Dünya kapitalist sistemi üzerine

Öyle bir dönemden geçiyoruz ki, gelişmeleri anlamak ve açıklamak için akla ilk gelen düşünceler hızla, hattâ bazı durumlarda kontrolsüz bir biçimde ortaya yayılıyor. Ve bu öylesine bir hâldir ki, her görüş için yeterince kanıt da bulunabiliyor. Bir gelişmeyi öne çıkartarak, olayları baştan aşağıya farklı ele almak mümkün oluyor. Üstelik, yalan haber yayma ve karartma makinası olan burjuva basın, tekelci karakterine uygun olarak, tüm medyanın kontrolü demek olduğundan, son derece etkilidir. Bu durum, karanlığı artırıyor.

Işık ve aydınlanma, sağlam bir bakış açısını gerektiriyor.

Tarihin akışının hızlandığı dönemlerde, olayları anlayabilmek için, sağlam bir bakış açısına sahip olmak gerekir. İşçi sınıfının cephesinden süreçlere bakanlar için, aslında gerçeğin sadece bir bölümünün öne çıkartılması yeterli değildir. Bu nedenle, bu hızlı gelişmelerin yaşandığı bugün, olayları doğru kavrayabilmek için, bilimsel bakış açısını terk etmemek gerekiyor. Bunu yaparken, bazı kavramları, yeniden ve yeniden ele almak, hatırlatmak şarttır.

Kapitalizm ya da emperyalizm, aslında tek bir ülke ele alınarak anlatılamaz, eksik kalır. Belki bir model olarak tek bir ülke ele alınabilirse de (mesela belli bir dönemde, x ülkesinde kapitalist gelişim gibi), sonuçta, dünya çapında kapitalist sistem, emperyalist egemenlik bir bütün olarak ele alınmak zorundadır. Zaten ele alınan ülke de, o sistemin bir parçası olarak ele alınıyor olmalıdır.

Kapitalizm bir dünya sistemidir.

Kendinden önceki sosyoekonomik yapılar da birer dünya sistemi idi. Feodalizm bir dünya sistemi idi ve kölecilik de öyleydi. Ama “dünya kapitalist sistemi”, elbette, hem derinliğine hem de yaygınlık olarak, kendinden önceki sınıflı toplumlarla karşılaştırılamayacak ölçüde gelişmiş bir dünya sistemidir. O kadar ki, kendinden öncekiler, “dünya sistemi” olarak değerlendirilmezse, çok da eksik yapılmış olmaz. Kapitalizm meta üretiminin evrensel hâl aldığı sistemdir ve bu meta üretimi, yaşamın her alanında etkilerini yayabilmektedir. Hem en uzak, ücra köşelerde sistem kendini yayabilmektedir, hem de egemen olduğu yerlerde, ülkelerde derinlemesine bir etki yaratmaktadır. İnsanın insan tarafından sömürülmesi, hem çok daha yaygındır, hem de çok daha gelişmiş bir derinliğe sahiptir. Meta ilişkileri, insan yaşamının en mahrem alanlarına bile girmiştir, girebilmektedir.

Demek ki, “dünya kapitalist ekonomisi” ya da “dünya kapitalist sistemi”, bizim için önemli kavramlardır.

Kapitalist-emperyalizm, kapitalizmin bir dünya sistemi hâline gelmeye başladığı, 1800’lerin sonlarında ortaya çıkmıştır. Feodal imparatorluklardan, o dönemin devletlerinden çok farklıdır.

Bu aşama, aynı zamanda tekeller çağının başladığı aşamadır. 1870’ler demek, büyük ölçüde hatalı olmaz. Eğer dünyaya olup biten “olaylar” şeklinde değil de, süreçler olarak bakabilirsek, bu 1870’lerdeki tekelci niteliğin oluşumunun hem öncesi hem de sonrası olduğunu anlamış oluruz. Bu nedenle rakamlarla tarih vermek, o kadar belirleyici değildir.

İngiltere, Fransa, ABD, Almanya, Japonya, İtalya vb. bu dönemlerde, eski dünya imparatorluklarının bazılarının sömürgelerini almış, paylaşmıştır. Dünyada hâlâ ele geçirilecek yerler var iken, bu güçler arasındaki savaş, daha sınırlı bir savaş oluyordu. Portekiz, Hollanda, İspanya sömürgelerini devralmak, elbette savaşla gerçekleşiyordu. Ama 1900’lerin başlarına gelindiğinde, elbette 1800’lerin sonunda, artık dünya toprak olarak paylaşılmış, pazar olarak da paylaşılmıştı. Bu nedenle, dünyanın yeniden paylaşımı, bir dünya savaşına dönüşme potansiyelini taşımaktaydı. Öyle de oldu.

İngiliz emperyalizmi, sistemin hegemon gücü idi. Bu diğerlerinin bir etkisi ve gücü olmadığı anlamına hiç gelmez. Ama örneğin İngiliz para birimi, tüm sistem için uluslararası bir para idi. Bunun nedeni, “toprakları üzerinde güneş batmayan imparatorluk” olmalarıydı. 1900’lerin başında, merkez bankaları daha doğmamıştı ya da doğmaya başlamıştı. Bankaların iflasları, sermaye için bir merkez bankası oluşturma zorunluluğunu doğurmuştur. 1901 kapitalist sistemin krizi, bankaların batması, bir koruyucu olarak, merkez bankası fikrinin doğum yeridir.

Sıradan bir insan için merkez bankası, sanki kutsal bir kurum gibidir. Oysa ABD’de merkez bankası, doğrudan Rockefeller ve Rothschild ailelerinin girişimleri ile kurulmuştur. Sıradan bir insan için banka, oldukça “güvenilir” bir kurumdur. Ama banka iflaslarını yaşamış olan bir insan için, hiç de öyle değildir. Bankalar, birer şirkettir ve doğrusu her şirketten daha fazla hile ve dalavere çevirme olanakları vardır, bunu da yaparlar.

İngiltere’nin yüzyılı diye adlandırılan yüzyılın sonlarına doğru, uluslararası bir para sistemi kurulması için, altına bağlı bir sistem kurmayı akıl etmişlerdi ki, Birinci Dünya Savaşı devreye girdi. Altına dayalı para sistemi, uluslararası ticaret için önemli idi. Zira İsviçre Frangı ile İngiliz Poundu nasıl değiştirilecekti? Her ülke, sahip olduğu altın miktarına bağlı olarak, temsilî banknot basmaya başladığında, bu sistem de denetlenebildiğinde sorun çözülmüş olurdu. Elbette en güçlü olanın yararına.

Bu kadar geriye gitmemizin nedeni, “dünya kapitalist ekonomisi” denilen bir şeyin varlığını anlatmaktır. Kapitalizm ilk doğduğunda, İngiltere’de, henüz bir dünya sistemi değildi. Feodal sistemin içinde doğuyordu ve dünya kapitalistleşmemişti. Zaten tek tek ülkeler aynı yoldan kapitalistleşmeyecekti. Biri emperyalist olurken, diğeri sömürgeleşmekteydi.

Bu dünya kapitalist sistemi içinde emperyalist güçler, sistemin merkezindedirler. Her birinin sömürgeleri vardır. Ve her biri, daha fazla sömürge elde etmek için de uğraşır. Elbette, buna uygun kurallar konulur. Dışarıdan bakan biri için, sanki bu kurallar, tanrıların buyruğu gibi görünür. Elbette uluslararası tekelleri, emperyalist güçleri bir anlamda tanrı olarak görürseniz, bu doğru da olabilir.

Bugün hâlâ geçerli olan, birçok göstergeye göre yıkılmakta olan (gerçekte bu nesnel süreçtir, kapitalizmi yıkacak olan devrimci işçi sınıfıdır ve o yok ise kapitalizm yaşamını sürdürür) dünya kapitalist ekonomisinin işleyiş sistemi, esas olarak İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulmuştur. İngiltere’nin kaybettiği konumu ABD devralmıştır. Ama büyük ve temel bir farklılıkla. Birinci Dünya Savaşı’nın ortasında Ekim Devrimi, kapitalist dünya sisteminin zincirini bir halkadan kırdı. Dünyayı yeniden paylaşmak için savaşa tutuşanlar, paylaşmak için savaş verdikleri pastanın bir bölümünü kaybettiler.

İkinci Dünya Savaşı, bir yandan SSCB’nin boğulması “ortak” amacını güden emperyalist güçlerin, aynı zamanda dünyayı yeniden paylaşımı savaşımı idi. İşte bu savaş sonrasında ABD hegemonyasında yeni bir sistem kuruldu.

Birincisi, 1946’da, ABD parası, dolar, bir uluslararası para hâline getirildi. Elbette bunu sağlayan ABD’dir. Zayıf bir güç bunu yapamaz. Almanya, Japonya, İtalya savaşta yenilmişlerdir ve İngiltere, ABD’nin yanında çok daha güçsüzdür. Ulusal para birimleri ile altın arasındaki ilişkiye son verildi. Tüm paralar, dolara endekslendi ve dolar da altına. Bu anlaşmayı, o dönem 50 ülkeden daha az ülke imzalamıştır. Sosyalist ülkelerin imzalaması zaten düşünülemezdi ve o dönemin dünyasında, anlaşmayı imzalayan 46 ülke, zaten kapitalist dünya ekonomisinin büyük ağırlığını oluşturuyordu.

Bugün biliyoruz ki, ABD parası, dolar, altın baz alınmadan basılmaktadır. Bir çeşit “sahte” basım denilebilir. Eğer siz ABD Doları basarsanız suçlusunuz ama ABD MB karşılıksız basarsa “suçlu” olmaz. Basma işini yapan ABD’nin kendisidir, bu açıdan sahte değildir. Ama altın rezervleri ile doların bağı, bizzat ABD tarafından koparılmıştır. Vietnam savaşı bu açıdan önemli bir merhale olmuştur. Savaşı finanse etmek için ABD, karşılıksız para basmıştır. 1970’lerde, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya bu konudan haberdar idi. Ve SSCB, bu konuda ne zaman bir video göstermeye yeltenirse, “komünist propaganda” diyerek, ABD tarafından geri çevrilmiştir.

İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan uluslararası sistem, sadece doların egemenliği ile sınırlı değildi. Ekonomik ve finansal açıdan, sömürgelerin kontrolü için IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kurumlar organize edildi. Bu ve bunun gibi bazı kurumlara ikinci ayak diyebiliriz. Bu, dünya kapitalist ekonomisine emperyalist güçler, uluslararası tekeller adına yön vermek için organizasyonlar demektir.

Bunun gibi, Bilderberg gibi toplantılar, forumlar vb. de bunun içindedir. Örneğin, “ithalata dayalı sanayileşme” ya da “ihracata dayalı sanayileşme”, aslında bu toplantılarda bir sistem hâline getirilmiştir. Neoliberalizm de böyledir. Demek ki, tüm uluslararası tekellerin çıkarlarına uygun ortak eğilim ve kararlar kotaran bir sistem vardı, hâlâ da etkisi azalmış biçimde olsa da vardır. Bilderberg yerine, Dünya Ekonomik Forumu, G7’ler vb. daha etkili gibidir. Son 10 yılda bu etkileri azalmaktadır.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan sistem, esas olarak, komünizme karşı bir örgütlenme de demek idi. Bunun için NATO diye bir askerî pakt kurulmuştur. NATO, başında ABD’nin bulunduğu kapitalist-emperyalist sistemin ortak savaş makinasıdır. Hem NATO üyesi ülkelerde iç savaş örgütlenmesi demektir (ki biz buna, devletin faşizmin dişlilerini örterek içselleştiren bir devlet örgütlenmesi olarak Tekelci Polis Devleti diyoruz), hem de komünizme karşı savaş organizasyonudur.

Başkaları da sayılabilir, ama bu üç nokta, dünya kapitalist sisteminin işleyişi için kritik önemdedir. Ve tüm bunlar ABD hegemonyası altında yapılmıştır. Sistemin hegemon gücü ABD’dir. ABD hegemonyasının başlangıcı Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar götürülebilir. Ama o dönem, İngiliz hegemonyasının çözülmesi olarak adlandırılırsa daha yerinde olur. Hani, dışımızdaki nesnel süreçlere, olup-biten şeyler olarak değil de, süreçler olarak bakacağız ya, bu nedenle, düşmekte olan ile yükselmekte olanı birlikte ele almak yerinde olur. ABD hegemonyası ise, esas olarak, İkinci Dünya Savaşı sonrasında şekillenmiştir.

Bizim burjuva iktisadının kullandığı “geri kalmış ülkeler”, “gelişmekte olan ülkeler” ve “gelişmiş ülkeler” kavramları, tamamen dünya kapitalist sisteminin, emperyalist güçler ve onların sömürgeleri biçimindeki yapılanmasını gizlemek amacını gütmektedir. Buna göre, emperyalist ve sömürge ülkeler diye bir ayrım yok. Tüm ülkeler biraz birbirine bağlıdır. Tüm ülkelerin birbiri ile bağı elbette vardır. Ama bu bağın niteliği nedir? Emperyalist ülkeler dünya kapitalist sisteminin merkezindedir ve diğerleri de onların sömürgeleridir. İngiltere ile Fransa arasındaki ilişkiler, Fransa ile mesela Cezayir arasındaki bağlar gibi değildir. Köle sahibi ile köle arasında bir ilişki vardır. Ama bu, köle sahiplerinin arasındaki ilişki gibi bir ilişki değildir. Öyle ise, “toplumdaki herkes birbiri ile ilişki içindedir” demek, aslında hiçbir şey söylememektir, dahası, köleciliği gizleme girişimidir. Sermaye, yatırım yaparken, makinaların yanında işgücü de satın alır. Ve sermayedar, kapitalist, ücretini ödemek üzere işe başlattığı kişiye, an gelir, “ben sana ekmek veriyorum” der. Oysa, o, kârını işçiye, işçinin emeğine borçludur.

Demek ki, “gelişmiş ülkeler”, “az gelişmiş ülkeler”, “gelişmekte olan ülkeler”, “geri kalmış ülkeler” aslında emperyalist ideologların bize sunduğu kavramlardır ve hiçbiri doğru değildir. Bir uluslararası sermaye grubu, bir sömürge ülkeye (sömürge ülke elbette geri kalır, geri bıraktırılır, kaynakları sömürülür) yatırım yaparken, “biz sizi kalkındırıyoruz”, “biz size medeniyet getiriyoruz” demektedir. Oysa tüm emperyalist ülkeler, zenginliklerini, sömürgelerden yağmaladıklarına borçludur. Tüm “geri kalmış ülkeler”in borçları, aslında sömürgeciliğin sonucudur ve eğer bir borçlu alacaklı hesabı tutulacaksa, gerçek anlamda bu ülkeler emperyalist ülkelerden alacaklıdır. Bu öyle bir hâldir ki, mesela tüm emperyalist metropoller, sömürgelerden çalınan tarihî eserlerle doludur. Borç işi de böyledir. Çalan, yağmalayan, sömüren, sömürüleni borçlu ilan etmektedir.

Dünya kapitalist sistemi için kurulmuş olan ABD hegemonyasındaki bu sistem, SSCB çözüldükten sonra, iç çelişkilerini ortaya çıkarmaya başlamıştır. ABD hegemonyasına karşı, İngiltere, Almanya, Japonya, Fransa başta olmak üzere diğer emperyalist “müttefikler”, doların sürekli basılmasına karşı tutum almaya başlamışlardır. Her biri, kendi ekonomik çıkarları için harekete geçmiştir. ABD hegemonyası, en başta ekonomik olarak aşındırılmaya başlanmıştır; ne ideolojik olarak, ne de siyasal ya da askerî olarak.

ABD ise, daha ileri bir hamle yapmıştır. ABD, yeni Roma imparatorluğu, tek kutuplu dünya gibi isimlerle, tüm dünyanın ABD hegemonyası altına girmesi gerektiğini savunmaya başladı. Bazı “aydınlar”, geçmişte sol cephede yer aldıkları düşünülen bazıları, aslında tek bir imparatorluk oluşursa, dünyada barışın da sağlanmış olacağını iddia ettiler. Herkes boyun eğerse, barış gelir gibi. Herkes susarsa, ülke içinde güven sağlanır gibi. Oysa bu, sınıf savaşımı denilen şeyi anlamamaktır ya da konumuz dünya kapitalist ekonomisi ise, emperyalizm ve sömürge olma hâlini anlamamak demektir.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında emperyalist saldırganlık, “demokrasi” adı altında, anti-komünist saldırılarını gizlemeye çalışmışlardı. SSCB’siz dünyada ABD, bu kez, tüm dünya bizimdir masalı altında, dünyayı hizaya getirmeye girişmiş ve “demokrasi taşımak”, “medeniyet götürmek” bir kez daha öne çıkartılmıştı.

Afganistan, Irak işgalleri, Libya işgali, aslında bu amaçla devreye sokulmuştur. Askerî açıdan üstün gücünü ABD, muhtemel rakiplerini bastırmak için azgınca kullanmaya başladı. Bölgesel savaşlar ortaya çıktı. Ta ki Suriye savaşına kadar. Suriye’de Rusya devreye girdi. Ve aynı süreçte, 2000’li yılların başından başlayarak Çin, kendi markaları ile ekonomik alanda dünya pazarında etkin bir güç olarak devreye girdi. 2008 krizi patladığında Çin’in ekonomik alandaki etkisi çoktan geri dönülmez noktaya gelmişti.

İşte bugünlerde, dünya kapitalist ekonomisinin İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşturduğu sistem sarsılmaktadır.

Sistem, esas olarak, emperyalist güçler ve sömürgeler açısından sarsılmamaktadır. Sarsılan burası değildir.

Peki sarsılan nedir?

Birincisi, ABD Doları’nın etkisi daralmaktadır. Bu henüz daha başlangıç seviyesindedir. Bir çalışmamızda, 2009 yılında ABD’de ekonomistlerin de davet edildiği bir tatbikattan söz etmiştik. Bu tatbikatta, doların egemenliğine karşı Rusya harekete geçerse, acaba Çin nasıl bir tutum alır gibi senaryoları ele aldıklarını biliyoruz. Bugün, 2025 yılındayız. Yani, 2009’dan bu yana 16 yıl geçmiştir. Bugün Brezilya, dolar dışında bir uluslararası para biriminin ihtiyaç olduğunu söylemektedir. BRICS genişlemektedir ve ekonomik olarak G7’leri geride bırakan bir büyüklüğe ulaşmıştır.

Ama hâlâ dolar, dünya kapitalist ekonomisinin etkili gücüdür. Trump, dolar dışında bir para birimi yaratılırsa, tüm BRICS ülkelerine karşı %100 vergiler koyacağını açıklamıştır. Demek ki dolar yerine bir başka para sisteminin gelişmesi ihtimali korkutmaktadır.

Bunun ardından iki gelişme yaşanmıştır. Birincisi, Trump, yeni bir para birimi açıklanmadan dahi, yeni vergi oranlarını açıklamıştır. Neoliberal politikalar, biraz şekil değiştirmektedir. Gümrüklerin sıfırlanması diye bir olay ortada yoktur. Üstelik bu yeni vergiler, BRICS içinde yer almayan, yer alma ihtimali bile olmayan, Japonya, Güney Kore, Almanya vb. gibi ülkeleri de kapsamaktadır. İkincisi, BRICS ülkelerinin hemen hemen hiçbiri, bu tehditler karşısında belirgin bir geri adım atmadı.

Dünya Bankası ve IMF gibi kurumların eskisi gibi etkinliği yoktur. Bu etkinlik anlamını yitirmektedir. Elbette sıfırlanmış değildir. Ancak bizzat ABD, var olan uluslararası sistemin bazı kurumlarından geri çekilme eğilimindedir.

Bu bölüm, gerçekte çok da önemli değildir. Ama IMF ve Dünya Bankası, birçok sömürge ülkeyi, sömürülebilir bir noktada tutmak için önemli bir araç idi. Burjuva iktisatçılarının sömürge ya da borçlu ülkeler için sık sık kullandığı, “süt veren ineği kesmemek” tutumu, IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlar eli ile daha sessizce yürütülmekte idi.

Dahası, Dünya Ekonomik Forumu gibi etkili organizasyonların ideolojik etkisi, Petersburg Forumu gibi organizasyonlarla sarsılmaktadır.

Öte yandan, NATO, bu iki alandaki eğilimin tersine, daha da yayılmaktadır. Macron’un, “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşmiştir” ifadesi, aslında ABD’ye karşı bir açıklama idi. NATO’nun beyni ABD’dir. Ve tersine, ABD Biden ile “geri gelmiş”tir ve Macron dâhil, tüm Avrupa tarafından, “welcome ABD” diye karşılanmıştır. Şimdi ise, “Amerika First” akımı devrededir.

Dünya emperyalist güçleri, hep birlikte, ABD baskısı ile, Rusya ve Çin’i düşman ilan etmiş ve bu iki ülkeyi sömürge hâline getirmek için savaşı yeni bir düzeye çıkartmıştır. Ukrayna’da gerçekleşen budur.

Demek ki, diğer alanların aksine, emperyalizmin savaş makinası dediğimiz NATO ayağında bir gerileme görünmemektedir.

Demek ki, bugün, dünyada Rusya ve Çin önderliğinde şekillenen, Putin’in “çok kutuplu dünya” dediği şey, aslında bitmiş, tamamlanmış bir süreç değildir. Ve elbette NATO’nun ifade ettiği savaşın sonuçlarına bağlı olarak şekilleneceği anlaşılmaktadır.

Bugün, dünya kapitalist ekonomisi, her parçada olmasa da, büyük oranda, militaristleşmektedir. Askerî sanayinin önü açılmaktadır. Almanya’nın otomobil devi Volkswagen, artık araba değil, zırhlı araç üretmektedir. Zırhlı araç üretmezse, 34 bin işçiyi kapı dışına koymak zorunda kalacaktı.

Bugünlerde ABD, ekonomik durumu düzeltmek için, “Make Amerika Great Again” (MAGA) sloganını Trump’ın ağzından dillendirmektedir. Öyle görünüyor, Avrupa, MAGA için, en az ABD kadar “hevesli”dir. Son yapılan ekonomik anlaşma, Avrupa mallarına ilave gümrükler, ABD’ye yatırımlar, ABD petrolü alımı gibi konuları içermektedir ve tümü Avrupa’nın aleyhinedir. Anlaşmaya Fransa çok açık tepki vermektedir. Ama bu tepkiler, sanırım kokain partilerinin ardından ifade edilmektedir, ciddiyetten uzaktır. Daha doğrusu bunlar sadece sözden ibarettir. Anlaşmanın Avrupa’nın aleyhine olduğu açık olsa da, bu anlaşma imzalanmıştır.

Bunun gibi, ABD, bir seri ekonomik anlaşma imzalamakta ve vergi oranlarını yükseltmektedir. Ve anlaşılıyor ki, MAGA sloganı, ABD’den daha çok, Avrupa, Japonya, Güney Kore gibi ülkelerde etkilidir. Tam bir ekonomik baskı ile, ABD kendi ekonomisini kurtarma peşindedir. Bunun siyasal etkilerinin ortaya çıkmadığını biliyoruz. Ama bunun sürdürülebilmesi de mümkün değildir.

Öte yandan Trump, barış için geldim, derken, savaşı boyutlandırmakta etkili adımlar atmaktadır. İran’a saldırı, Biden döneminden beri planlanan (aslında birinci Trump dönemi de içindedir), Trump döneminde gerçekleştirilmeye başlanmış bir iştir. Ve bu sürecin devam edeceğini görmek mümkündür.

Ukrayna için Rusya’ya önce 50 gün, ardından ise 10 gün süre verilmiştir. Rus petrolünün satışının durdurulması için Çin ve Hindistan dâhil, herkese baskı yapılması gündemdedir. Buna kimin nasıl bir tepki verebileceği henüz belli değildir.

Öte yandan, İngiltere, Rus petrolünü taşıyan tankerlere karşı kundaklama operasyonları yapmaktan söz etmektedir. Ukrayna bu konuda görev almaktan çekinmeyecektir. Tüm Avrupa savaş hazırlıkları yapmaktadır. Ve doğrusu, bu durum, ABD açısından rahatlatıcıdır. Bu arada ABD’nin Çin’e karşı savaş için hazırlıklar yaptığı da açıktır.

Tüm bunlar, dünyada adına Üçüncü Dünya Savaşı denilecek olan savaşın gelişmekte olduğunu göstermektedir. Zaten NATO denilen savaş makinası dağılmadan, tersi düşünülemez. Bu nedenle, ABD hegemonyası bir yandan çözülürken, bu çözülme, NATO denilen savaş makinası ortadan kalkmadan ya da büyük savaş patlamadan sonuçlanamaz durumdadır.

Şimdi, tüm bunlar, dünya kapitalist ekonomisinin işleyişinde değişiklikler demek olabilir. Ama, dünya kapitalist ekonomisinin temel niteliği olan, emperyalist güçler ve sömürgeler arasındaki ilişkileri değiştirecek nitelikte bir süreç ortada yoktur.

Zaten emperyalist ülkeler ve onların sömürgeleri arasındaki ilişkilerin değişmesi, gerçekte, emperyalizmin yok edilmesi demektir. Başkası mümkün değildir. Bu ise, kapitalist sistemin yıkılması ile mümkündür.

Kapitalizmin yıkılması, biliyoruz, ancak işçi sınıfının dünya çapındaki mücadelesi ile mümkündür. Başka bir yol yoktur. Dünya kapitalist sisteminin yıkılması, ancak sosyalist devrimlerle mümkündür. Bunu unutarak, emperyalizme karşı tutarlı bir mücadele yürütülemez. Elbette bu çözülme süreci, dünya işçi sınıfı ve devrimci hareketi için, sosyalist devrim olanaklarını artırmaktadır. Ancak biz biliyoruz ki, işçi sınıfı örgütsüz ise hiçbir şeydir. İşçi sınıfı devrimci değil ise hiçbir şeydir.

Elbette mesela NATO’nun dağılması, birçok ülkede, örneğin ülkemizde devrim için önemli olanakların ortaya çıkması demek olur. Ama bunlar nesnel olanaklar olur. Eğer bir örgütlü güç yok ise, eğer işçi sınıfı devrimci değil ise, hiçbir nesnel olanak, fiilî olanak hâline getirilemez. Nesnellik elbette önemlidir. Ama öznel bir güç olmadan, işçi sınıfının devrimci örgütlenmesi gelişmeden, kapitalizm yıkılamaz. Dünya işçi sınıfının mücadele tarihi bunu açık olarak kanıtlamaktadır.

Bu nedenle, bu kaos içinde, tarihin hızlı aktığı bu dönemde, gözümüzü sadece büyük güçlerin savaşlarına dikerek yol alamayız. İşçi sınıfı, ancak kendi devrimci eylemi ile kurtulabilir. Çoktan ömrünü doldurmuş olan kapitalist-emperyalist sistem, bir devrimle yıkılacaktır. Bu devrim, düne göre çok daha olanaklıdır. Bu nedenle, gözümüzü, bu toz duman arasında, dünyanın her yerinde gelişen direnişlere, işçi hareketinin gelişimine dikmemiz gerekir.

Gelişim birleşik ama eşitsizdir. Dünyanın farklı coğrafyalarında farklı gelişimler ortaya çıkacaktır. İşçi sınıfının mücadelesi, dünyanın her yerinde aynı tarzda yürümez, yürümeyecektir. Bugün, dünyanın bazı coğrafyalarında devrimci gelişmeler çok daha büyük olanak hâlindedir. Ve elbette bir alanda başlayan sosyalist devrim, eskisine göre çok daha hızlı yayılma olanaklarına sahip olacaktır. Tüm bu kaos içinde ufka bakmayı unutmadan, kararlı adımlarla ilerlenmek, örgütlenmek, mücadele etmek, direniş hattını örgütlemek, her coğrafyadaki devrimcilerin asıl görevidir.

Yukarıdaki yazıyı, Trump-Putin görüşmesinin henüz gündemde olmadığı bir zamanda yazdım. Ağustos ayının birinci haftasında, Trump-Putin görüşmesi tartışması gündeme geldi. Trump’ın özel temsilcisi Moskova’da Putin ile görüştü ve ardından, 15 Ağustos’ta, bu görüşme gerçekleşti. Ardından, Trump-Zelenski görüşecekti ki, AB ve İngiltere yetkilileri, kokain partisi varmış gibi Beyaz Saray’a koştular. Bu görüşmelere ilişkin birkaç notu buraya eklemeyi uygun buluyorum. Yazının konusu olmasa da, bu notlar aykırı dursa da, sanırım, güncel açısından faydalı olur.

1

Görüşme Alaska’da yapılmıştır. Her izleyici, Alaska’nın eskiden Rus Çarlığına ait olduğunu ve 1867’de ABD’ye satıldığını öğrenmiş bulunuyor. Ve her izleyici, dünyanın iki ayrı ucunda olduğunu düşündüğü Rusya ve ABD’nin, aslında Alaska üzerinden bakılırsa, komşu olduklarını da öğrenmiş oldu.

ABD ve Batı basını, görüşme yerinin neden Alaska olduğu konusunda epeyce tartıştı. Görüşme ABD topraklarında yapılmıştır. Ve eğer Rusya veya üçüncü bir ülkede yapılması tartışılmıyorsa, tartışma, neden Washington’da yapılmamıştır, diye yorumlanabilir. Soruların amacı bu olmalıdır. Görüşme öncesinde, görüşmenin olduğu haftanın başında, ABD’de bazı kentlerde olağanüstü hâl ilan edilmiştir. Bunun nedenini Trump, suç oranlarının artışı ile açıklamıştır. Bunun doğruluğu şüphelidir. FBI, polis vb. bunun için yeterli olmalıdır. Bu olağanüstü hâl uygulaması ile Alaska’nın seçilmesi arasında bir bağ olmalıdır. Belki, bu aynı zamanda görüşmenin güvenliği için de anlamlı bir yer seçimi de olabilir.

2

Görüşme talebi Trump tarafından gelmiştir. Biliniyor, Rusya tarafı, daha önceleri, iki liderin görüşmesi için bir süreç gerektiğini söylüyordu. Yani, iki lider bir anlaşmaya varabilecekse bu görüşme anlamlı olabilirdi. Demek ki, bunun işaretleri alınmıştır. Görüşmeden Rusya’nın elde ettiği sonuçlar, henüz bir anlaşma söz konusu olmasa da, bunu doğrulamaktadır.

ABD basınının büyük bir kesimi, Avrupa’nın üç emperyalist gücü başta olmak üzere neredeyse tümü, bu görüşmeyi engellemeye çalışmıştır. ABD’de de, Avrupa’da da bu görüşmeyi engellemek isteyenler bir hayli ağırlıktadır. Ama buna rağmen görüşme gerçekleşmiştir.

ABD basını, görüşme sonucunda bir ortak basın açıklaması yapılmasını istememiştir. Bunun ana nedeni, sürecin kamuoyuna açıklanmasını önlemektir. Tersi olmuştur ve ortak basın açıklaması yapılmıştır. Hattâ bazı gazeteler ve TV kanalları, Amerikan toprağında Rusya basın açıklaması gibi, oldukça ırkçı ve telâşlı açıklamalar da yapmışlardır. Demek ki, ABD içinde de görüşmeye karşı olanlar vardır.

3

Görüşmeden bir anlaşma henüz çıkmamıştır. Trump, müttefiklerine, Zelenski ve NATO ülkelerine soracağını açıklamıştır. AB liderleri, bir anlaşma olmamasını “başarısız ve önemsiz bir görüşme” yorumları için kanıt olarak sunmuşlardır. Telâşlıdırlar ve kendilerini inandırmak istiyorlar.

Ama her iki taraf da, hem Trump ve hem de Putin, görüşmeyi olumlu geçti diye nitelendirmiştir.

Görüşme, bir ateşkes üzerinde değil, bir kapsamlı anlaşma üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu durum, gerçekte, Rusya’nın taleplerinin ciddiye alındığı anlamına gelmektedir. AB ve Zelenski’nin acil ateşkes talepleri ortadan kalkmıştır. kapsamlı anlaşma öne çıkmıştır. Olabilir olup olmaması ayrı.

Daha şimdiden denilebilir ki, Rusya görüşmeden kazançlı çıkmıştır.

Trump iktidarı, aslında Ukrayna yenilgisinin örtülmesi amacını gütmekteydi. Savaş sahasında ortaya çıkan yenilginin masa başında hafifletilmesi hedeflenmiştir. Bu arada ise ABD, savaş için tüm cephelerde güçlerini yeniden konuşlandırmayı hedeflemekteydi. Öyle anlaşılıyor ki, sahada kaybetme hâlinin masada hafifletilmesi o kadar kolay olmayacaktır. Daha şimdiden, Rusya’nın şeytanlaştırılması ve izole edilmesi süreci, diplomatik olarak çökmüştür. Kırmızı halıda karşılanma, ortak basın açıklaması budur.

Rusya tarafı ise, ABD’ye yenilen taraf muamelesi yapmamıştır. Bu ABD açısından bir artı olarak görünmektedir.

4

Görüşmenin en önemli hamlesi, Lavrov’un Alaska’ya inerken, üzerine giydiği sweatshirt’tür. Üzerinde SSCB yazılı bu giysi, başlı başına bir öneme sahiptir. Semboller önemlidir. SSCB, İkinci Dünya Savaşı sırasında dünyanın her yerinde kendisi ile birlikte mücadele eden, faşizme karşı dövüşen müttefiklere sahip idi. Ama bugün Rusya’nın böylesi bir sosyalist ideolojisi yok ve bu nedenle savaş sahasında NATO’ya karşı fiilî savaş anlamında yalnız gibidir. Elbette Çin-Rusya ittifakını bir yana koyuyoruz. Bu açıdan, SSCB yazılı sweatshirt önemlidir. En azından hoştur.

5

Görüşme “savaşı bitirmek” için yapılmıştır denilmektedir. Bu durumda, sürekli olarak Ukrayna-Rusya savaşı diye konuşanlar, aslında savaşın bir tarafında Rusya var iken, diğer tarafında ABD, AB ile tüm NATO olduğunu görebilirler. Yoksa, Ukrayna-Rusya görüşmüyor. Görüşen Rusya ve ABD’dir.

Rusya’nın karşısındaki cephe, kısaca NATO diyelim, Trump-Putin görüşmesinin ardından hızla, plansız bir biçimde, Zelenski’yi yalnız bırakmamak için, Washington’a koşmuşlardır.

Bu durum, Almanya, Fransa ve İngiltere’nin, peşindeki tüm AB ile birlikte, Trump’ın ayaklarına yapışan fino köpekleri gibi davrandıkları söylenebilir. Bu durum, aslında Almanya, Fransa ve İngiltere’nin hem aşağılanmasıdır, hem de “tarih sahnesindeki rolleri”nin küçülmüşlüğünün kanıtıdır. Bir Fransız, Macron Fransa’yı tarihin dışına itiyor derken, sanki bunu ifade eder gibidir.

Evet, bir açıdan anlaşma olmadığı için, bir sonuç net olarak ortaya çıkmamıştır. Beklentisi büyük olanlar için bu önemli olabilir. Ama Putin’in ABD topraklarında ağırlanması, bir sonuçtur ve sadece izolasyon çalışmalarının başarısızlığını göstermez, aslında Ukrayna’daki yenilginin de göstergesidir.

Bir başka sonuç da, İngiltere, Almanya ve Fransa’nın tüm savaş çığırtkanlığına rağmen, aslında iradelerini kaybetmiş olduklarının resmîleşmesidir. Bu da bir sonuçtur. İngiltere, Almanya ve Fransa, birçok açıdan denklemlerin dışına düşmektedir.

Yenilen tarafın içinde olan ABD, yenilginin faturasını İngiltere + AB’ye ödetecek gibidir ve doğrusu onların da bu duruma katlanmak için daha fazla kokain çekmek dışında bir yolları yok gibi görünmektedir.

6

Ortada henüz bir anlaşma yoktur. Ama Zelenski, ne denli saldırgan tutumlar sergilerse sergilesin, “ABD ve NATO için Rus öldürme” görevine ne denli sarılırsa sarılsın, bir geleceğe sahip değildir.

Daha şimdiden, siyah takım elbise giymiş olsa bile, “seçim yapacak mısınız” sorularına yanıt verirken, ne denli bataklıkta olduğunu göstermektedir. ABD ve NATO adına, Batı emperyalizmi adına, ülkesinin topraklarını bir savaş alanına çeviren Zelenski’nin oy oranının yüzde 4 olduğunu bizzat Trump söylemektedir. Ukrayna’da başlayan protesto gösterileri de bu açıdan önemlidir.

7

Peki, bu durum genel olarak savaşı bitirecek midir? Ukrayna’da bir çözümün oluşumu zor olsa da mümkün gibidir. ABD’nin içinde bulunduğu durum, bu konuda bir olanak oluşturmaktadır. Ancak, genel olarak savaşın sona erdiğini düşünmek için bir neden yoktur. Emperyalist Batı, savaşı körüklemek için, her kapanan cephenin yerine, bir ya da iki cephe açmakta maharetli olacaktır.

Demek ki, en genel anlamı ile savaş sürecektir demek mümkündür.

8

Trump ve Putin görüşmesi, aslında ABD tarafından deklare edilmiş olan, SSCB sonrası sürecin ana vurgusu hâline getirilmiş olan, “tek kutuplu dünya” hâlinin fiiliyatta sonlanmakta olduğunun ağır ağır kabul edilmesi demektir. Bu, Rusya ve Çin tarafının dile getirdiği, “çok kutuplu” dünya hâlinin hemen kabul edileceği anlamına hiç gelmez. Tersine, başlıca emperyalist güçler, ABD, Almanya, Japonya, İngiltere, Fransa ve İtalya, bunu kabul etmekten oldukça uzaktırlar. Bu nedenle savaş politikalarının sona erdiğini söylemek mümkün değildir.

Bu açıdan elimize ulaşan ilk görüntülere bakarak sonucu varmak doğru değildir. İçinden geçtiğimiz bu dönem, her düşünce için, kolayca kanıt niyetine veriler bulunulabileceği bir dönemdir. Bu nedenle, bütüne, resmin tümüne bakmak gerekir. Ve yine, elbette, savaşı sona erdirecek gerçek gücün, işçi sınıfı, dünya proletaryası olduğunu akılda tutmak gerekir.

 

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz