“Kadınların kamu hizmetine, milislere, siyasi hayata çekilmediği, budalalaştırıcı ev ve mutfak ortamlarından kopartılmadığı sürece, gerçek özgürlüğü garanti altına almak, bırakın sosyalizmi, demokrasiyi bile inşa etmek imkânsız olacak.”[2]
Şuna sanırım kimse itiraz etmeyecektir: 19. yüzyılda kadınların (binlerce yıllık esaret zincirinden) topyekûn kurtuluşuna ilişkin en net ve kapsamlı yaklaşım, Marx ile Engels’ten gelmişti.
Başlangıç: Marx ve Engels’in gösterdiği yol
Kısaca hatırlayalım: 19. yüzyıl başlarında üretimde buhar gücüyle çalışan makinelerin devreye girmesiyle birlikte üretim faaliyetleri hemen tümüyle hane dışına (atölye ve fabrikalar) taşınmasının yanı sıra, kadınların (ve de çocukların) ilk kez yığınsal olarak hane dışı üretime katılmasının da önü açılmıştı. İnce ve esnek parmakların dokuma makinelerindeki mahareti, uysallıkları, daha düşük ücretlere ve daha uzun çalışma saatlerine razı oluşları… özetle emeklerini daha yoğun bir sömürüye tâbi kılmaları, patronların yığınsal olarak kadın (ve çocuk) işçi çalıştırmayı yeğlemelerine neden oluyordu.
Marx ile Engels, çeşitli yapıtlarında kadın ve çocuk emeği üzerindeki yoğun sömürüyü sert bir dille eleştirirken, kimi sol çağdaşları (örneğin Pierre Joseph Proudhon) gibi kadınların çalışmaması gereğini va’zetmez, tersine, toplumsal üretime katılmanın kadınlar açısından taşıdığı özgürleştirici potansiyele dikkat çekerler.
Ancak toplumsal üretime katılmak, Marx ile Engels’e göre tek başına kadınların kurtuluşuna yol açmamaktadır. Onlar, kadın özgürlüğünün ancak işçi sınıfının öncülüğünde bir sosyal devrimle gerçekleşebileceğini ilk telaffuz edenler olmuştur. Marx ve Engels’e göre kadınların kurtuluşunun yalnız çalışma yoluyla elde edecekleri bağımsız bir gelirle değil, onları çocukların eğitiminin kamu tarafından üstlenilmesi, çocuk bakımının, yemek pişirmenin vb. komünal olarak gerçekleştirilen bir faaliyete dönüşmesi, ve en önemlisi, verasetin (fiiliyatta mal-mülkün babadan oğula devredilmesi) ilga edilmesiyle birlikte burjuva ailenin lağvedilmesi ile mümkün olacaktır.
Bir başka deyişle, sosyalizmin kadın kurtuluşu perspektifi, (Fourrier ve Owen gibi ütopik sosyalistlerin de katkısıyla) Marx ile Engels tarafından biçimlendirilmiştir, diyebiliriz.
Ancak Karl Marx ile Friedrich Engels’in kadınların kurtuluşu konusunda şu ya da bu fikirleri ileri sürmüş olmaları, onların görüşlerinin dönemin tüm sol düşünürleri, sosyalistleri, hatta Marksistleri arasında kabul edilip benimsendiği anlamına gelmiyor.
En çarpıcı örnek, “Anarşizmin Babası” olarak anılan P. J. Proudhon: Proudhon’a göre, kadının tek rolü, “çocuk doğurmak ve bakım işleri”dir. Evlilik Kateşizmi başlıklı yapıtında, kadının rolünün “ev işleri, çocukların yetiştirilmesi, genç kızların yargıçlar gözetiminde eğitimi ve hayır işleriyle” sınırlı olması gerektiğini vurgular. “Son madde, onun evin dışındaki dünyayla olan tek olası bağlantısıydı. O, ‘kaçınılmaz olarak ve hukuken herhangi bir siyasi, idarî, doktrinal, sanayi liderliğinden, her türlü askerî eylemden dışlanmıştır.’”[3]
Ancak Proudhon, işçi hareketi saflarındaki tek “kadın düşmanı” değildir. Alman işçi hareketi önderlerinden Ferdinand Lasalle da kadınların oy hakkı mücadelesine sert bir dille karşı çıkarken, erkek işçileri kadınların sanayide çalıştırılmasına karşı greve çağırıyordu.[4]
Daha az bilineni ise, Karl Marx’ın I. Enternasyonal’in 19 Eylül 1871 tarihli Londra konferansına sunduğu, “kadın işçiler arasında kadın seksiyonlarının oluşturulması”nı öngören 3 no.lu önergenin karşılaştığı tepkilerdir. Önerge sonunda oybirliğiyle kabul edilmiş olsa da, hararetli itiraz ve tartışmalara yol açmıştı. Örneğin İspanyol anarşist Anselmo Lorenzo, kadın istihdamının yoğun olduğu sektörlerde işçi seksiyonlarının kurulmasına sıcak bakmakla beraber, kadın örgütlerinin Enternasyonal’e dâhil edilmesini kabul edemeyeceğini vurgulamış, Belçikalı Eugène Steens tek-cinsiyetli seksiyonların sadece hiçbir erkek işçinin çalışmadığı meslek örgütleri için kabul edilebilir olduğunu öne sürmüştür. Bir başka Belçikalı, César de Paepe ise, önerinin “bir çeşit ‘uluslararası kadın derneği’ne yol açmasına ilişkin kaygılarını dile getirmiştir. “Tartışma bir ve aynı soru etrafında dönüyordu: Enternasyonal yalnızca sınıf mücadelesi temelinde mi örgütlenmeliydi, yoksa kadınların özgül taleplerine açık olup onların mücadelesini işçi hareketine dahil mi etmeliydi?”[5]
Bu kısa örnekler dahi, “kadınların kurtuluşu” perspektifinin, 19. yüzyıl işçi hareket(ler)i açısından “kendiliğinden” bir ön-kabul olmadığını, sosyalist harekete mal edilmesinin Marx ile Engels gibi ideologların ve tabii Marksist kadınların yoğun uğraşlarını gerektirdiğini gösterir. Doğrudur, ezilenlerin, sömürülenlerin sınıf mücadeleleri, tarih boyunca kadınlara mücadele ettikleri egemen sistemden daha geniş özgürlük alanları açma hedefini barındırırlar; ancak bunun “tam ve topyekûn kurtuluş” perspektifine erişmesi için Marx, Engels ve (özellikle kadın) Marksistleri beklemek gerekecekti…
Ekim Devrimi ve kadınlar: Devrimden önce
“Kadının Kurtuluşu” perspektifinin kuramsal köklerini Marx ile Engels’e borçluysak eğer, bunu ilk kez ete-kemiğe büründüren ve kısa bir süreliğine de olsa Lenin ve Bolşevik kadınlar eliyle hayata geçiren, 1917 Ekim Devrimi olmuştur.
Ekim Devrimi’nin kadınların özgürlüğü açısından tarihsel önemini, getirilerini çağdaşı Batı toplumlarında ve Çarlık Rusyası’nın son yıllarında kadınların durumu mihengine vurarak kavrayabiliriz.
1910’lu yıllarda Batılı kapitalist ülkelerde kadınlar seçilme bir yana, seçme hakkından yoksun, pek çok mesleğe ve eğitim branşlarına erişimleri engelli, mülk edinme, yolculuk yapma, çalışma hakları sınırlı, toplumsal varoluşları kocalarına tâbi yarı-kişiler olarak sürdürmekteydi varlıklarını. Örneğin, “1900’de, beyaz Amerikalı kadınlar, erkek akrabalarının doğuştan sahip oldukları hakların pek çoğundan yoksundu. Federal seçimlerde oy kullanamıyor, silahlı çatışmalara katılamıyorlardı; pek çok eğitim kurumuna ve mesleğe giremiyor, kiliselerin çoğunda ruhban olarak görev yapamıyorlardı. Evli olmaları durumunda, kendi adlarına mülk sahibi olmaları sınırlandırılmıştı. (…) 1920’de 19. maddenin kabulüyle kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanındı. Ancak seçme- seçilme hakkı kadınların durumunda ani bir düzelmeye yol açmadı. Örneğin 1930’larda kadınlar, bu tür mesleklerin ailelerini geçindirmekle yükümlü erkeklerce yürütülmesi gerektiği gerekçesiyle, kamu okullarında öğretmenlik yapamamaktaydı.”[6]
- yüzyıl başlarında Batı Avrupa’da da durum pek farklı değildi. 1917 yılına gelindiğinde, Avrupa’da kadınların seçme ve seçilme hakkı üç ülkede yasalaşmıştı: Finlandiya (1906), Norveç (1913), Danimarka (1915).
Ekim Devrimi’nin ilk kararlarından biri, kadınlara erkeklerle eşit seçme ve seçilme hakkının tanınması oldu. Tabii, devrim coğrafyasında kadınların kazanımları seçme ve seçilme hakkından ibaret değildi.
Ama bu kazanımları daha iyi anlayabilmek için, devrim-öncesi Çarlık Rusyası’nda kadınların durumuna bir göz atmak gerekecek…
Çarlık döneminde kadınlar önce babalarının, evlendikten sonra da kocalarının kölesi durumundaydı. Kız çocukları 12 yaşına varmadan evlendirmek, yaygındı; düğün günü, gelinin babası damadına bir kırbaç hediye eder ve bu kırbaç, ölene dek çiftin yatak odasında asılı dururdu. Kadınların boşanma hakkı yoktu; kocasını terk etmeye kalkıştığında, polis marifetiyle eve geri getirilirdi. Pasaportu yoktu, kocasının pasaportuna kaydedilirdi. Mülkiyet hakkı olmadığı gibi, çocukları üzerinde hiçbir karar hakkı da yoktu.
Çarlık Rusyası’nda kadınların çalışması kocalarının iznine tâbiydi; çalıştıklarında ise alacakları ücret erkeğin ücretinin yarısına denkti. Doğum, emzirme izni bir yana, kadın işçiler genellikle gebeliklerini gizlerlerdi; tezgâh başında doğum yapıp çalışmaya devam edenlerin sayısı az değildi. Zaten doğumların yüzde 95’i herhangi bir tıbbî destekten yoksun gerçekleşiyordu; yılda ortalama 30.000 vakayla Rusya doğum sırasında anne ölümlerinde Avrupa birincisiydi…
Kadın okuryazarlığı en alt düzeylerdeydi; devrimden önceki son nüfus sayımında (1913) okuma yazma bilen kadınların oranı yüzde 17 olarak çıkmıştı; devrim öncesinde bu kadınların çoğu sürgüne gönderildiğinden, devrimin hemen sonrasında okuma-yazma bilen kadınların oranı yüzde 5’e düşmüştü.
Çarlığın Müslüman bölgelerinde kadınların durumu daha da vahimdi; 5-6 yaşındaki kız çocukları başlık parası karşılığında genellikle babaları-dedeleri yaşlarındaki erkeklere satılıyor ve tümüyle kocalarının malı hâline dönüşüyordu. Kadın kocasının ölümünün ardından, kocanın en büyük erkek kardeşinin ya da en yakın erkek akrabasının denetimine geçiyordu; bu kişi, onu kendisine saklayabileceği gibi, başkasına da satabilirdi.
Özbekistan ve Tacikistan’da kadınlar sokağa çadorun yanı sıra, yüzleri at kılından örülme bir peçeyle tümüyle kapanmış hâlde çıkabiliyorlardı.[7]
Bir başka deyişle Çarlık Rusyası, kadınlar için bir cehennemdi!
Ekim Devrimi ve kadınlar: Devrimde kadınlar
Bu nedenledir ki Rusya’da kadınlar, özellikle de işçi kadınlar ile kentli orta sınıf (meschiane) mensubu kadınlar devrimin çağrısına ânında kulak verdiler ve onun gerçekleşmesine tüm varlıklarıyla katıldılar. 1917 Şubat devrimini kadın işçiler başlattı, demek hiç de abartı olmayacaktır: “Kadınlar 1917’deki her iki devrimde de, 1905’tekinden çok daha fazla, asli rolü oynadılar,” diyor Tarık Ali. “Şubat ayaklanmasını, gerçekte kadınların işçiler ve pek çok durumda, cephedeki askerlerin eşleri olarak çifte rolleriyle dokuma sanayiinde çalışan kadınların grevi tetikledi. Metal işçilerine kendilerine katılmaları çağrısı yaptılar ve günün sonunda başkentin sokaklarında 50.000 işçi yürüyordu. Ekmek talebiyle Dumaya doğru yürüyüşe geçen ev kadınları da onlara katıldı. Günlerden, Bolşevik eylemci Konkordia Samoilova’nın 1913’te Ruslara tanıttığı ve o yıldan bu yana kutlanagelen Uluslararası Kadınlar Günü’ydü (Gregoryen takvime göre 8 Mart). Bu gün genelde birkaç kentte küçük bir kamusal olay teşkil ederdi. Kadın işçilerin başı çektiği kitlesel bir grevle kutlanması, o güne dek görülmüş şey değildi.
“Burada özel bir ironi de yok değildi. Rusya’nın kapitalistleri kadınların Rusya toplumunun en fazla tahakküm altında olan, uysal ve toplumsal açıdan geri (önceki on yılların terörist kadınlarının tersine, büyük çoğunluğunun okuryazar olmayışından kaynaklı) grubu olmakla, işgücünün en itaatkâr ve insanın başına dert açmayan üyeleri olacağını düşünmüşlerdi. Bu, yanlış bir hesaptı. Birinci Dünya Savaşı sürerken, daha fazla işgücüne olan gereksinim de devam ediyordu. Fabrikalardaki kadınların yüzdesi, kısa sürede ikiye, üçe katlandı. Putilov silah sanayii de kadın-erkek, en militan işçileri ve Bolşevik örgütçüleri üretiyordu…”[8]
Yalnız yığınsal grevlerle değil… RSDİP üyesi kadınlar, özellikle Çar’a iş gününün kısaltılması ve ücretlerin arttırılması için 150.000 imzalı dilekçeyi iletmek üzere barışçıl bir biçimde St. Petersburg’daki Çarlık sarayı önünde toplanan işçilere ateş açılmasının (Kanlı Pazar, 22 Ocak 1905) yol açtığı öfke patlamasının ve çıkan ayaklanmaların ardından kadın işçilerin örgütlenmesinin önemini daha fazla vurgular oldular. Alexandra Kollontai, Lenin’in kız kardeşleri Anna ve Maria Ulyanova, Nadejda Krupskaya, Inessa Armand 1905 ayaklanmalarından itibaren kadın işçiler arasında örgütlenme çalışmalarına verdiler kendilerini. 1905 devriminin yenilgiye uğramasının ardından başlayan sürgün yılları ise, hem Avrupa’daki sosyalist kadınlarla (özellikle Clara Zetkin ve Rosa Luxemburg) hem de süfrajet hareketiyle yakın temas kurmalarına vesile olacaktı.
RSDİP içindeki bölünmede tümü Bolşevik tarafta kalan bu kadınlar, işçi hareketinin yeniden yükseldiği 1914’te, Bolşevik saflardan da yükselen, bunun bir kaynak israfı olacağı, işçi sınıfı saflarında bölünmeye yol açacağı yollu itirazlara karşın, Lenin’in de desteğiyle Rabotnitsa (İşçi Kadın) gazetesini çıkarmaya koyulacaklar, tüm baskın ve tutuklamalara karşın, Şubat-Haziran 1914 arasında gazete yedi sayı yayınlanabilecek ve Bolşeviklerin kadın işçiler arasında kök salmasında önemli rol oynayacaktır.[9]
Bolşevik kadınlar, özellikle I. Dünya Savaşı’nda, hemen tümü ailelerinin geçimlerini sağlamak üzere fabrikaları dolduran, dondurucu soğuklarda ekmek kuyruklarında saatlerce bekleyen, her gün katlanan hayat pahalılığıyla baş etmek zorunda kalan asker eşleri arasında propaganda çalışmalarını yoğunlaştırdılar. Bolşeviklerin barış ve toprak çağrısı, kentlerde ve kırsalda, milyonlarca kadın emekçiye de çok cazip gelmişti…
Ekim Devrimi’nin ardından
Barışa ve toprağa kavuştular. 1917 Ekimi’nde Bolşeviklerin ilk kararnamesi, barış ilanı oldu. Onu, bütün toprakların halka dağıtılmasını öngören “Toprak Kararnamesi” izledi. Yıllar boyu sefil bir savaşta cepheden cepheye sürüklenen milyonlarca topraksız köylü-askerin ve işçinin en hayatî iki talebi barış ve toprak böylece karşılığını bulmuş oluyordu. Bu iki kararnamenin hemen ardından, yüzyıllardır ataerkil boyunduruk ve son on yıllarda yoğun kapitalist sömürü altında yaşayan kadınların yaşamını radikal biçimde değiştirecek kararname ve uygulamalar izledi: Lenin Bolşevik Parti programında Haziran 1917’de yaptığı değişikliklerle Parti’nin kadınların siyasal taleplerini bütünüyle desteklediğini, oy hakkı ve kızlar için her kademede parasız eğitimi için mücadele edeceğini ve onların işyeri kreşleri, emzirme izni ve ücretli doğum izni gibi taleplerini karşılayacağını ilan etmişti.
Öyle de oldu. Barış ve toprak kararnamelerini, daha devrimin ilk aylarında kadın işçilerin koşullarını düzeltecek düzenlemeler izledi. Kadın emekçiler işyerlerinde toplumsal ve siyasal faaliyetlere doğrudan katılabilecek, bu yoldaki tüm engeller kaldırılacaktı. Aralık 1917’de analık ve sağlık sigortasına ilişkin yeni bir tüzük yayınlandı; hem kadın işçiler hem de erkek işçilerin eşleri, ücretlerden herhangi bir kesinti olmaksızın sigorta kapsamına alındı.
Devrimin ardından Kollontai sosyal hizmetler komiseri olmuştu; görevi süresince kadınları erkeklerle eşit haklı yurttaşlar olarak tanıyan pek çok yasal düzenleme gerçekleştirildi. Devrimden yalnızca altı hafta sonra sivil evlilik kabul edilmiş, yeni yurttaşlık yasasıyla karı ile koca eşit yasal statüyle donatılmıştı. Meşru ve gayrımeşru çocuk ayrımı kaldırıldı; boşanma işlemleri kolaylaştırıldı, eşcinsellik suç olmaktan çıkartıldı.[10] Evli çiftin kadının ya da erkeğin soyadını seçmekte[11] ya da iki soyadını birden kullanmakta serbest olduğu kabul edildi. Reşit olan her yurttaş, soyadını değiştirebilecekti.[12] Hastanelerde yapılmak kaydıyla kürtaj, serbest bırakıldı (Yıl 1920. Böylelikle Sovyetler Birliği dünyada kürtajı yasallaştıran ilk ülke oldu!).[13]
Ocak 1918’de gebe ve emzikli kadınlara yardımcı olmak üzere “annelerin ve gençlerin korunması” için özel bir departman oluşturuldu: Bu departman doğum öncesi ve sonrasında anneye 16 haftalık ücretli izin hakkı tanıyan, hamile ve yeni doğum yapmış kadınların ağır işlerde çalıştırılmasını, görev yerinin değiştirilmesi ya da işten çıkartılmasını, gece işinde çalıştırılmasını yasaklayan, emzikli kadınların çalışma süresini için haftada dört güne indiren ve özel doğum klinikleri açılmasını öngören yasanın uygulanmasını gözetmekle yükümlüydü.[14] Bu reformların hızla uygulanması ise, Bolşevik Parti’nin 1917 Kongresince karara bağlanan ve İşçi, Köylü, Asker Sovyetlerinden temsilciler, sendikalar ve sosyal hizmet ve çocuk bakımı uzmanlarından oluşan komitelerin uhdesindeydi.
Ancak Bolşevik Devrim’in kadınlara yönelik girişimleri, kadın işçilerin çalışma, sağlık ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi ya da Yurttaşlık Yasası ve diğer yasal düzenlemeler aracılığıyla kadınlarla erkekler arasında tam eşitliğin hukuksal alanda sağlanmasından ibaret değildi. Bolşevikler, özellikle de Bolşevik kadınlar (ve Lenin) kadınların toplumsal ve siyasal yaşama katılmalarının önündeki en büyük engelin, onları ev işlerine (ya da daha doğru bir deyişle “yeniden üretim faaliyetlerine”) mahkûm eden ataerkil işbölümü, bir başka deyişle aile olduğunun bilincindeydiler.
“Pek az koca,” diyordu Lenin, “hattâ proleterler dahi, ‘kadın işleri’ne bir el atsalar, eşlerinin yükünü ve kaygılarını ne denli hafifletebilecekleri, hattâ tümüyle ortadan kaldırabilecekleri üzerine düşünür. Ama hayır, bu, ‘kocanın saygınlığını ve ayrıcalığını’ zedeleyecektir. Onlar dinlenmeyi ve rahat etmeyi talep eder. Kadının ev-içi yaşamı benliğini binlerce anlamsız ayrıntıya feda etmektir. Efendisi olan kocanın kadim hakları, fark edilmeksizin süregitmektedir. Ve köle, nesnel olarak intikamını alır. Örtülü bir biçimde. Geriliği ve kocasının devrimci ideallerini anlamayışı, onun mücadeleci ruhu, savaşma kararlılığı önünde engel teşkil eder. Fark edilmeyen, yavaş ama emin bir biçimde kemiren kurtçuklara benzerler. İşçilerin yaşamını biliyorum ve yalnızca kitaplardan değil. Kadın kitleleri arasında komünist çabamız ve genelde siyasal çalışmamız erkekler arasında kayda değer bir eğitim çalışmasını gerektiriyor. Hem partideki hem de kitlelerdeki köle sahibi anlayışını kökünden söküp atmalıyız. Bu, kadın işçiler arasında Parti çalışması yürütecek teorik ve pratik olarak donanımlı erkek ve kadın yoldaşlardan oluşan bir kadro oluşturmak kadar acil bir siyasal görevdir.”[15]
Kaynaklar Lenin’in sık sık kadını “budalalaştıran angarya” olarak nitelediği ev işlerine olan amansız karşıtlığının,[16] kendi deneyimlerinden kaynaklanmış olabileceğine işaret eder:
“William Mandel, Lenin’i İsviçre’den tanıyan bir Bolşevik olan Dora Lazurinka’nın kendisine anlattığı bir anıyı paylaşır. Lenin, eşi Krupskaya ile annesinin yapılması gereken bir ev işi konusunda fısıldaştıklarını duyduğunda, yazı yazıyordu. ‘Ama Vladimir Ilyich kalemini bırakarak hızla odayı kat etti. ‘Benimle tartışma,’ dedi. ‘Ev işlerinde benim de yapmam gerekenler var.’”[17]
Bolşeviklerin bu soruna getirdikleri çözüm, ev işlerinin toplumsallaştırılması oldu: Kollontai’ın kadınlar için en az Kilise ile Devlet’in ayrılması kadar önemli gördüğü, “evlilik ile mutfağın birbirinden ayrılması”…
Böylelikle, Komünist Parti’nin 1919 programında “Bugün partinin görevi öncelikle fikirler ve eğitim alanında çalışarak, özellikle proletaryanın geri katmanları ve köylülükteki, eski eşitsizlik ve önyargı izlerini tamamen silmektir. Parti kendini kadınların formel eşitliğiyle sınırlamaksızın, komünal evler, kamusal yemekhaneler, merkezî çamaşırhaneler, kreşler vb. aracılığıyla onları çağdışı ev işlerinin maddi yükünden kurtarmak için uğraşır…”[18]
Ve bu, kâğıt üzerinde kalmadı: Sovyer konstrüktivist mimar Moizei Ginsburg’un apartman tasarımları “dönemin ruhu”nu yansıtmaktadır: “Ortak çamaşırhane ve yemekhaneler devasa bir başarı olarak görülüyordu. Çocuk parkı her dairenin mutfağından görülebilmekteydi ve mekân, tekerlekler üzerindeki dev ahşap duvarlar hareket ettirilerek daraltılıp genişletilebiliyordu.”[19]
1917 Devrimi’nin hemen ardından, genç işçi devletinin hemen her yerinde kamusal yemekhaneler, kreşler, çocuk yuvaları, çamaşırhaneler, dikimevleri, ilkyardım istasyonları, kültür evleri inşa edilmeye başlandı. 1919’da, partili ve partili olmayan kadınların katılacağı, ancak her düzlemde Parti Merkez Komitesine bağlı olarak hareket edecek kadın örgütü Zhenotdel oluşturularak bu kurumların yapılması ve işleyişinin gözetimiyle görevlendirildi. Zhenotdel’in ilk başkanı Inessa Armand idi; sağlığının bozulması ve ölümü üzerine onu, Alexandra Kollontai izledi…
1921’e gelindiğinde, Moskovalıların yüzde 93’ü ortak yemekhanelerde doyurmaktaydı karnını…[20]
Sovyet devriminin İslâm coğrafyasına yayılması, çok daha zorlu ve acılı bir süreci gerektirmiştir. İşçi devletinde kadınların kazandığı geniş özgürlükler, yeni yasa ve uygulamalarla ilgili bilgilendirme, eğitim, propaganda ve örgütlenme çalışmaları için Sovyet Orta Asyası’na giden Zhenotdel kadınları saldırıya uğruyor, dövülüyor, hattâ öldürülüyordu (en az üç Zhenotdel üyesinin “haydutlar” tarafından öldürüldüğü kaydedilmektedir). Onlarla ilişkiye geçen Müslüman kadınların uğradığı şiddet ise daha amansızdı: Bakû’de bir Zhenotdel kulübünden çıkan kadınlar köpekli erkeklerin saldırısına uğramış, yüzleri kaynar suyla haşlanmıştı, örneğin. Mayoyla denize girmeye kalkışan 20 yaşlarında bir Müslüman kadın, babası ve erkek kardeşleri tarafından parça parça edilmişti.[21] Yalnızca Özbekistan’da, 1928 yılı içinde kadınların kurtuluşu mücadelesine katılan 203 kadının babaları, kocaları ya da erkek kardeşleri tarafından katledildiği bildirilmektedir.[22]
Ama bu eril terör, Müslüman kadınları yıldırmadı. Yüzlerce Müslüman kadın, yerel Zhenotdel bürolarında çalışmak üzere başvuruda bulunuyor, binlercesi okuma yazma ve meslek edinme kurslarına katılıyor, 8 Mart, 1 Mayıs gösterilerinde boy gösteriyordu.
8 Mart 1926, Sovyet Orta Asyası kadınları için tarihî bir gün oldu. Gösterilere katılan bir kadından dinleyelim:
“Bugün burka ve paranjalı binlerce, on binlerce kadın, devasa ve tehditkâr bir çığ gibi Orta Asya sokaklarına aktı -Semerkand, Buhara, Taşkent, Kokand vs.- hazırlıkları birkaç ay önce başlamıştı. Ama bu karanlık ve yönsüz kalabalığın üstünde bir bayraklar denizi salınıyordu: nefret edilen geleneğe karşı bir protesto. Ve bu tuhaf yürüyüşün tam ortasında, yabani otlar bürümüş çorak bir toprakta açan kızıl bir çiçek gibi bir grup kadın, açık yüzleri, kızıl çatkılarıyla kararlı adımlarla ilerliyorlardı: geçmişlerine bir çizgi çekme cesaretini göstermiş, göğe artık kara bir kafesin ardından bakmak zorunda olmayan bir avuç kadın! Görünmez olamayan kitle, saflarında çok sayıda erkek ve çocukla birlikte, müzik eşliğinde bayraklarla donanmış alanda yerini aldı ve kadınlar soluk kesen bir heyecan içinde beklemeye koyuldular. Ardından kitlesel gösteri başladı. Yeni, alışılmadık, büyüleyici ve cesaretlendirici sözcükler yükseliyordu. Yüreklerde sonsuz bir coşku uyandıran sözcükler… Ve şiddeti giderek artan fırtına yatıştırılamaz bir hâle geldiğinde ve “Yaşasın!” nidaları kentin yaşlı, yıpranmış surlarından kırlara doğru yayıldığında saldırı başladı. Başlangıçta tereddütlü ve utangaç, ama ardından artan bir coşkuyla, kadınlar esaret simgelerini kalabalığın önüne fırlatmaya başladı-burka ve paranjalar! Bunları hızla bir yığın hâlinde toplayıp, üzerine benzin döktüler; ve birden alevler yükseldi, ülkenin yüzyıllık geleneğinden kurtuluş alevleri gökyüzünü aydınlatıyordu…”[23]
İtirazlar
Tüm bunlar pürüzsüzce ve uzlaşı içinde olmuyordu; tıpkı 40-50 yıl önce Marx ile Engels’in savunduğu “kadınların kurtuluşu” perspektifi gibi, Sovyetler Birliği’nde kadınların kurtuluşuna yönelik somut adımlar sol çevreler, hattâ Bolşevik Parti’den itirazlarla ve direnişle karşılanıyordu. “(Zheotdel delegelerinin) çalışmalarının yararları konusunda erkek yoldaşlarını ve sendikacıları ikna etmeyi imkânsız bulduklarına ilişkin çok sayıda bildirim var. Stajyerler genellikle bir sıkıntı olarak görülüyor ya da angaryalar yükleniyordu. Konkordia Samoilova (1912’de Pravda’nın kurucu editörlüğünü üstlenmiş, Rabotnitsa gazetesinin yazı kurulunda yer almış Bolşevik kadın, b.n.) erkek yoldaşların Zhenotdel’e karşı hâlâ fazlasıyla önyargı sergilediğinden, çoğunun onunla ilişkilenmeyi ‘gururlarına yediremediğinden’ yakınıyordu. (…) Kadınların kurtuluşuna biçimsel bağlılığa karşın, kimi önderlik konumunda pek çok Bolşevik erkek, hâlâ kadınları aşağı, onlara ilişkin konularıysa önemsiz ya da ilişkinsiz görüyordu…”[24] Bu önemsememenin yanında, kadın yoldaşların “küçük burjuva radikalizmi”ne savrulmalarından, “işçi sınıfının bölünmesinden” ve daha da önemlisi, kıt olan kaynakların genel ihtiyaçlar yerine kadınlar için seferber edilmesinden duyulan kaygılar da sıkça dile getirilmekteydi.
Lenin’in “Komünisti kazıyın, altından bir darkafalı çıkar. Tabii hassas yerlerinden kazımak gerek – örneğin kadınlarla ilgili zihniyetinden…”[25] demesinin bir nedeni olmalı!
“Kadın Devrimi” gerilerken
Ne ki kadınların kurtuluşu yönündeki atılımlar uzun ömürlü olamadı. 1917 Ekim Devrimi’nin hemen ardından patlak veren iç savaş, genç işçi devletinin zaten zayıf olan dengelerini derinden sarsıyordu. Yıkıntı hâlindeki ekonomisiyle Sovyet ülkesi, kendisini kuşatan 21 orduya karşı savaşmak ve emperyalist ablukayı kırmak durumundaydı. Ülkede kıtlık hüküm sürüyordu. 1918-1920 arasında açlık, salgın hastalıklar ve soğuk, dokuz milyon Sovyet yurttaşının ölümüne neden olmuştu. “Güçlü idealizm dalgası, Bolşeviklerin cesareti ve umutları Rusya’nın feci geriliğine çarpıp parçalandı,” diyor Tony Cliff.[26] “Acımasız tarih, işçilerin büyük özlemleriyle mevcut maddi ve kültürel yoksullukları arasına keskin bir çelişki yerleştirmişti.”
Şu hâlde, yukarıda aktardığım tüm gelişmelerin, yıkıcı bir savaştan çıkar çıkmaz uzun ve acımasız bir iç savaşa sürüklenmiş, yoksul ve geri bir ülkede gerçekleştiği akıldan çıkartılmamalı… Kadınlar, işçiler, köylüler, koşulların elverdiği kadarını elde edebiliyorlardı – fazlasını değil… Üstelik de kıt olan kaynakların hangi toplumsal kesime yönlendirileceği, örgütlü kesimler arasında bir çekişme konusuydu. Ve Lenin dâhil Bolşevik parti önderlerinin umut bağladığı Avrupa devrimleri genç işçi devletinin yardımına gelememiş, sosyal demokrat partiler Birinci Dünya Savaşı’nda kendi burjuvalarının yanında saf tutarken içlerindeki komünist muhalefet de boğulmuştu.
Bu koşullar altında Bolşevik Parti 1921’den itibaren kapitalizme kimi tavizler verme zorunluluğunu hissetti: işçi devletine kimi serbest piyasa uygulamalarını dâhil eden Yeni Ekonomi Politika ya da NEP.
NEP, öncelikle kadınları vuracaktı: ekonominin mantığına “kâr” damgasını vurduğu ölçüde, kadınlara yapılan yatırımlar giderek “gereksiz”, hattâ “ekonomiye zararlı” görülmeye başlandı. Sosyalist ekonomiye vurulan kapitalist aşı, kitlesel işten çıkarmaları devreye sokacaktı. Ocak 1922’de 175.000 işsizden, Ocak 1923’te 625.000, Ocak 1925’te 1.240.000 işsiz… İşten çıkarmalarda cinsiyet ayırımı gözetilmese de, en vasıfsız olanlar, ilk işten çıkartılanlar oluyordu; ve vasıfsızlar arasında kadınlar ağırlıktaydı… Mart 1923’te Petrograd kentindeki işsizlerin yüzde 58.7’sini kadınlar oluşturmaktaydı; bir zamanlar neredeyse tümüyle kadın olan dokuma sektöründe (Moskova, Petrograd ve Ivanovo-Voznesensk) işsizlik oranı yüzde 80-95 arasında seyretmekteydi… Komünist Parti üyeleri dahi eşit işe eşit ücret temelinde kadın işçi çalıştırmanın verimli olmadığını, kadınları korumaya yönelik yasal düzenlemelerin, kadın işçi çalıştırmanın maliyetini arttırdığını dile getirmeye başlamıştı[27]…
“İşsizlik kadınların kurtuluşu yönündeki girişimlere sert bir darbe indirdi ve kadınların erkeklere ekonomik bağımlılığı, yeniden zirve yaptı. Devlet harcamalarda kısıntıya yönelir, Savaş Komünizmi’nin yaygın komünal kurumları -komünal mutfaklar, yemekhaneler, çocuk yuvaları ve kreşler- kapatılırken, baskıcı, gerici akımlar güçlendi. Kasım 1925’te Moskova’da sadece 20.000, Leningrad’da 50.000 ve taşrada 67.000 olmak üzere günde ortalama 137.000 öğün ortak yemek dağıtıldığı hesaplanmıştır. Yüz çocuktan yalnızca üçü kreşlerde yer bulabiliyordu. Geri kalanların tümü bireysel ailelerin bakımına terk edilmişti.”[28]
Lenin’in 1924’teki ölümü, Bolşevik kadınları bu ortamda tümüyle desteksiz bırakacaktı…
NEP 1928’de sonlandırıldı; Parti’ye ve devlete egemen olan Stalin 1929’dan sonra ağır sanayiye ağırlık veren güçlü bir sanayileşme hamlesi başlattı. Diğer sektörlerin durumu gözetilmeden girişilen bu sanayileşme hareketi, işsizliği büyük ölçüde düşürmeyi başaracak ve kadınları yeniden istihdam alanına çağıracaktı: ancak bu kez üretime ve toplumsal yaşama katılmalarını sağlayacak tüm kamusal destekleri büyük ölçüde yitirmiş olarak: kreşler, toplu yemekhaneler, çamaşırhaneler, komünal evler kapanmış, boşanmak zorlaştırılmış, “ailenin güçlendirilmesi” politikalarına ağırlık verilmiş, çok çocuklu kadınlara “Kahraman Annelik” madalyaları dağıtılmaya başlanmış, kürtaj yasaklanıp eşcinsellik hapis cezası gerektiren bir suça dönüştürülürken, “püriten ahlâk” va’zedilir olmuştu. Zhenotdel, 1930’da “kadın sorunu çözüldüğü için artık ona gerek kalmadığını, kadınların beş yıllık plan aracılığıyla özgürleşeceğini”[29] söyleyen Stalin’in emriyle Mart 1930’da kapatıldı.
Sovyetler Birliği, bundan böyle dağılana dek “kadınların üretime katılma, eğitim ve mesleklere katılım” düzeyiyle övündü; ama Lenin ve arkadaşlarının kadınları “budalalaştıran angarya”, ev işleri karşısında takındığı tavizsiz tutuma ve yıkım koşulları altında dahi kadınların özgürlüğüne yönelik adanmış kararlılığa hiç geri dönülmedi…
Ya bugün?: Kadınlar için Ekim dersleri
Öyleyse, “Ekim Devrimi’nin Kadınların Kurtuluş Mücadelesindeki Yeri”nden söz ederken, (öncesiyle birlikte) 1917-1924 arasındaki dönemden söz konusu edildiğini akıldan çıkartmamak gerek. Kısa ama kadınlar açısından çok yüklü bir dönemdir bu. Bu kısa kesitte Sovyet kadınlarının eriştiği özgürleşme düzeyi bugün dünya kadınlarının büyük çoğunluğu için bir düşten ibaret…
Tekrara düşmek pahasına sıralayalım mı?
Bolşevik Devrim’le birlikte kadınların toplumsal ve siyasal yaşama katılmasının önündeki tüm yasal engeller kaldırıldı, kadınlara tüm yönetim organlarında tam ve eşit seçme ve seçilme hakkı tanındı.
Her kademede karma ve ücretsiz eğitim esası getirildi.
Kadın işçiler çalışma koşullarındaki genel iyileştirmelerin yanı sıra ücretli doğum izni, emzirme izni, gebelik ve lohusalık sürecinde ek koruyucu önlemler, ücretten kesinti yapılmaksızın genel sağlık sigortası, eşit işe eşit ücret, kadın sağlığına aykırı işlerde çalıştırılmama gibi cinsiyete özel haklardan yararlanma olanağına kavuştu.
Yeni Yurttaşlık Yasası ile evlilikte kadın-erkek eşitliği sağlandı, birlikte yaşayan çiftler ile resmî evlilik yapanlar, evlilik içi ve dışı çocuklar arasındaki her türlü ayırım ortadan kaldırıldı. Dinsel nikâh kaldırıldı. Boşanma kolaylaştırıldı, kadının kocanın soyadını taşıması zorunluluğu kaldırıldı. Eşcinsellik ve her türlü cinsel yönelimin reşit bireyler arasında, rızaya dayalı olması ve taraflardan birine zarar vermemesi koşuluyla devletin ilgi ve müdahale alanının dışında olması esası getirildi. Devlet hastanelerinde gerçekleştirilmesi koşuluyla kürtaj serbest bırakıldı.
Komünal evler, toplu yemekhaneler, dikimevleri, çamaşırhaneler, kreşler, çocuk yuvaları vb. aracılığıyla ev işlerinin ya da daha doğru bir deyişle domestik yeniden üretim faaliyetlerinin toplumsallaştırılması ilkesi benimsendi ve uygulamaya konuldu.
Ataerkil geleneklerin ve zihniyetin tasfiyesi, kadın erkek eşitliği ilkesinin tüm toplum kesimlerince benimsenmesi için devasa bir kültürel hamle başlatıldı. Yeni, sosyalist yaşam biçiminin, kadınların özgürleşmesi perspektifinin toplumun tümü, özellikle de en geri kesimler tarafından benimsenmesine yönelik güçlü bir propaganda mekanizması harekete geçirildi. İslâm bölgelerinde kız çocukların başlık parası karşılığı satılması, baba ve kocanın kadın üzerindeki sınırsız hakkı, kocası ölen kadınların kocanın akrabasına devrolması ve kadınların çador ve peçeyle kamusal alana çıkabilmesi gibi inanç ve uygulamalar lağvedildi.
Bütün bunlar, çalkantılı, coşkulu, umut ve özveri dolu birkaç yıl içinde gerçekleşti. “Modern” kapitalist dünyanın kadınlarının genç işçi cumhuriyetlerindeki kadınların kazanımlarına ancak 1960-70’li yıllarda ve ikinci dalga feminizmin çabaları sayesinde, “yaklaşabildiği” (kapitalist dünyada “kadın hakları” hiçbir zaman sosyalizmde olduğu üzere “parasız ve genel” olamadı), gericiliğin, faşizmin, obskürantizmin yeniden dümene geçtiği 2020’li yıllarda ise bu hakların bir kısmından geri dönüşün söz konusu olduğu düşünüldüğünde, Sovyet deneyiminin önemi daha iyi anlaşılacaktır. Bakın Elizabeth Fox Genovese, kadınların statüsünde devasa dönüşümlerin yaşandığını ileri sürdüğü makalesinde ne diyor:
“1960’lı yıllarda, ‘ikinci dalga feminizm’ denilen olgu Amerikan sahnesinde patlak vererek artan sayıda kadını, kadınlarla erkekler arasında yaşamın tüm veçhelerinde daha fazla eşitlik sağlayacak kampanyalara destek vermek üzere harekete geçirdi. 1980’lerin sonlarına gelindiğinde Amerikalı kadınlar istihdam ve politika dünyasına noksansız katılma ve ailelerin içinde daha geniş bir özgürlük ve bağımsızlıktan yararlanma konusunda çok daha geniş fırsatlardan yararlanabilmekteydi. Pek çok feminist Eşit Haklar Yasası’nın geçmesine yönelik kampanyanın başarısızlıkla sonuçlanmasının düşkırıklığını yaşasa da, kadınlarla erkekler arasında tam eşitliğin sağlanamamış olması, kadınların edindiği pek çok kazanımı gölgeleyemiyordu. (…) Kadınların bu yirmi yıldaki kazanımları, Amerikan yaşamının hemen her noktasına dokundu ve devrimselleştirdi. Kadınlar art arda yasal kürtaj, hatasız boşanma, kendi adlarına kredi çekebilme, eşit işe eşit ücret, özel kulüplerden kolejlere o güne dek girişlerinin engellendiği çeşitli kurumlara üye olabilme hakkını kazandılar.”[30]
Demek ki neymiş? ABD’li kadınlar, Sovyet kadınlarının Ekim Devrimi’yle kavuştuğu özgürlüklere ancak 1980’lerin sonlarında, o da kısmî olarak ulaşabilmiş! Bu özgürlükleri her fırsatta biraz daha daraltmaya yeminli Trump’ın 2025 ABD’sinden söz dahi etmiyorum…
1917 Ekimi’yle birlikte genç işçi devletinde yürürlüğe giren uygulamalar, gerçekten de günümüzün en radikal kadın hareketlerine dahi talep edilebilecek bir şey bırakmıyor. Hele ki bugün kadın hareketlerinin en acil ve yaygın gündeminin kadına yönelik şiddeti durdurmak olduğu düşünüldüğünde…
Daha da güzeli, Ekim Devrimi, üretim araçlarının özel mülkiyet konusu olmaktan çıkartıldığı, işçilerin, emekçilerin egemenlerin boyunduruğundan kurtulup kendi kendilerini yönetmeye başladıkları, toplumsal eşitliğin gerçeklendiği ve değer sisteminin merkezine kârı değil de insanca yaşamı yerleştiren sosyalist bir sistemin, kadınların hemen tüm özlem ve taleplerini hayata geçirme kapasitesine sahip olduğunu gösterdi. 1917-1924 arasında Sovyetler Birliği’nde yaşanan, bir düş değil, milyonlarca kadın ve erkek emekçinin yeni bir dünya yaratma arzularını hayata geçirme çabalarıydı.
Bugün sosyalist kadınlara düşen bir görev de, bu “Yeni Dünya”dan nasıl geri dönülmeyeceği üzerine kafa yormak…
28 Eylül 2025, Muğla.
[1] 19 Ekim 2025’te Kıvılcım Kültür Merkezi’nde yapılan söyleşi.
[2] V. İ. Lenin, Uzaktan Mektuplar, çev: Arif Saygı, Ürün Yay., 1975.
[3] Hal Draper ve Anne Lipov, Women and Class, https://www.marxists.org/archive/draper/1976/women2/1-7-phobic.htm
[4] “German socialism and the ‘woman question’”, Workers’ Liberty, 21 Ekim 2005, https://workersliberty.org/story/2005-10-21/german-socialism-and-woman-question
[5] Laurent Ripart, “Marx and the autonomous women’s movement: A note on the foundation of women’s sections within the First International”, 21 Şubat 2024, https://www.versobooks.com/en-gb/blogs/news/marx-and-the-autonomous-women-s-movement-a-note-on-the-foundation-of-women-s-sections-within-the-first-international?srsltid=AfmBOoqo0vsuxTOl9Hk2nvTE9sWRQMbWfx745JFdIQ26Qs2EFlLHJrrD
[6] Elizabeth Fox-Genovese, “Women’s Status: A Century of Enormous Change”, The Public Perspective, Nisan-Mayıs 1999, s. 26.
[7] Armağan Tulunay, “The land of the October revolution: a country of women walking on the road to emancipation”, Revista de Marxismo, octubre 2018, https://revistaedm.com/world-revolution/1-world-revolution/the-land-of-the-october-revolution-a-country-of-women-walking-on-the-road-to-emancipation. Ayrıca bkz. Sibel Özbudun, Marksizm ve Kadın, Emek, Aşk, Aile, Tekin Yayınları 2015, 3. Bölüm.
[8] Tariq Ali, “The Octobrist Women: Who were the women behind the bread riots that sparked the Russian Revolution?” 8 Mart 2017, https://www.versobooks.com/en-gb/blogs/news/3124-the-octobrist-women?srsltid=AfmBOooC_vSBBxbTrTBZpC3UZBqyAIZ2oElL7Ns3ka7aHCWto1SjmEOt
[9] Judy Cox, “Out of the shadows: female Leninists and Russian socialism”, International Socialism, 20 Temmuz 2021, https://isj.org.uk/out-of-the-shadows/
[10] Moskova Üniversitesi Toplumsal Hijyen Enstitüsü yöneticiliği yapan Bolşevik Dr. Grigory Batkis, 1923 yılında şöyle yazıyordu: “Sovyetler Birliği’nde mevcut cinsel mevzuat Ekim Devrimi’nin eseridir. Bu devrim yalnızca işçi sınıfının siyasal rolünü güvence altına alan siyasal bir görüntü olarak önem taşımaz. Ondan kaynaklanan devrimler yaşamın her alanına sirayet etmektedir… (Sovyet mevzuatı) kimse zarar görmediği ve kimsenin çıkarları zedelenmediği sürece devlet ve toplumun cinsel konulara mutlak müdahalesizliğini öngörür –Avrupa mevzuatlarında ahlâka aykırı suç sayılan eşcinsellik, sodomi ve cinsel doyumun diğer biçimleri- Sovyet mevzuatında ‘doğal’ denilen ilişkiyle aynı biçimde ele alınmaktadır.” (Akt.: Tess Lee Ack, agy).
[11] Böylelikle örneğin Troçki, eşi Natalia Sedov’un soyadını almıştı (Tony Cliff, “Class Struggle and Women’s Liberation”, https://www.marxists.org/archive/cliff/works/1984/women/09-revrus.htm).
[12] Dr. Grigory Batkis, “Rusya’da Cinsiyet Devrimi”, Sosyalist Gündem, 26 Ağustos 2023, https://sosyalistgundem.com/rusyada-cinsiyet-devrimi-dr-grigory-batkis/
[13] 1930’lu yıllarda Polonya, Danimarka, İsveç, İzlanda, Meksika (tecavüz sonucu gebelik, annenin sağlığını tehdit, fetüs malformasyonu gibi durumlarda) kürtaja sınırlı olanak tanıyan yasalar çıkardılar. Japonya’da kürtaj 1948’de Öjenik Koruma Yasası kapsamında serbest bırakıldı. Ancak Batı dünyasında kürtajın serbest bırakılması için ikinci dalga feminist hareketi ve 1960’ların sonlarını beklemek gerekecekti: Birleşik Krallık (1967), Kanada (1969), ABD (1973), Tunus ve Danimarka (1973), Avusturya (1974), Fransa ve İsveç (1975), Yeni Zelanda (1977), İtalya (1978), Hollanda (1984), Belçika (1990)… (Kaynak: Wikipedia, “Abortion law”, https://en.wikipedia.org/wiki/Abortion_law.
[14] Bolşevik Devrim Rusyası’nda kabul edilip uygulamaya geçtiği tarihlerde doğum izni, kapitalist dünyada hemen hiç bilinmemekteydi. ABD’de doğum yapan kadınlar 12 haftalık ücretsiz izinden yararlanabilmekteydi; o kadar. Doğum izni, “kadın hakları şampiyonu” Danimarka’da ancak 1960’ta yürürlüğe girebildi; o da 14 haftalık ve tam ücretle değil, işsizlik ödeneği kapsamında olmak koşuluyla! (Bkz. Marie Frederiksen, “Lenin, communism and the emancipation of women”, 7 Mart 2025, https://marxist.com/lenin-communism-and-the-emancipation-of-women.htm).
[15] Clara Zetkin, Lenin on the Women’s Question (An Interview with Lenin on the Woman Question), https://www.marxists.org/archive/zetkin/1925/lenin/zetkin2.htm
[16] “Kadınları özgürleştiren tüm yasalara karşın, o hâlâ ev kölesi konumunda, çünkü ev işleri onu eziyor, boğuyor, budalalaştırıyor ve aşağılıyor; onu mutfağa ve bebek odasına zincirliyor, ve emeğini barbarca verimsiz, küçük, sinir bozucu, budalalaştırıcı ve ezici angaryalarda harcıyor. Kadınların gerçek özgürleşmesi, gerçek komünizm, ancak önemsiz ev işlerine karşı topyekun bir mücadele başladığında, daha doğrusu, onun bütünsel olarak geniş ölçekli sosyalist ekonomiye dönüşmesiyle başlayabilecektir.” (V. I. Lenin, “From A Great Begining:Heroism of the Workers in the Rear ‘Communist Subbotniks’”, 28 Haziran 1919, https://www.marxists.org/archive/lenin/works/subject/women/abstract/19_06_28.htm).
[17] William Mandel’den aktaran: Tess Lee Ack, “The Marxist Tradition and Women’s Liberation”, 14 Nisan 2020, dipnot 71, https://marxistleftreview.org/articles/the-marxist-tradition-and-womens-liberation/
[18] Ana Muñoz ve Alan Woods, “Marxism and the emanc.pation of women”, 8 Mart 2021, https://marxist.com/marxism-feminism-emancipation-women080300.htm
[19] Tariq Ali, agy.
[20] Brendan Montague, “Inessa Armand: Portrait of a Revolutionary”, Counterfire, (7 Mart 2010) http://www.counterfire.org/articles/77-revolutionaries/3906-inessa-armand-portrait-of-a-revolutionary
[21] Tariq Ali, agy.
[22] Elisabetta Rossi, “The Emancipation of Women in Russia before and after the Russian Revolution”, 8 Mart 2004, https://marxist.com/emancipation-women-russia.htm
[23] Armağan Tulunay, ay.
[24] Anne McShane, “Soviet Russia, Zhenotdel and Women’s Emancipation, 1919-1930”, 29 Ekim 2020, https://johnriddell.com/2020/09/29/soviet-russia-zhenotdel-and-womens-emancipation-1919-1930/
[25] Clara Zetkin, agy.
[26] Tony Cliff, “Class Struggle and Women’s Liberation”, https://www.marxists.org/archive/cliff/works/1984/women/09-revrus.htm
[27] Tony Cliff, agy.
[28] Tony Cliff, agy.
[29] Anne McShane, agy.
[30] Elizabeth Fox-Genovese, “Women’s Status: A Century of Enormous Change”, The Public Perspective, Nisan-Mayıs 1999.




