Sömürgeciliğin getirdiği şiddetli, insanlığı yok edici ve aşağılayıcı etkilerinin arasında, belki de en çok gözden kaçırabileceklerinden biri, sömürgeleştirilmiş kişide oluşan çelişkili öz-tanımlar ve aşağılık psikolojisidir. Sömürgeciliğin ve emperyalizmin ideolojik ve politik ana hatlarından birini oluşturan ırkçı tanımlamalar, anlam yüklemeleri ve hiyerarşiler, dünyanın neredeyse bütün halklarını etkilemekte, onların sadece diğer halkları değil, kendilerini, kendi coğrafyalarını, görüşlerini belli ölçüde belirlemektedir. Bu ideolojilerin yayılım, devam ve gelişim sürecini, bunun Avrupa sömürgeciliğinin küreselleşmesi ve sonrasında kültürel ve medya hegemonyaları aracılığıyla ilerleyen tarihini burada tartışmayacağız. Ortadoğu’da bu ideolojilerin sonuçlarından bazılarını, birincil olarak da kendisini tanımlaması kendini reddeden kategorilere dayanan insanların bu sömürge kişilik yapısıyla başka halklara, özellikle göçmenlere, olan yaklaşımına bakacağız. Kendisini sömürge kategorilere hapsetmiş insanın burada nasıl kendini ve kardeş halklarını hep daha aşağı götüren bir döngüye girdiğini göreceğiz. Bu döngüde gerçek kendine zıt bir görüntü almakta, kendini yükseltmek olarak görünen hareket gerçekte kendini aşağılamak, kendine ve başkalarına yabancılaştırmak olmaktadır.
Kendini başkasından daha üstün bir medeniyetin seviyesine ulaşma sürecinde görmek, eğer bu üstün seviye sömürge halkların aşağılanması ve sömürüsü üzerine kuruluysa ve bu sömürünün sacayaklarından biri hiçbir sosyal yapının değiştirmeyeceği ten rengi veya diğer ırksal, fiziksel ayrımlarla belirleniyorsa; bu kendini aşağılık bir konuma ve imkânsız bir sürece mahkûm etmek olmaktadır. Burada özgürleşme olarak görünen süreç, tam tersine mahkûmiyetin ve düşük bir seviyenin ebedî kabulü olmaktadır. Bunun nedeni hareketin, ötekinin aslında sömürgeleşmiş halkların aşağılık seviyesinin varsayımı ile oluşan yüksek statüsünün kavramlarında ilerlemeye çalışmaktan gelmektedir. Bu doğrultudaki insanın sömürgecilik tarafından yaratılan aşağılık kompleksi, kendisi bunu kabul etmese de, etrafındaki başka halklara yaklaşımında da ortaya çıkmaktadır. Burada kökeni sömürgeci ve ırkçı ideolojik yapılarda bulunan söylemlerin kullanılması, gerçekten kendi içinde katliamlara da yol açabilen bir şiddet olmasının yanında, aynı zamanda sömürge kişiliğin bilinçaltında kendi içinde kendine dönük hissettiği tanımlamaları ve anlamları başkasına yönelterek kendini bunlardan ayrıştırma çabasının ve bunları reddetme isteğinin ortaya çıkışı da olabiliyor. Ancak yeniden vurgulayalım; bu şekilde ileri gidiyor gibi görünmek geri gitmek olmaktadır. Çünkü ırkçı söylemleri başkasına yöneltmek beyaz adam kulübüne girmeyi değil, bütün sömürge halkları ezen yapıları devam ettirmeyi garantilemektedir. Bu tanımlamaların, anlamların ve kategorilerin içinde hareket etmek sadece kendini değil coğrafyasını da paylaştığı halkların da daha da aşağılanmasını getirecektir.
Günümüzde özellikle Suriyeli göçmenlerle ilgili videoların veya haberlerin göçmen karşıtı ve ırkçı biçimlerde paylaşılması ve yorumlanması bir normallik döngüsüne girmiştir. Ortadoğu’nun başka bölgelerinden gelen göçmenler söz konusu olunca, konuya yaklaşımlarda, yukarıda anlattığımız şekilde kendini tanımlamasını kendisini de reddeden ve olumsuzlayan kategoriler üzerine dayamış bir halkın ilginç yaklaşımları ortaya çıkıyor. Burada bunlara ilginç diyoruz ancak tabii ki bunlar kendini göçmenlere karşı şiddet dolu eylemler ve söylemlerde gösteriyor. Bu açıdan ele alınmalı ve en yüksek ciddiyetle sosyalistler ve devrimciler tarafından karşı çıkılmalılar. Coğrafyamızın var olan halk çeşitliliği her gün gelişmektedir ve bu sömürünün katmanlarına da kendini yansıtmaktadır. Devrimci işçi birliğini halkların kardeşliğiyle ilerletmek, işçi sınıfının her sömürü katmanını birleştirebilmek için bir şarttır.
Özellikle Suriyeli göçmenlerin coğrafyamızda bizimle daha çok buluşması, kendi kimliğini Ortadoğu’nun olumsuzluğuna bağlamış olanlar için bastırılan ve reddedilen bir bilincin gerçek hayatta karşılarına çıkma durumu yaratıyor. Bu aslında, TC’nin halkların imhası ve inkârı üzerine kurulu tarihinin bir devamıdır elbette. Türk dili ve kültüründen başka bir şey kabul etmeyen ve farklı halkları, dilleri, kültürleri gerekirse asimilasyon gerekirse de katliamlarla karşılayan bir devletin tarihi içinde ilerliyoruz. Bu tarihin Anadolu halklarında yarattığı kimliksel bozulmaların ancak halkların kardeşliğine dayalı bir yeni doğum ile çözebileceğine inanıyoruz. Sömürgecilik hâlâ yasal biçimleriyle de devam ederken başlayan TC, ideolojik olarak kendini bu coğrafyadaki diğer halklardan, onların (ve kendinin) tarihinden, coğrafyanın kendisinden, yeteri kadar soyutlayabilirse, onlardan gerçekten farklı olduğunu kanıtlayabilirse, Avrupa’nın beyaz adam kulübüne girme hayaliyle yaşayan bir yaklaşımın doğumuna neden olmuştur. Batı’ya yönelik hareket, emperyalizmin ileri karakolu olma karakteri ile de başka halkların ezilmesi ve sömürgeci yapıların ve eylemlerin tekrarı ile gelişmiştir.
Şimdi yine aynı kültürel yaklaşım, Ortadoğulu göçmenlere bakışta kendini buluyor: Lütfen, bakın, biz onlar gibi değiliz, bakın lütfen biz de sizler gibi düşünüyoruz onlar hakkında, biz bu orta çağda değiliz, biz böyle barbar değiliz, bir sonraki seçimde vallahi biz de sizin gibi olacağız gibi mesajları bu yaklaşımdan doğan söylemlerin alt metinlerinde bulabilirsiniz. Burada sadece, Avrupa’nın sömürgecilik zamanında ve günümüz Avrupa-ABD emperyalizminin, insanlık tarihinin en kanlı ve en küresel sömürü, kölecilik, katliam ve soykırımlar düzeninin mimarı olduğu gerçeğine tamamen bir göz kapama yoktur. Aynı zamanda, Avrupa’nın kurduğu ırk hiyerarşisi ve sömürge sisteminde, kendinin de yerinin bir yanlış anlaşılması mevcuttur. Burada umulan, eğer emperyalizmdeki sömürge durumu yanlış anlaşılmasa da umulan, “Ortadoğu karanlığından” kurtularak “medeniyet” kulübüne girilebileceğidir. Burada sanılan, gerçekten de belli bir siyasal sistem, değerler, demokrasi, insan hakları, özgürlükler falan yeteri kadar oturtulursa onların arasına kabul edileceğimizdir. Hatta aslında öz bu şekildedir zaten de sadece şu Ortadoğu gericiliğinden arındırılmalıdır. Fakat asıl ayrım zaten demokrasi, insan hakları vs. ile değil, ırkçı hiyerarşisi ve emperyalizm ile çizilmiştir. Emperyalist “demokrasi”lerin dünyanın kalan her yerinde faşist çeteleri ve hükümetleri desteklemeleri, sosyalist ve devrimcilere her yerde gerçekleştirdikleri darbeleri ve suikastları, demokrasiye, insan haklarına vs. çok inandıkları için midir? Her nerede halklar, işçiler gerçek özgürlükleri için ayaklansalar karşılarında bitmeleri bu emperyalist devletler özgürlüğün temsili olduğu için midir?
İşte bu sevda, bu hayranlık, birçok gözü kör etmiştir. Nasıl zararlı bir ilişkide karşıdakinin tacizleri gözden çıkarılır, söylenen kötü sözler ve şiddet hemen unutulur ve her an sevdalının ağzından bir övgü beklenirse, benzer bir durum burada da mevcuttur. Birçok kişi Avrupalı beyaz adamın ağzından Türkiye hakkında denilen her şeyi yakından takip etmektedir. Gazetelerde, sosyal medyada, Avrupa’dan, ABD’den nasıl görülüyoruz sorusu normalleşmiştir. Aslında bu bakışın normalleşmesinin tarihi çok öncelere dayanmaktadır. Sadece bu örnek bile, Avrupalı veya Amerikalı beyaz insanın en yüksek standart olma kabulünü ortaya koyar. Hangisinin olduğu önemli değil, sokaktan geçen rastgele birinin bile dediği, coğrafyamızı nasıl gördüğü, büyük konu olabilmektedir. Ancak kendini anlaması, kendisinin ilkel Ortadoğu’dan daha gelişmiş Batı’ya varma süreci içinde bulunduğu varsayımına dayanan bir insandan bu çeşit bir davranış ortaya çıkabilir. Her zaman medeni ve daha gelişmiş, daha yüksek bir insan olan beyaz ağabeyinden takdir ve iyi sözler beklemektedir. Kendisinin onlar gibi görülebilmesi, coğrafyamızın diğer halklarından farklı algılanmak en büyük onurdur. Ne kadar kendileri gibi olanlara da hayran olduğu ülkelerde ırkçılık olsa da, yine de bu, onlar gibi olmanın büyük hayalini etkilemez.
İşte böyle bir kendini ve diğerlerini ret, içinde kaldığı imkânsız bir hayal ve tabii kendi yetisiyle, başka halklara şiddet ve inkâr tarihi olan bir halkı göz önünde bulundurduğumuzda, günümüzdeki olayları yeni bir gözle görebiliyoruz. Günümüzdeki göçmenlere yaklaşımda ırkçılık, Batı sevdasıyla birleşince ortaya çıkan gerçekten trajikomik durumlardan biri Avrupa’daki veya ABD’deki ırkçıların göçmen karşıtı “çalışmalarının” veya haberlerinin direkt olarak alınması ve kendi coğrafyamızdaki göçmenlere uygulanmasıdır. Bu tür haberleri yayanlar, Afgan göçmenleri tecavüzcü, Suriyeli göçmenleri barbar göstermeye çalışırken, ırkçı ideolojilerin artık en kabul edilmiş yöntemlerini ve tiplemelerini kullanmaktan geri kalmıyorlar. Bunlardan bir tanesi göçmenleri Türk kadınlarına tehdit olarak gösterme çabasıdır. Bu tür bir ırkçı ideolojinin temellerini bulmak isteyenler, siyah erkeklerin Avrupalı ve Amerikalı beyazlar tarafından nasıl yüzyıllarca ve hâlâ beyaz kadınlara tehdit olarak gösterildiğini, bunun yüzünden sayısız siyah erkeğin linç edildiğini araştırabilirler. Daha 2015’te ABD’de siyahi bir kilisede 9 kişiyi öldürerek katliam yapan bir beyaz Amerikalı, saldırısına başlamadan önce kurbanlara kadınlarına tecavüzle suçlayan sözler söylemişti. Bu kökenden gelen ırkçı ideoloji daha sonrasında, özellikle 11 Eylül sonrasında İslamofobinin yaygınlaşmasıyla ve genel olarak oryantalist kalıplarla birleşerek kendini Müslüman halklara ve erkeklere yansıttı. Bütün bu tiplemelerin bir diğer tarafında da tabii ki Arap, siyah, Ortadoğulu kadınların egzotik ve birer cinsel obje olarak gösterilmesi ve bu nedenle uğradıkları cinsel saldırılar yatmakta. Hem yasal sömürgecilik hem kölelik zamanında, sömürgeci Avrupalı erkekler tarafından yerli ve siyah kadınlara tecavüz normal hayatın bir parçasıydı. Günümüzde de emperyalist merkezlerde siyah kadınlar cinsel saldırılara maruz kalmada daha yüksek bir risk altında yaşamaktadırlar.
Irkçı ideolojinin bir diğer, günümüzde de coğrafyamızda sıkça rastladığımız yansıması, ezilen bir halkın kötü örneklerinin o halkın bütün üyelerine yansıtılırken, beyaz insandan ne kadar kötü örnek görsek de her zaman halk olarak Avrupalı ve Amerikalıların ve bu halkların bireylerinin üstün statülerini korumalarıdır. Bunu tabii ki en açık olarak bir Suriyeli göçmen tarafından yapılan her negatif bir davranışta bütün göçmenlere nefret kusanlarda, onları barbar ve düşük insanlar olarak göstermeye çalışanlarda görüyoruz. Bu nefret çığında, insanlara yamyam diyenler de var – yine Avrupalılar tarafından siyah halklara karşı sömürgecilik zamanında kullanılan bir sıfat. Avrupalı ve Amerikalıların bile artık kullanmaktan utandığı sıfatları Ortadoğulu göçmenlere kullananlar, kendi Ortadoğululuklarını ayaklar altına almak bir yana, bize aslında önemli bir ders veriyorlar. Kendilerini Batı’ya yakın, daha yüksek ve medeni görmelerini diğer halkları ezerek göstererek, bu özentilikleriyle, zaten bizim bildiğimiz bir gerçeği, yani ABD ve Avrupa’nın da halkların imhası ve inkârı, soykırımı üzerine kurulduğu gerçeğini bize bir daha kanıtlıyorlar. Biz biliyorduk zaten, ama siz bir kez daha özendiğiniz davranışlarla bunu ortaya koyuyorsunuz. İşte böylece, Batılı olmanın koşulu olan başka halkları ezme geleneğini ağabeylerine kanıtlamaya çalışıyorlar. Bir göçmenden yola çıkarak (ya da birden çok daha fazla olabilir) bütün bir halk için yargıya varanlar, o zaman her gün Anadolu’daki insanlar tarafından gerçekleşen tecavüz haberleriyle kendilerini de tecavüzcü olarak görsünler. Hiçbir halkın homojen olduğunu zaten biz hiç söylemedik. Bu ancak, halklar ve ırklar üzerinden hiyerarşi kurmaya çalışan ırkçı ideolojinin yapısıdır. Bunu bugün ileri götürenler, birçok halkın tamamını bir tehlike, daha düşük insan olarak gören bir ideolojiyi destekleyerek bunu yaygınlaştırmaktadırlar.
Beyaz olmayan halkların bireylerinin yaptıkları negatif davranışlar ırkçı ideoloji tarafından ne kadar genele yansıtılıyorsa, o kadar da tekil beyaz insanlar ne derecede suçlar işleseler de diğer beyaz insanlar bundan ideolojik olarak uzak kalabiliyor. Bunu ABD’de çoğu silahlı saldırı beyaz erkekler tarafından yapılsa da nasıl medyada eğer saldırgan beyaz ise bunun hemen saldırganın hayatta yaşadığı zorluklar veya zihinsel sorunları ile açıklanırken, bir siyah insanın veya Ortadoğulu veya beyaz olmayan Müslüman birinin çok daha küçük bir yanlış davranışta cani, terörist vs. ilan edilmesinde görüyoruz. Beyaz insanlar kendi bireyselliklerini kötü örnekler karşısında koruyabilirken, diğer insanları daha sürüvari gören ırkçı ideoloji birinin davranışını herkese atfediyor. Irkçı ideolojide beyazlık işte ideolojik olarak beyaz bireylerde bu şekilde kirlenmeyen bir ışık halkası oluşturabilirken, diğer halklara ise en kötü ve tabii ki hayalî örneklerden doğarak o halkın bütün bireylerini kirleten ve bütün bireylere atfedilen bir şema örüyor. İşte her Ortadoğulu göçmenin kötü bir davranışını gördüğünde bütün göçmenler hakkında söylemlerle karşılık verenler de bu ırkçı sürüleştirme yapısını tekrar etmektelerdir.
Tartıştığımız yapılar arasında bahsetmeye değer bir başkası ise karşıdaki halkın anlamlar bütününü, yaşam tarzını yok sayma ve hatta onun kültüründen, dilinden en küçük işaretlere karşı bir nefret ve tehlike hissetme duygusu yansıtmaktır. Zaten bir açıdan, kendi coğrafyasında yüzyıllardır yaşamış halkların dillerini hâlâ inkâr eden bir devletten de daha aşağısını beklememek lazım. Ancak, göçmenler söz konusu olunca bu, anlamlar bütünlüğünün ve kültürel önem dünyasının içine girmeye bile çalışmadığı eylemleri ilkel veya uygarlık dışı olarak nitelemeye varmaktadır. Bir giyim biçimi veya başka bir dildeki bir tabela (İngilizceyse sorun yok) bu zihniyet için bir gerileme kanıtı olarak okunuyor. Aslında gerçek mesele Arap alfabesini görmektir, çünkü ideolojik milli eğitim sürecinde Arap alfabesinden Latin alfabesine geçiş ilkellikten uygarlığa geçiş olarak gösterilmiştir. O yüzden de Arap alfabesinin olduğu yerden ancak gericiliğin geleceği zihinde kodlanmıştır. Bu tür bakışlar zaten ancak Avrupa ve ABD medeniyetlerini üstün noktaya koymuş ve Ortadoğu’yu, kendi coğrafyamızdaki Batılılık dışındaki şeyleri bir gerileme unsuru olarak gören bir yönelimin okuması olabilir.
Bunun bir diğer yanı ise tabii ki milliyetçi, ulus devlet ideolojisi ve bunun yarattığı işgal korkusundan gelmektedir. Gelen göçmenlerin sanki bir işgal gücü olarak, yine sürüvari gösterildiği görsellerde bunu görmek kolay. Afganistan’dan gelen göçmenlerin yolculuklarının Türkiye’de haberleştirilmesi ile ABD’ye gelen Latin Amerikalı göçmenlerinin yolculuklarının ABD’deki haberleştirilme biçimleri bazı örneklerde neredeyse birbirinden ayrılamaz hâle gelmiştir. İnsanlıkla bağlantısını diğer herkesi hiçbir zaman bunun fiziksel karşılığını belki görmeyeceği sınırlarla dışlayan bir ulusa mensup olmakla küçültmüş bir görüş tabii ki başka halkların varlığını tehdit ve düşmanlıkla görebilecektir. Göçmenlikle ilgili bir tartışmaya, ama Türk vatandaşları da şöyle eziliyor böyle eziliyor zaten, diye başlamak da bu ideolojiye aittir. Bu yaklaşıma göre, ilk olarak vatandaşların problemleri çözülmeli sonra geri kalan hâlledilmelidir, sanki bu ikisi kapitalizmin yarattığı ekonomi politikte ayrılabilir gibi. Bu mantığın sosyo-ekonomik mantıksızlığı bir yana, insan olmak kategorisinin üzerine vatandaşlığı, ulus üyeliğini yerleştirdiğini görmeliyiz, işte bu da milliyetçiliğin yozlaşmalarından biridir. Bu yaklaşımla, mesela herkes kendi ulusundan medet olsun veya bir ulus devlet ilk kendi vatandaşına bakmamalı mı diyenler, ulussuz göçmenleri zaten yaşamdan bir medet umamayacak bir insanlık dışı noktaya götürmüşlerdir. Kapitalizmin kendi içindeki rekabetle şekillenmiş ve örgütlenen ulus devletler zaten halklara değil sermayeye bakmak için vardır ve ulus devlet ideolojilerinden bahsettiğimiz konuda bir özgürleştirme beklenemez. Sosyalistler de her zaman bu vatandaş-vatandaş olmayan ayrımına karşı çıkmalı; insan olmak ve insan gibi yaşamak için gerekenlerin her insan tarafından temini zemininde çalışmalıdır.
Göçmen ve halkların anlam bütünlerine saygı ve bunlarla karşılıklı diyalog konusunda ayrıca ne zaman TV kanallarında, sosyal medyada, gazetelerde vs. göçmenlerle ilgili bir tartışma olsa, o tartışmaların kaçına göçmenler dâhil oluyor diye herkesin sorması gerekmektedir. Burada görülecektir ki coğrafyamızda göçmenliğin, göçmenlerin yokluğunda tartışılması normalleşmiş bir mesele hâline gelmiştir. Göçmenler yokluklarında, sessizliklerinde analiz edilmekte, yargılanmakta ve aşağılayıcı kalıplara mahkûm edilmektedir. Karşıdakinin sesinin bu şekilde yokluğunda yapılan analizlerin tabii ki ne doğruluk ne de bütünlük standartlarına ulaşması beklenebilir, ki zaten biriyle direkt diyalogda bile tam olarak bir anlam paylaşımı yeterince zordur. Halklara onların yokluğunda dışarıdan yapıştırılan, onlara atfedilen ırkçı kavram bütünlükleri büyüdükçe ve genişledikçe, bu anlamlar dünyası kendi ivmesini kazanmakta, tekrar edildikçe de gerçeklik görünümleri katılaşmaktadır. Bu da halkların kendilerinin, kendi tanımlamalarını yapmalarını zorlaştırmaktadır ki bu hak da her halkın özgürlüğünün vazgeçilmez bir parçası olmalıdır. Bu döngünün devamı ancak coğrafyamızın halklarının önemli bir bölümünü oluşturan ve oluşturacak göçmen halkların bizlerden daha da soyutlanmasına ve yabancılaşmasına, aramızdaki iletişimin daha da zorlaşmasına yol açacaktır.
Bu gibi başka örnekler verilebilir. Ancak sadece bunlardan da görülmektedir ki, kendini Ortadoğu “karanlığından” kurtarmak isteyenler, ırkçılıklarını şaşırtacak seviyelere indirmişlerdir ve bu yolda da bazen gerçekten kendileri de göstererek Avrupalı ırkçıları örnek almaktadırlar. Aslında yaptıkları kendilerini de aşağılayan bir sistemi ve söylemler bütününü ilerletmektir. Fakat tabii ki burada asıl şiddet artık sıkça, her ağızdan, aşağılayıcı, insanlıktan çıkarıcı anlamlara mahkûm ettikleri, sömürdükleri, dövdükleri, öldürdükleri göçmenlerdir.
Fanon’un en etkileyici keskinlikte belirttiği gibi, emperyalist sözde “uygarlık,” kendi içinden de çıkan idealleri gerçekleştirmekte başarısız oldu. Günümüzde, coğrafyamızda ABD’den ve Avrupa’dan birçoğunun beklediği idealler, yaşamlar ve değerler; Afrika’daki sömürgelerde ve artan askerî operasyonlarda, Latin Amerika’da devrimci ve sendikacı avlayan ABD’nin kiralık çeteleriyle, Avrupa ve ABD’nin metropollerinin kenar mahallerinde polis ve sağcı-Nazi milisler tarafından öldürülen halklar ve devrimcilerle, kime atıldığını artık atanın da bilmediği drone bombalarıyla, Akdeniz’de ölüme terkedilen göçmenlerle batıyor.
Fanon’un dediği hâlâ geçerlidir: “Ağzından insan sözünü hiç düşürmeden sokak köşelerinde, dünyanın bütün köşelerinde insanları katleden bu Avrupa’yı bir kenara bırakalım.” Devam edelim: “Yani kardeşlerim, bu Avrupa’nın ayak izlerini izlemekten başka yapacağımız daha iyi şeyler olduğunu nasıl anlamayız? İnsandan söz etmeyi asla bırakmayan, tek kaygısının insan olduğunu iddia etmekten bıkmayan Avrupa’nın her bir ruhsal zaferi için insanlığın ne acılar çektiğini artık biliyoruz… Avrupa’nın tekniği ve yaşam tarzında insanı aradığımda, sürekli insanın inkârıyla, çığ gibi büyüyen cinayetlerle karşılaşıyorum… Yoldaşlar, üçüncü bir Avrupa yaratmaktan başka yapacak işimiz yok mu?.. Afrika’yı yeni bir Avrupa’ya dönüştürmek istiyorsak, Amerika’yı yeni bir Avrupa’ya dönüştürmek istiyorsak, o hâlde ülkelerimizin kaderini Avrupalılara emanet edelim. Onlar bizim en iyimizden daha iyi iş çıkarırlar… Avrupa için, kendimiz ve insanlık için, yoldaşlar, yeni bir başlangıç yapmalı, yeni bir düşünce tarzı geliştirmeli ve yeni bir insan yaratmaya çalışmalıyız.” Burada ancak belli bölümlerini verebildiğimiz Yeryüzünün Lanetlileri’nin çok da uzun olmayan sonuç bölümünü herkesi okumaya davet ediyoruz.
İşte bizim coğrafyamızda da yeni bir insan, bizimle yaşamaya gelmiş halklar ile kardeşlik ilkesiyle bütünleşerek yaratılabilecektir. Anadolu’da olacak bir devrim için coğrafyamızın bütün halklarının arasındaki bu dayanışma ve özellikle daha eksik kalmış olan, göçmenlerle olan dayanışmayı arttırmamız gerekmektedir. Devrimci sosyalistler bu durumun ve tartışmaların dışında kalamaz. Bunun dışında kaldıkça, bahsettiğimiz ırkçılıklara şahit olan bazı göçmenlerin, kendilerini yeri geldiğinde Saray Rejimi’ne yakın görmelerine şaşırmamak lazımdır. Yeni insanın, gerçekten insan diyebileceğimiz insanın zeminini oluşturabilecek tek toplum olan sosyalist toplum için gerekli olan devrimci işçi birliği, halkları fabrika zeminlerinde, çöplüklerde, tarlalarda bir araya getirebilecek potansiyeldedir. Bu mücadelede birleşmiş halklar kardeşliklerini, yeni insanın yaratım süreci olan mücadelenin kendisinde büyüteceklerdir. Devrimcilere burada düşen görev de kardeşliği kıran ve böylece her insanı aşağılayan ve özgür bir geleceği herkese kapayan ideolojileri, ırkçılığı, milliyetçiliği, göçmen karşıtlığını devrimci işçi mücadelesinin kızgın demirinde eritmek ve buradan yeni kardeşlik bağlarıyla birbirine tutunmuş insanlığın ortaya çıkmasını sağlamaktır.