Kadın hareketi uzun yıllardır, bu topraklardaki toplumsal mücadelenin en temel ayaklarından birisi. Gezi Direnişi öncesi dönemde toplumsal hareketlerin genel ivmesiyle birlikte kadın hareketi de daha geniş bir kitleselliğe ulaşmış; ardından kurulan çok sayıda kadın örgütünün etkisiyle taleplerini ve eylemlerini sürdürebileceği güçlü bir zemin yaratmıştır. Özellikle 2017 sonrasında, toplumsal muhalefet içinde en görünür, en kitlesel eylemleri gerçekleştiren ve sahip olduğu alanları korumayı başaran hareketlerden biri olduğu açıktır.
Toplumsal hareketin genel olarak gerilediği bir dönemde kadın hareketinin ivmesini koruyabilmesinde, dünya genelinde, ekonomik krizler ve savaş politikalarına bağlı olarak patriyarkal uygulamaların hız kazanması ve kadınların gündelik yaşamlarında yaşadıkları şiddet ile eşitsizliğin derinleşmesinin önemli bir payı vardır. Sokakta ve mücadelede ısrar eden kadın hareketi, devletin artan baskılarına rağmen bu süreçlerden hem nitelik hem de dayanıklılık açısından güçlenerek çıkmıştır. Örneğin İstanbul Sözleşmesi’ne yönelik saldırılar karşısında kadın hareketi, 2019 itibarıyla göreceli olarak kaybettiği Taksim’de kitlesel yürüyüşler düzenlemeyi, kurulan barikatları kaldırmayı ve politik sözünü görünür kılmayı başardı. Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi, her ne kadar bir kayıp gibi görünse de bu sürecin kendisi, kadın hareketinin sokaktaki gücünü hatırlatan ve toplumsal hafızada yer eden bir politik deneyim yarattı.
Saldırıların her zaman hareketi zayıflattığı yönündeki düşünce ise hatalıdır; çünkü krizler ve baskı dönemleri aynı zamanda hareketin içinde biriken potansiyellerin açığa çıktığı dönüm noktalarıdır. Kadın hareketi açısından da durum böyledir. Boğaziçi direnişi, sokak canları için yapılan eylemler ya da 19 Mart süreci gibi örnekler, her saldırının aynı zamanda kitleselliği ve direnişi dönüştürebilen ve geliştirebilen bir dinamiği de içerdiğini gösterir. Bu durum eylemlerdeki “Ne kadar baskı o kadar direniş” sloganında da anlatılmaktadır.
Bununla birlikte, son birkaç yılda kadın hareketinin sokaktaki eylemliliğinin azaldığı, reflekslerinin zayıfladığı ve toplumsal muhalefet içindeki ivmesini kısmen kaybettiği de açıktır. Mücadelenin her dönemi aynı yoğunlukta ilerlemez; inişler ve çıkışlar, her toplumsal hareketin karakterine dâhildir. Ancak savaş politikalarının, ekonomik krizin ve yoksullaşmanın derinleştiği bir dönemde sistemin ilk hedefi ve bu süreçlerden en doğrudan etkilenen kesim yine kadınlar olacaktır. Bu da artan baskılara paralel biçimde kadınların politik özneliği açısından ciddi bir potansiyelin biriktiğini gösterir.
Bu yazı tam da bu noktada kadın hareketinin içinde bulunduğu koşulları ve sorunları tespit ederek kadın hareketinin potansiyelini nasıl açığa çıkarabileceğini tartışmak amacıyla yazılmıştır.
Öznenin rolü
Kadın hareketine dair tartışacağımız ilk mesele, öznenin rolüne ilişkindir. Kadın hareketinin örgütleyicileri ve özneleri, yalnızca kendi pratiklerinin değil, içinde bulundukları tarihsel ve toplumsal bağlamın da bilincinde olmak zorundadır. Bu hem kadın hareketinin hem de genel olarak toplumsal mücadelenin birikimlerini, deneyimlerini ve eylem biçimlerini; hem de bu topraklarda ve dünyada geliştirilen politikaların gerekçelerini anlamayı gerektirir. Toplumsal durumu, kitlelerin yönelimini, eylemlerin ruh hâlini ve gelişmekte olan süreçlerin taşıdığı potansiyeli kavrayabilmek, politik öznenin aslî sorumluluğudur.
Bu sorumluluk, nesnel gerçeği kendinden doğru okumamak anlamına gelir. Özne, toplumsal süreci yalnızca kendi konumundan, kendi deneyiminden ya da kendi ölçütleriyle değerlendiremez. Özneye düşen asıl rol, nesnel gerçeği kendinden ayrı olarak kavramak ve gerçeği kavrarken özne olduğunu, özne olarak değiştirme gücüne sahip olduğunu fark etmektir. Çünkü örgütlemenin ve örgütlenmenin sorumluluğu ancak özne olduğunu kabul etmekle alınabilir. Bu kabulden kaçış, örgütlülüğün ve eylemselliğin önünü tıkar hâle gelmiştir.
Mücadelenin öznesi hem duygusal hem düşünsel düzeyde, kendini merkeze koymadan içinde bulunduğu nesnel koşulları okuyabilmelidir. Politik özne, tarihsel sürecin, sınıf ilişkilerinin ve politik güç dengelerinin içinde konumlanarak müdahale eden kişidir. Toplumsal gerçekliği kavramak; bu kavrayış içinde kendi yerini, sınırlarını ve görevini belirlemek gerekir.
Bu, sanıldığından çok daha zor bir iştir. Çünkü özne, çoğu zaman mücadeleyi kendi konumuna, çelişkilerine, yorgunluğuna ya da deneyimine göre okumaya eğilimlidir. Oysa politik özne olmanın anlamı tam da bu sınırı aşabilmekte yatar; kendinden bağımsız olarak mücadelenin sürekliliğini görebilmek, düşüş anlarında bile politik aklın bütünlüğünü koruyabilmektir. Özne, kendini merkeze almaktan vazgeçip kolektifin içinde konumlandığında -kendi deneyimiyle toplumsal süreci ayırabildiğinde- politik özneliğine uygun sorumluluğu alabilir.
Nicelik ve nitelik: Kalabalık olmak her zaman güçlü olmak mıdır?
Kadın hareketinin önünde duran temel meselelerden biri, moralin ve gücün hâlâ çoğu zaman kalabalıktan okunmasıdır. Oysa bir hareketin politik gücü yalnızca kaç kişiyle sokağa çıktığıyla -yani niceliğiyle- değil, hangi nitelikleri içerdiğiyle ölçülür.
Nicelik ve nitelik birbirinden kopuk değildir; tersine, birbirini besler. Kadın hareketi, yıllar içinde yalnızca kalabalıklaşmayı değil, çok daha derin bir birikimi de oluşturdu; barikatları aşmayı, hızlı refleks geliştirmeyi, farklı gündemlerle ilişki kurarak yeni eylem biçimleri üretmeyi ve devleti şaşırtan yaratıcı politik formlar geliştirmeyi öğrendi. Bu nedenle hareketin değerini yalnızca “kaç kişi geldi” ile ölçmek hem bu birikimi hem de hareketin politik gelişimini küçümsemektir.
Bugün kadın hareketi, kitlesel olarak büyümese bile niteliksel olarak daha gelişkindir. Ancak bu gelişkinliğin kalıcılaşması, sokakta ve eylemde sürekliliğini korumasına bağlıdır. Çünkü sokağı terk eden bir hareket, zamanla hem görünürlüğünü hem de yarattığı politik gücü yitirir. Sayıya takılmadan, kendini ısrarla sokakta var eden bir kadın hareketi ile kalabalık olduğunda görünen; ama sonrasında sessizleşen bir hareket, birbirinden daha az değerli değildir; ikisi de aynı mücadelenin farklı görünümleridir. Fakat kalabalıklar, sürekliliğin yokluğunda kendi politik anlamını koruyamaz; asıl belirleyici olan, ısrarla sokağı var etmeye devam etmektir.
Bir hareketin gücü, eylemlerin örgütlülük, kararlılık ve politik bilinç düzeyinde açığa çıkar. Bu nedenle örgütleyici bir özne için moralin kaynağı yalnızca kalabalığın coşkusu ya da eylemin atmosferi olamaz. Bunlar elbette moral taşıyabilir, iyi gelebilir, güç verebilir; ancak moralin asıl kaynağı mücadelenin bizatihi kendisidir. Çünkü mücadeleyle kurulan bağ, kalabalığın yarattığı duygudan farklı olarak, sürekliliği mümkün kılan politik bilinci üretir. Mücadelenin inişli çıkışlı dönemlerine göre moral belirlemek bir özne tutumu olamaz.
Kadın hareketinin gücü; coşkudan değil süreklilikten, kalabalıktan değil örgütlülükten, moralden değil mücadele bilincinden doğar.
Kitleye güvenmek ve kolektif irade
Kadın hareketinin -ve aslında bütün toplumsal hareketlerin- en görünmez ama en belirleyici krizlerinden biri, kitlenin özneliğine duyulan güvensizliktir. Eylem çağrısı yapan özne çoğu zaman kitleyi “hazırlanması”, “yönlendirilmesi” gereken bir kalabalık olarak görür. Oysa eyleme gelen insanlar, o eylemin anlamını, riskini ve sınırlarını bilerek gelirler. Kitle, pasif bir topluluk değil, o ânın doğrudan politik öznesidir. Onun yerine karar vermek, “nasıl davranmalı, ne kadar öfkeli olmalı, nerede durmalı” gibi tutumları tepeden belirlemek, eylemin en canlı gücünü -kolektif iradeyi- zayıflatır. Bir eylemin örgütleyicisi ve çağrıcısı olan öznelerin elbette kitleyi gözetmesi, eylemin gerçekleşmesini sağlaması gerekir ama kitleyi gözetmek ile onun yerine karar vermek arasında fark vardır. Bizce kitlenin tutum alabilme, bir özne olarak müdahale edebilme alanını yaratacak gözetme halini oluşturmak mümkündür ve ilerletici olan da budur.
Bir eylemi örgütlerken kitleye güvenmek, yalnızca bir tercih değil, politik bir ölçüttür. Çünkü ancak güvendiğin kitleyle risk alabilir, yeni eylem biçimlerini deneyebilir, geri çekilme ya da ilerleme kararlarını birlikte tartışabilirsin. Güvenmediğin kitleyle ise sürekli bir “kontrol” ilişkisi kurar, eylemi kendi kendini yönlendirebilme kapasitesinden mahrum bırakırsın. Kitleye güvenmeyen bir örgütleyici, aslında kendi politik hattının da gücünden emin değildir.
Bir eylemde güven, her zaman yanındaki insandan geçer; onun kararlılığından, dayanışmasından, geri adım atmamasından. Bu yüzden eylem hazırlığı yalnızca afiş basmak ya da sosyal medya çağrısı yapmak değildir; asıl hazırlık, bu güvenin birlikte inşa edilmesidir. Sokakta örgütlenmeyen, yüz yüze temas etmeyen bir süreçte güvenin kalıcı biçimde kurulması mümkün değildir. Eylemin biçimiyle örgütlenme süreci arasındaki uyum, güvenin en somut hâlidir. Biçimiyle tutarlı bir süreç güven yaratır; biçimiyle çelişen bir süreçse kuşku üretir.
Eylemin amacı ve biçimi nasıl belirlenir
Bir eylem örgütlenirken öncelikli mesele, onun amacıdır; çünkü eylemin amacı hem politik sözün içeriğini hem de biçimini belirler. Ancak son yıllarda, bazı eylem biçimleri veya yöntemleri “politik sözü zayıflatır” gerekçesiyle tartışmaya açılırken, bu tartışmalar çoğu zaman politik sözün içeriğinden koparak eylemden kaçınmanın, hattâ politik sözün ertelenmesinin bahanesine dönüşüyor. Oysa bir eylemin biçimi, politik sözün değerini azaltmaz; tam tersine, o sözü hangi kitleyle, hangi zeminde ve nasıl taşıdığıyla birlikte anlam kazanır.
Bir eylemin amacı saldırılara karşı durmaksa, onun politik sözü de dayanışmayı ve direnci görünür kılmak üzerine kuruludur. Burada ise bir ezbere yer yoktur. Bu sözü güçlü kılan şey, biçimin o amaca uygun olmasıdır: bazen dar bir grupla, bazen kalabalık bir yürüyüşle, bazen de yalnızca bir pankartın arkasında yan yana durarak. Biçim, sözü tamamlar; onu kitleselleşme kaygılarıyla törpülemek ya da “fazla” bulmak, politik sözü korumaz – tam tersine onu kitleyle arasına mesafe koyarak zayıflatır.
Benzer biçimde, yalnızca “daha etkili görünürlük” ya da “medyada yankı bulma” amacıyla seçilen biçimler de sözü kendi bağlamından koparabilir. Çünkü politik söz, amacın ve biçimin uyumuyla ve kitleyle kurduğu ilişkiyle güçlenir. Eylem, kitleyle buluştuğu ölçüde politikleşir; kitleye güvenmeden belirlenen biçimler, o sözün taşıyıcısını da öznesini de daraltır.
Bu noktada şunu hatırlamak gerekir; sosyal medya sokağın alternatifi olamaz. Dijital alan, sözü yaymanın araçlarından biridir, ancak mücadelenin zemini değildir. Gerçek politik varlık, temasla, yan yana gelmeyle, bir birliktelikle kurulur. Sosyal medya, bu temasın yankısı olabilir ama kendisi değildir. Sokakta kurulmamış bir söz, dijitalde ne kadar paylaşılsa da gerçek bir politik güce dönüşmez.
Bu yüzden özneye düşen görev, sözü dijital alanda yeniden üretmekten çok, onu sokakta, kolektif bir pratikle anlamlandırmaktır. Çünkü sokak yalnızca bir mekân değil; birlikte düşünmenin, birlikte korkmanın, birlikte cesaret etmenin alanıdır.
Politik sözün yaygınlaşması, tek bir eylemde ya da tek bir biçimle olmaz. Sözü güçlendiren şey, onun kitleyle temas etmesi, ortak bir duyguyu, yönelimi ya da öfkeyi bir araya getirebilmesidir. Dolayısıyla biçim tartışmasının yönü hangi biçim eylemin özünü en uygun şekilde örgütler sorusuna dönmelidir.
Mücadeleyi büyütmenin koşulları
Kadın hareketinin son yıllarda güç kaybettiği açıktır. Ancak bu tespiti yapmak, bugünün eylem biçimlerini ya da tepkilerini değersizleştirmeyi meşrulaştırmaz. Tam tersine, bu tutum hareketi güçlendirecek bir tartışma zemini yaratmak yerine, onu daha da daraltan bir eğilimdir.
Bugün kadın hareketi sokakta eskisi kadar kitlesel olmayabilir, ancak farklı biçimlerde süren politik refleksler -özellikle ifşa hareketleri- hâlâ önemli bir toplumsal karşı koyuşun göstergesi. Bu biçimler, hareketin canlılığının da sürdüğünü gösteriyor. Onları yetersiz bularak dışlamak, hareketi zayıflatmaktan başka bir işe de yaramaz.
Bu yüzden mesele, mevcut eylem biçimlerini geçersiz ilan etmek değil; onların taşıdığı bilinci, daha örgütlü ve süreklilik kazanan bir hatta dönüştürebilmektir. Asıl ihtiyaç, bu birikimi koruyarak güncel politik koşullara uygun bir örgütlülük düzeyine taşıyabilmektir. Tepkisellikleri küçümsemek yerine, onları süreklilik yaratacak politik bir zemine oturtmak gerekir.
Bu durumu görmek, dert etmek ve mücadeleyi büyütmek yalnızca kadın hareketinin değil, bütün toplumsal mücadele öznelerinin sorumluluğundadır. Çünkü bu sorumluluk, içinde bulunulan tarihsel zorunluluktan doğmakta. Bugün yaşanan savaş ve baskı ortamı, kadınların bir kez daha mücadelenin ön saflarına itildiğini ve politik alanın en dinamik öznelerinden biri hâline geldiklerini göstermektedir. Kadın hareketini büyütmek, bu potansiyeli tanımak ve ona uygun politik bir zemin kurmakla mümkündür.
25 Kasım’ı nasıl örgütlemeliyiz?
• 25 Kasım’a giden süreçte kurduğumuz bağları sürekli ve örgütlü hâle getirmeyi hedeflemeliyiz. 25 Kasım hazırlıkları, yalnızca bir günün değil, sonrasına taşınacak bir hattın da örgütlenmesidir. Bu nedenle 25 Kasım sürecinde, 25 Kasım’dan sonra gerçekleştireceğimiz eylem ve etkinliklerin programı hazır olmalı, bu çalışmalara dair duyurular bugünden başlatılmalıdır.
• Kadınlara yönelik saldırılar, bizi sıkıştırmaya çalışan çaresizlik ortamında biriken öfkenin kendine akacak bir kanal aradığı koşulları yaratmaktadır. 25 Kasım’ı örgütlerken her kadın, farklı biçimlerde kendi politik sözünü üretmeli; biçimler çeşitlenmeli ve bunun yeri sokak olmalıdır. Derdini, talebini, öfkesini eylemde somutlamak, en basit ve sade biçimiyle dahi o eylemi gerçekleştiren özneye güç ve moral kaynağı olur. Bir kadının işyerinde yaşadığı ayrımcılığa dair yaptığı bir yazılama, “aile yılı”na dair bir bildiriyi başka bir kadına ulaştırması, yaşadığı şiddeti bir travma olmaktan çıkarıp bir kadınla daha paylaşması, bir sokakta katledilen bir kadının isyanını haykırması ve daha fazlası her birimize güç verecek eylem biçimleridir.
• 25 Kasım gününde, her alanda en geniş katılımlı sokak eylemleri düzenlenmelidir. Bu eylemlerde kanıksama yerine öfkenin, güvensizlik yerine dayanışmanın, dağınıklık yerine örgütlenmenin sesi duyulmalıdır. İlişkimiz olan her alanda -mahallelerde, fabrikalarda, okullarda, atölyelerde, tiyatrolarda- 25 Kasım’ın anlamını anlatan eylemler ve buluşmaların gerçekleştiğinden emin olmalıyız.
• 25 Kasım sonrasında ise mücadele durmamalıdır. 25 Kasım’ın politik etkisi, yalnızca o günün kalabalığında değil, sonrasında yürütülen örgütlü faaliyetlerde belirginleşir. İhtiyacımız olan, kadın hareketinin gündemlerini sürekli ve ısrarlı biçimde örgütlemektir; çünkü gücümüz, örgütlü çalışmalarımızın sürekliliğinden doğar. Aile yılı, yasalara yönelik saldırılar, şiddet, savaş ve kriz gibi gündemler 25 Kasım sonrasında da yakıcılığını koruyacaktır. Bu başlıklarda yazılamalar, bildiri dağıtımları, ajitasyon ve propaganda faaliyetleri ivmelenerek devam etmelidir. Kadın hareketinin gücü, tekil eylemlerden değil, bu eylemlerin sürekliliğini kurabilme yeteneğinden doğar.




