“Yağma-rant-savaş ekonomisi”, “içeride-dışarıda savaş politikası” ve kitlesel direniş

Aslında başlıktaki, tırnak içine alınmış iki vurgu, Saray Rejimi olarak özetlenebilir. İlk satır, “yağma-rant-savaş ekonomisi”, aslında egemenin ekonomik politikalarını ifade ediyor. İkinci satır, “içeride ve dışarıda savaş politikası” ise, egemenin, bugünkü siyasal politikalarını (askerî politikalar da içinde) ifade etmektedir.

Şükür, bugünlerde, geniş bir kesim Saray Rejimi kavramını kullanmaya başladı. Doğrusu önemlidir. Ama yine de bunun, Saray Rejiminin içeriği üzerinde de durmalıyız. Hele bugünlerde. Çünkü kavramların doğru kullanılması önemli görünüyor. Egemen, sınıf savaşımında işçi sınıfını silahsız bırakmak için, işçi sınıfından yana olan okur yazar kitlenin aklını karıştırmak için, kavramlara özellikle saldırıyor. Bu nedenle, kavramları, işçi sınıfının mücadelesi açısından ele alarak yerine oturtmak büyük bir öneme sahiptir. Belki de Kaldıraç, bir dergi olarak, kavramların iğdiş edilmesine karşı bir çeşit hatırlatma yapmak adına, her sayısında, bir kavramı işleyebilir. Mesela, “demokratik kitle örgütü” yerine kullanılan “sivil toplum kuruluşları” tam da işçi sınıfının ve direnenlerin mücadelesine yön vermek üzere uydurulmuş, Batı “think tank” kurumları ya da aradaki resmiyeti bir yana bırakalım, küresel sermayenin savunucuları tarafından uydurulmuş bir kavramdır. İşçi sınıfının burjuva egemene karşı mücadelesi açısından bu çalışma çok yerinde olur kanısındayız. Birçok entelektüel, sanırım bu konuda destek verebilir.

Saray Rejiminin içeriği üzerine durmalıyız. Öyle mevcut iktidara, mevcut devlet örgütlenmesine “kötü” demek için geliştirilmiş bir kavram değildir Saray Rejimi. Zaten burjuva devlet denildi mi, bu yeterince “kötü”dür. Dahası, 12 Eylül’ü yaşamış bir ülke olarak, 2017 ile başlayan Saray Rejimi örgütlenmesinin öncesine “demokrasi” diyecek değiliz. Demek ki Saray Rejimi, “demokrasinin olmaması” ile sınırlı değildir.

Hemen bizim liberallerin damarına bastığımızı anlıyorum. Onları çok umursamıyoruz. Ama şu “okur yazar takımı” (OYT) bizim umurumuzda, onların telâşlanmasını seyreder gibiyiz. OYT, bir şey yapmamanın “lüksünü” ve sadece seçimlerde oy kullanmakla yetinmenin korkaklığını sürdürmek için, “demokrasi” meselesine çok sarılıyor.

İyi ama, artık, dünyanın hangi ülkesinde demokrasiden söz edeceksiniz? ABD’de var mı? Trump veya Biden arasında seçim yapan Amerikalı için demokrasi mi var? İngiltere, sizce demokrasinin söz edilebileceği bir ülke mi? Peki öyle ise, olağanüstü yasalar ne işe yarıyor? Starmer, sizce Erdoğan’dan farklı mı? Ya Merz, Almanya’nın demokratı mı? Rothschild bankerliğinden Fransa’nın başına geçen Macron mu demokrat? Bu ülkelerdeki uygulamaları saymaya gerek yok. Bizim Batı hayranı OYT için, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, demokrasinin olmadığı bir ülke, onu muhtemelen Çin ve Rusya izleyecektir. Oysa Kuzey Kore ile karşılaştırılırsa Amerikan demokrasisinin kanlı bir iktidar olduğu, tarihinin her döneminde ortaya konulabilir.

Burjuva devlet, bir burjuva diktatörlüktür. Demek ki, en iyisi de bir diktatörlüktür ama bugünlerde o en iyisinin görüntüleri ortada yoktur. Çoktan yoktur da, bugünlerde bu durum, herkes için aşikâr olmalıdır. Kafasını Batı değerleri ile kirletmemiş birisi için bu açık olmalıdır.

AK Parti öncesinde de demokrasi yoktu. Burjuva anlamda bile. AK Partinin bir dönemi, o minvalde, 12 Eylül rejiminin devamı olarak sürmüştür. Ama 2017’de, “Allahın bir lütfu” olarak değerlendirilen 2016 darbe oyununun sonrasında, Saray Rejimi oturtulmaya başlanmıştır.

Saray Rejimi, TC devletinin olağanüstü örgütlenmesidir. Burada sadece çeteler yoktur. Saray Rejimi, üç etken altında oluşmuştur. Birincisi Kürt devrimidir. Onu bastırmak için olağanüstü yöntemler 40 yıldır uygulanmaktadır. Buna rağmen Kürt devriminin sistemi çözücü etkisi durdurulamamıştır ve Saray Rejimi bu amaçla devreye sokulmuştur. Sadece Kürt devriminin etkileri değildir Saray Rejimini koşullayan. Gezi ile başlayan, “kimyamızı bozdu” dedikleri süreç, direniş süreci, ikinci bir etkendir. Devlet örgütlenmesini çözücüdür. Ve üçüncüsü, emperyalist güçler arasında SSCB çözüldükten sonra hızlanan paylaşım savaşımıdır. Bu paylaşım savaşı, sadece ülkemizin dışında, çevresinde bir etken olarak ele alınmamalıdır. Bu aynı zamanda içeride de etkili bir süreçtir. NATO mekanizması ile tüm emperyalist Batı’nın sömürgesi olan TC devleti, bu emperyalist güçlerin kendi konumlarını güçlendirme girişimlerine sahne olmuştur, hâlâ da olmaktadır. Ülkemizdeki çeteleşmenin bununla, emperyalist Batı güçlerinin kendi etki alanlarını oluşturma istekleri ile bağı görülmelidir.

TC devletini olağanüstü örgütlemeye iten bu süreçlerdir. Bir devlet, olağan yöntemlerle yönetemiyorsa, kendini, egemenin egemenliğini sürdürmek için, olağanüstü tarzda örgütler. Saray Rejimi budur.

Saray Rejiminde, parlamentonun bir önemi yoktur. 2016 darbe oyununda parlamento bombalanmıştır. Saray Rejimi ise parlamentoyu ortadan kaldırmış, göstermelik bir kuruma indirmiştir.

Bununla kalmaz, kalmamıştır. Siyasal partiler, burjuva siyasal partiler, parti olmaktan çıkmıştır. AK Parti diye bir parti yoktur. Tabelasında AK Parti yazmaktadır ama sistem açısından bu partilerin önemi yoktur. MHP diye bir parti yoktur. Bunların her biri, birer çete yapılanması hâline gelmiştir, gelmektedir.

Yargı, tümü ile Saray’ın bir uzantısıdır. Bir anlamda kolluk kuvvetlerinin uzantısıdır, içindedir. Başka türlü bir yolla, iç savaş hukuku uygulanamazdı. Bugün iç savaş hukuku uygulanmaktadır.

Saray Rejimi, devlet terörünün öne çıktığı, şiddet ile egemenliğin sürdürülmeye çalışıldığı bir rejimdir. Birçok “padişahlık” uygulamasında şiddet bu denli öne çıkmamıştır, çıkmayabilir. Çünkü feodal dönemde de devletin ideolojik aygıtları rıza üretmek için var olurlar.

Saray Rejiminde basın, devletin ideolojik aygıtları için dizayn edilmiştir. Troller, bu açıdan son derece etkilidir. Basın, devletin tüm ideolojik aygıtları, şiddeti beslemekte, ona göre hareket etmekte ve katıksız bir karanlık üretme merkezleri olarak iş görmektedir. ABD basınında da bu hâl ortaya çıkmıştır. Zaten tekellerin kontrolündeki basın, elbette “hür basın” olarak alkışlanamaz. Ama bugün, öylesine yalanlar ortaya atılmaktadır ki, ömürleri bazan birkaç gün, bazan birkaç saat sürse de bu karanlık üretme sürecinden vazgeçmemektedirler. Hitler döneminin uygulamaları, bunların bugün ortaya koyduğu pratik karşısında “naif” kalır. Avrupa’nın üç büyük ülkesinin liderleri, trende kokain çekerken görüntülendiği hâlde, bunu Rus propagandası olarak nitelemişlerdir. Macron, uçak çıkışında eşi tarafından tokatlandığında, bu görüntüleri de Rus propagandası olarak nitelemekten çekinmemişlerdir. Macron, Fransa’daki seçim sonuçlarını görmezden gelmiştir. NATO üyesi hiçbir ülkede demokrasiden söz edilemez, dün de edilemezdi, bugün hiç edilemez. Bugün, dünden farklı olarak tüm devlet mekanizmaları, tüm iğrenç dişlileri ile ortaya çıkmaktadır. Gerçek anlamı ile tekeller dünyasının burjuva devleti, kendini açık olarak ortaya koymaktadır. Biz buna, dünden beri, uzun süredir, tekelci polis devleti diyoruz. Bugün çok daha açıktır.

“Tek adam diktatörlüğü” demek, aslında devlet denilen şeyin ne olduğunu unutturmak demektir. Devlet, her zaman bir sınıfın egemenliğidir. Bunun “tek adam diktatörlüğü” olarak adlandırılması, o “tek adamı” kötüler gibi yapıp, aslında devleti kurtarma girişimidir. Yani, tüm “kötülüklerin” kaynağı devlet değil de bir kişidir demek anlamına gelir.

Arada bir, “Saray iktidarı” denilmesi de hatalıdır. Biliniyor, devlet denilen makina içinde kalıcı unsurlar vardır ama buna rağmen, seçimlerle iktidar oluşur. İktidar ve muhalefet kavramları, aslında devlet denilen organizmanın bizzat içindedir. “Saray iktidarı” denildi mi, aslında devlet değil de, bugün yönetenler hakkında konuşuyor oluruz. Bu durumda “devlet” temize çıkar ve Saray kötülenmiş olur. Doğru değildir. Kılıçdaroğlu tarzına uygundur. Ne zaman devlet tehlikeye girdi diye düşünse, “devletle konuştum, bunlar kötü” demek için bir yol bulur. Devleti kurtarıp, devletin içindeki kötüleri suçlamak, böylece kitlelerdeki öfkeyi devlete, sisteme değil de, bir gruba, bir kişiye yöneltmek girişimidir bu. Bu ister bilerek yapılsın, ister bilmeyerek.

Oysa bugün, farklı bir siyasal rejim vardır. Bu farklı siyasal rejim, aslında devletin olağanüstü örgütlenmesidir. Mesele “iktidar” değildir. Saray, bizzat devlettir, yeni rejimdir. Bu rejimde parlamento, yargı, basın, kolluk kuvvetleri, siyasal partiler farklı tarzda konumlanmıştır.

Ülkemize dönelim.

Bu koşullarda seçim ne demektir? 2015 yılından başlayarak, ülkemizde seçim sonuçları, referandum sonuçları vb. hilelidir. Yani, ülkemizde seçim göstermeliktir. Bu, geniş kesimlerin de ortak bilincidir. Kanıt mı, son birkaç seçimde sandıkların denetlenmesi için ortaya çıkan eğilim, bunun kanıtıdır. Buna rağmen hırsız her zaman hileyi yapabilmektedir.

Şimdi, bir soru ortaya çıkıyor: Erdoğan’ın seçilmiş olduğunu nasıl kabul edebilirsiniz? Siz, kim olursanız olun, bu sonuçları kabul edip, seçimleri meşru kabul ettiniz mi, bu Saray Rejiminin, bilerek ya da bilmeyerek aklayıcısı oluyorsunuz demektir. Seçimler meşru değildir. Erdoğan meşru seçilmiş bir kişi değildir. Kaldı ki, Saray Rejimi, Erdoğan ile sınırlı bir devlet örgütlenmesi değildir. Erdoğan, bir çeşit kukladır.

Ülkemizde burjuva egemenler kimlerdir? Egemen, elbette sadece ülke içindeki burjuvalardan, tekellerden, banka ve sanayi sermayesinden ibaret değildir. Onlar da içinde, emperyalist Batı, ülkemizdeki egemenlerin bir parçasıdır. Ülkemizdeki sanayi ve banka sermayesi, zaten karakteri gereği, bu uluslararası tekellerin uzantısıdır. Türkiye’nin sömürge olduğunu kabul etmek, bizim Batı değerleri ile yıkanmış OYT için oldukça zordur. Ama gerçek böyledir, sen kabul etmesen de o orada durur. Ülkemizin birçok “aydın”ı, kafasını kuma gömen devekuşu gibidir, onlardan farkları, bunlar kafalarını dolarlara gömmektedir ve önemli bir bölümü, bize demokrasi diye bu egemenliği yutturmak istemektedir.

Anlamak için istatistik bilimini devreye sokmak yerinde olur. TÜİK, Saray Rejiminin nasıl bilimi çarpıttığının kanıtıdır. Her rakamları yalanlarını beslemek içindir. Arada bazı rakamlar onların denetimini aşarak kamuoyuna yansımaktadır. Bankalarda bulunan mevduatın, 1 milyon TL ve üzerinde olanların sayısı 2.2 milyon kişidir. Bunlar, toplam mevduatın %80’ine sahiptir. 10 bin TL altında mevduatı olanların sayısı 166 milyon kişiyi geçmektedir ve bunların mevduattaki payı binde 62’dir (%0,62). 10 bin TL ile 1 milyonun altında mevduatı olanların payı ise, %19,38’dir. Bu rakamlar da eksiktir. Çünkü birincisi, bankalardaki para dışında evinde parasını tutanlar vardır ve bunlar, üst kesimlere aittir. Bunun ne kadarı kara paradır bilmemiz zor ama yüksek olduğunu biliyoruz. TC devleti, çeşitli uygulamalarla bu kara paranın sisteme girişini teşvik etmektedir. Nereden buldun sorusu sorulmadan milyonlarca dolar bankalara yatırılabilmekte, sonra da çekilmektedir.

Saray Rejiminin ekonomi politikası, “yağma, rant ve savaş ekonomisi” olarak özetlenebilir.

Burada bazı sol kesimler, “yağma ve rant ekonomisi” demekle yetinmektedir ki, bu hatalıdır. Savaş ekonomisi olmadan, sadece ekonomik durumu açıklamak mümkün olmaktan çıkmıyor, aynı zamanda içeride ve dışarıda savaş politikasını da anlamak mümkün olmaktan çıkıyor.

Bu “yağma, rant ve savaş ekonomisi”, sadece ülke içindeki tekellerle sınırlı bir politika değildir. Sadece “beşli çete”den söz etmek, işi anlamak için yeterli olmaz. Kârına kâr katan holdingler, bu dönemin ürünüdür. Kârlılık rekorları kıran bankalar bu dönemin ürünüdür.

Ciddi ölçüde devlet, işçi ve emekçilerden zenginlere para transfer etmektedir. Bu para transferinin içinde Saray’ın payı vardır. Ve bu sadece beşli çetelerle sınırlı değildir. Tersine, tüm büyük şirketlerle bağlantılıdır. Bir bölümünün vergileri silinmekte, bir bölümünün ise vergileri daha ortaya çıkmadan yok edilmektedir. Buna karşılık il il, ilçe ilçe, sokak sokak vergi cezaları yazılarak, esnaf ve küçük üreticilerin yıkımı yaşanmaktadır. Vergi, esas olarak işçi ve emekçilerden toplanmaktadır.

Bir kere daha sendikalara sesleniyoruz, sendikalar, ücretlerin brüt olarak işçinin eline verilmesini savunmalıdır. İşçiler, maaşla yaşayanlar, vergi kesintileri yerine, kendileri brüt ücretlerini aldıktan sonra vergi vermelidir. İşverenlere tanınan bu hak, tüm vatandaşlara tanınmalıdır. İşçiler SGK ödemelerini, vergilerini maaşlarını aldıktan sonra gidip kendileri yatırsınlar. Mülk sahiplerine, ev sahiplerine, holdinglere tanınan bu hak, tüm çalışanlara tanınmalıdır.

Saray Rejimi, toplanan tüm vergileri, sınır tanımaz bir biçimde işadamlarına, kapitalistlere aktarmaktadır. Savaş sanayii de bunun çok önemli bir parçasıdır. Bu nedenle, Saray Rejiminin ekonomi politikası, artan harç ve haraçlar, artan vergiler olarak ortaya çıkmaktadır.

Son hileli seçimlerle yeniden, hakkı olmadığı hâlde, Kılıçdaroğlu eli ile Cumhurbaşkanlığını kazandığı ilan edilen Erdoğan, Saray Rejimi için daha fazla kukla olmaya başlarken, Saray Rejimi, iki alanda değişikliğe gitti. Bu elbette egemenlerin planıdır (uluslararası sermaye ve onların yerli uzantılarının).

İlk değişiklik, ekonominin, alacaklılardan oluşan uluslararası konsorsiyuma devredilmesidir. Yani, ülkeden alacaklı olan uluslararası sermaye, kendi alacaklarını teminat altına almak, süt veren ineği öldürmeden kontrollü olarak yaşamasına izin vermek üzere, bir çeşit Düyûn-ı Umûmiye oluşturmuştur. Bu oluşuma yasal bir destek olarak IMF ile gizli bir anlaşma yapılmıştır. Mehmet Şimşek, Erdoğan’ın kadrosu değildir, bu konsorsiyumun kadrosu, memurudur. Zaten bazı konuşmalarında “yerli halkı ikna etmek” gibi sözler kullanarak bunu açığa vurmaktan da geri durmamaktadır.

Bu anlaşmanın, 2025 yılının sonunda veya 2026’nın mart ayında biteceği sanılmaktadır. Bu konudaki bilgimiz, elbette anlaşma tarihini bilmiyor olmamıza rağmen, ortaya çıkan bazı uygulamalardandır. ABD’de, TV kanallarında verilen reklamlar var. Bu reklamlarda, 1 milyon ve üzeri doları olanların, Türkiye’de parayı faize yatırarak %16,4 faiz alacakları garantisi verilmektedir. Bu nedenle dolar kuru, baskı altına alınmaktadır. Şimşek, açıkça gelen yüz milyonlarca dolara, yıl sonuna kadar çıkış kur garantisi vermektedir. Aslında bu konuda TC devleti ile bu fonların yaptığı anlaşmaların süresi elimizde olsa, bu tarihi bilmemiz mümkündür. Ama bunu bilmiyoruz. Bildiğimiz, IMF anlaşmalarının 2 veya 3 yıl süreli olduğudur. Bu üç yıl, eğer IMF anlaşması Ocak 2023’te yapılmış ise, Aralık 2025’te dolmaktadır. Yok anlaşma Mart 2023’te yapılmış ise bu süre, Şubat 2026’da dolmaktadır. Bildiğimiz, Erdoğan ile bu anlaşma, seçimlerden önce yapılmıştır ve bu Mayıs 2023 öncesi demektir (yani anlaşma 1 Mayıs 2023’ten önce yapılmış olmalıdır). Demek oluyor ki, eğer bu anlaşma uzatılmazsa, yeni bir anlaşma devreye sokulmazsa, dolar kurunu baskılama süresi bu tarihlerde dolacaktır. Yaşayıp göreceğiz.

İkinci değişiklik, Kaldıraç okurları hatırlayacaktır, bir gizli savaş kabinesi kurulmuştur (Sanırım biz bu iki değişikliği, Haziran 2023’te yazdık). Bu savaş kabinesi, içeride ve dışarıda savaş politikasının gereğidir. TC devletinin, “iç cepheyi güçlendirmek”, bugünlerde “terörsüz Türkiye” tarzındaki vurguları, bu içeride ve dışarıda savaş politikasının ifadeleridir. Ortadoğu’da savaşın değişik hâllerini hep birlikte gördük ve görüyoruz. Suriye sürecini biliyoruz. İran’a karşı savaş hazırlıkları ise, İsrail eli ile ABD’nin son saldırısı sonrasında netleşmektedir. Yukarıda Azerbaycan ve Ermenistan’da ortaya çıkan gelişmeler, İran Türkiye sınırından mayınların temizlenmesi, bu hazırlıkların parçasıdır. Öyle görünmektedir. İran’a fiilî olarak kara harekâtı planlanmaktadır. Ve bu açıdan, NATO politikalarına da uygun olarak savaş sanayiine yapılan yatırımlar, bu sürecin bir parçasıdır.

Şimdi, bir erken seçimden söz edilmektedir. Bunun zamanı üzerine tartışmalar, çok anlamlı değildir. Değildir, çünkü normal şartlarda erken seçim, daha 2023 Mayıs ayında gündeme düşmüştür. CHP, yerel seçimlerde, hileli seçim olan 2023 Mayıs seçimlerinin ardından ortaya çıkan yerel seçimlerdeki durum nedeniyle, hemen erken seçim ilan etmeliydi. Seçimlerin meşru olmadığını ilan etmeliydi. Bugün CHP bir erken seçim tarihi üzerine tartışmaktadır. Bu tarihi, 2 Kasım 2025 olarak ortaya koymuştur. Bu tarih de, konsorsiyumun çalışma döneminin bitişi hakkında bir fikir vermektedir.

Çok ciddi bir oy toplamış olan İmamoğlu’nun hapsedilmesi, aslında seçimler için bir hazırlık ile sınırlı bir tutum değildir. Elbette bir ucu odur. Ama esas olan, “iç cephenin güçlendirilmesi” siyasetidir. Hiçbir muhalefet istemiyorlar ve NATO tedrisatından henüz geçmemiş olduğunu varsayabileceğimiz İmamoğlu ve Özel ikilisinin kontrol altına alınması onlar için önemlidir.

Gerçekte seçimin olup olmayacağı dahi belli değildir.

İktidar, bir seçim isteyecekse, elbette bunun için kararı kendisi verecektir. Bunun dışında bir seçim olanağı, ancak Saray’ın yolunu tutmuş kitlesel tepki ile olanaklıdır.

İktidarın seçim koşulları bellidir. Birincisi, Erdoğan’ın yeniden aday olabilmesi. Bunun için CHP, bir noktaya gelmiştir. “Seçimde karşıma çık” vurguları, aslında Erdoğan’ın yeniden seçilme hakkını tanımanın bir yoludur. Ama iktidar için önemli olan ekonomik açıdan bir rahatlamanın ortaya çıkması durumudur. Bu ise, oldukça uzak bir hâldir. Zira kriz, uluslararası krizle de birleşmiştir. Öyle anlaşılıyor, uluslararası alacaklılar, bu alacaklarına karşılık, ülkenin tüm yeraltı zenginliklerini istemektedir. Bu nedenle, sonradan ağaç kesme ile uğraşmamak için, tüm ormanları yakmaktadırlar. Bu bizzat Saray tarafından yerine getirilmektedir. Yangınlar, bunun en açık kanıtıdır. Devletin bu konudaki tutumu, tartışmaya yer bırakmayacak netliktedir. Bu elbette “yağma, rant ve savaş ekonomisi”ne uygundur. Üçüncü nokta ise, savaşın gidişatıdır. Savaş, bu seçimlerden önce olacaktır ve savaş sonunda bir zafer havası ortaya çıkarsa, işte o zaman Saray’ın (siz bunu devletin diye okuyun) eli rahatlayacaktır. Bu üç koşuldan sadece ilki, Erdoğan’ın aday olabilmesinin kabulü gerçekleşme olanağına sahiptir. Ekonomik krizin çözülmesi, TC devletinin boyunu aşmaktadır. Savaşın ise, nasıl gelişeceği belirsizdir. Savaş, tüm bölgeyi sarmıştır, daha da saracaktır. Savaş, sadece İran’ın yıkımı demek olmayacaktır, tüm bölgenin yıkımı demek olacaktır. Eğer İran’ın baskı ile ABD’nin isteklerini, ki bu istekler sınırsızdır, kabul edeceği bir durum ortaya çıkmazsa, İran’a saldıran güçlerin de büyük yaralar alacağını düşünmek mümkündür.

Tüm bu süreç, egemenlerin cephesinden böyledir.

Ama işçi sınıfı ve emekçiler açısından durum farklıdır.

İşçi sınıfı, kadınlar ve gençlerin direnişi sürmektedir. Bu direnişin gelişimi, devletin tüm baskısına, terörüne rağmen sürmektedir. TC devleti, her eyleme saldırmaktan geri durmamaktadır. Hapishaneler doldurulmuştur. Ama buna rağmen direniş sürmektedir. Devlet, uzun süredir, sürekli olarak grevleri “ertelemektedir.” Ama bu “erteleme”, gerçek bir yasak hâline gelmiştir.

Sendikalar, bu açıdan bir yeni sürecin eşiğindedir. Bir yandan, gelişen öfke sendika mafyasının denetimini dağıtabilme olanaklarına sahiptir. Bunun normal sendika seçimleri ile gerçekleşmesi zordur, zaman alacaktır. Ama, kitlesel direniş, sendikaların, sendikalı işçiler de dâhil, dışında gelişmektedir.

Sendikacılık daha da fazla sorgulanacaktır.

Fiilî olarak grevsiz sendika, grevsiz toplu sözleşme hâli tüm işçi sınıfını kapsar hâle gelmiştir. Artık, devletin, Saray Rejiminin yasaklarını dinleyerek sendikacılık yapılamaz. Dün, memur sendikalarında bir gerçeklik olan “grevsiz ve toplu sözleşmesiz sendika hakkı”, bugün tüm sendikalar için fiilî bir gerçek hâline gelmiştir. Bu ucube sendikacılık, bu hâli ile sürdürülebilir değildir.

İşçi sınıfının ekonomik ve sosyal talepleri, sendikalar aracılığı ile savunulamaz hâldedir ve bu her işçi için artık bir gerçeklik hâline gelmiştir, gelmektedir.

Grevsiz sendika ucubesi, şimdi daha net anlaşılmaktadır.

Şimdi, devletçi sendikacılık diye bir şeyin, işçi sınıfının günlük ve uzun vadeli çıkarlarına ters olduğu gün gibi açık hâle gelmektedir.

Bu durumda, işçi sınıfının direnişinin devam edeceği, bu direnişin, parça parça ve birbirinden uzak bir biçimde süreceği açık hâldedir.

İşte bu noktada, “genel grev ve genel direniş” sloganı, en geri konumdaki işçi için bile bir anlam ifade eder hâle gelmektedir.

Yerinde ve açıcı bir tespittir: Fikirler, toplumsal hareketin hafızasına düşmeye başladı mı, onların filiz vermesi, ancak zaman sorunu demektir. “Tüm yollar Saray’a çıkar ve işçi birlikleri Saray’ı yıkar” artık mayalanmaktadır. “Genel Grev ve Genel Direniş” fikri mayalanmaktadır. Ve Birleşik Emek Cephesi, bir siyasal adım olarak mayalanmaktadır.

İşte işçi sınıfının, direniş hareketlerinin gündemi buradadır. Bu elbette, örgütlenme demektir. Ve bugün, işçi sınıfı, kadın direnişi, öğrenci gençliğin direnişi ne kadar örgütlülük açısından zayıf olursa olsun, bu zayıflığı yenecek potansiyele de sahiptir. Bu nedenle, işçi sınıfının gündeminde seçim yoktur. İşçi sınıfının gündeminde ayağa kalkma, örgütlenme, birleşik bir devrimci güç olma görevi vardır. Gündemi de budur.

Saray Rejimini yıkacak olan güç, işçi sınıfının öncülüğünde kitlesel direniştir. Devrimci hareket için, her bir devrimci için gündem bunu gerçekleştirmek için yapılacak olanlardır. İşçi sınıfının ve gençliğin devrimci enerjisi, işte bu hatta, devrimin gerçek gündemine kanalize edilmelidir.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz