişmiş ise, göçmen işçiler meselesi o denli birleştirici olacaktır. İşçilerin sloganı, rekabet değildir. İşçilerin sloganı “rekabet böler, eylem birleştirir”dir.

Önümüzde son derece sert bir sınıf mücadelesi dönemi vardır.

İşçiler, devrimci işçiler, bu bilinçle, zorlu ve çetin bir mücadeleye, tüm organları ile hazırlanmak zorundadırlar.

Örgüt özgürlüktür.

Mücadele öğretmendir.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz