Önümüzdeki günlerde meclise geleceği söylenen 11. Yargı Paketi taslağı, ağırlıklı olarak LGBTİ+’ların açıkça yaşam haklarını tehdit eden yeni maddelerle Türk Ceza Kanunu ve Türk Medeni Kanunu’nda değişiklik yapılmasını öngören düzenlemeler içeriyor. Taslak, aynı zamanda “doğuştan gelen biyolojik cinsiyete ve genel ahlaka aykırı tutum ve davranışta bulunan ya da bulunmayı alenen teşvik eden, öven veya özendiren kişilerin” bir yıldan üç yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılması gibi geniş kapsamlı, yaşam tarzlarına dönük saldırıları içeriyor. Dikkat çeken diğer değişiklikler arasında, çocukların suç yaşının düşürülmesi ve cezaların artırılması var.
Son dönemde “genel ahlâk” ve “aile değerlerinin güçlendirilmesi” gibi söylemlerle kadınlara ve LGBTİ+’lara dönük artan saldırılar, ekonomik kriz ve emperyalist savaş politikalarıyla iç içe geçen toplumsal dönüşüm stratejisinin parçası. Kapitalizmin krizi derinleşirken, devletler ekonomik istikrarın ve otoriteyi güçlendirmenin yollarını sistemin en büyük sac ayaklarından olan ataerkiye daha da sıkı sıkıya sarılmakta buluyor; temel stratejilerine başvuruyor: aile politikalarına, cinselliğin, bedenin, arzunun denetimine.
Bu nedenle bugün kadınlara ve LGBTİ+’lara yönelen saldırılar, ne sağ iktidarlar kaynaklı bir gericilik ve muhafazakârlaşmayla ne salt nefret politikalarıyla açıklanamaz. Bunlar, kapitalist-emperyalist sistemin ekonomik ve siyasal krizlerinin bir sonucudur.
2000’lerin başından itibaren, dünya genelinde açığa çıkan “aileyi güçlendirme” söylemleri, hem yeniden üretimin hem de ideolojik denetimin aracı olarak şekillendi. Bu politikalar dönem dönem muhafazakârlaşma, heteronormatif baskı, LGBTİ+ düşmanlığı, göçmen düşmanlığı ve kadınların kazanılmış haklarına dönük saldırılar şeklinde belirginleşti.
Aile politikalarının dünya genelinde ekonomik krizler ve emperyalist paylaşım savaşının seyrine göre şekillenmesi bile bize bu politikaların, sistemin kendini sürdürme çabasıyla devreye sokulduğunu kanıtlıyor. Aynı zamanda ataerkinin cinsiyet çelişkilerinden değil, sınıf çelişkilerinden temellendiğini de gösteriyor.
Krizi “ailenin kutsallığı”nda gizlemek
1990’lar, Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve neoliberal politikaların yoğunlaşmasıyla şekillendi. Emperyalistler için yeni pazarlar ve ucuz işgücü kaynakları açığa çıkarken, neoliberal politikalarla aşılamayan ekonomik krizler, toplumsal yaşamda yeni düzenlemeleri yarattı. 2000’lerin başında aile, neoliberal politikaların çöküşünün üzerini örten ideolojik bir perde işlevi gördü. Kamu hizmetlerinin özelleştirildiği, iş güvencesinin ortadan kaldırıldığı, emek sömürüsünün derinleştirildiği neoliberal dönemde “aile” bir güvenlik alanı gibi sunuldu. Aile politikaları, çifte emek sömürüsünün derinleştirilmesi amacıyla da krizin yükünü azaltan bir araç olarak kullanıldı. ABD’de Bush döneminin “aile değerleri” kampanyaları, aynı dönemde Macaristan ve Polonya’da kadınların doğum yapmasını teşvik eden politikalar ve LGBTİ+’ların haklarının kısıtlanması; Fransa’da çocuk başına verilen vergi indirimleri ve çocuk bakım desteği ile düşük doğum oranına müdahale edilmesi vb.
2008 krizi sonrası bu politikalar yoğunlaşırken yeni bir biçim de kazandı. Bu dönemde, yalnızca ekonomik teşvikler değil, aile politikalarına bağlı muhafazakârlaşma da ön plana çıktı. LGBTİ+ karşıtı uygulamalar arttı; eğitimden medyaya kadar görünürlüğü azaltıcı politikalar uygulanmaya başladı; yaşam tarzına yönelik saldırılar arttı. Sağcı ideolojilerin ve buna bağlı örgütlenmeler görünürlük kazandı; kadın düşmanlığı, LGBTİ nefreti ve ırkçılık etrafında örgütlendi.
2008 krizi sonrası dünya genelindeki bu muhafazakâr “aileyi güçlendirme” eğilimi, TC’de de doğurganlık, annelik ve “millî değerler” ekseninde şekillendi. 2011’de Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığının kapatılıp yerine Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığının kurulması bunun simge adımlarından biriydi. Akabinde boşanmayı zorlaştıran düzenlemeler, kürtaja ve üreme haklarına yönelik kısıtlamalar, “ailenin korunması”na dair yasalar, nafaka tartışmaları, 3 çocuk söylemi, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması ve LGBTİ+’lara dönük yoğunlaştırılmış saldırılar ve düşmanlaştırma politikaları geldi.
Aynı dönemde, Macaristan’da hükûmet, 2010’dan itibaren “Hıristiyan aile”yi devletin ideolojik temeline yerleştirdi. “Çocuk doğuran annelere ömür boyu vergi muafiyeti”, “kadınsız aile yoktur” sloganlarıyla yürütülen politikalar, LGBTİ+’ların “çocukları yozlaştırdığı” iddiasıyla eğitimden, kültürden ve medyadan dışlanması; ABD’de Cumhuriyetçi eyaletlerde yürürlüğe konan kürtaj yasakları, “kadın bedeni üzerindeki hak devletindir” anlayışının yeniden gündeme getirilmesi; Bolsonaro’nun kadınların kazanımlarını “komünist saldırı” olarak tanımlaması gibi örnekler açığa çıktı.
Savaş hazırlığı ve ulus birliğinin aile üzerinden yeniden inşası
Tüm bu “kutsal aile” inşası, aynı zamanda ulus kimliğini de güçlendirmeye çalışan nitelikler barındırıyor ve aile birliği üzerinden milli birlik fikri de yükseltiliyordu. Kadın bedeni doğurganlıkla, cinsellik heteronormatif ahlâkla, aile ulusla yeniden yakınlaştırılmaya çalışıldı. Tüm bunlar, aynı zamanda savaşa hazırlık olarak örgütlendi. Dışarıda cepheler açılırken, içeride bedenler ve kimlikler disipline ediliyor; böylece devlet, hem ekonomik krizi bastırmayı hem de toplumu “iç ve dış düşmanlar”a karşı seferber etmeyi planlıyordu. Bu sebeple kadınların doğurganlığı, LGBTİ+’ların görünürlüğü, hattâ çocukların cinsiyet eğitimi bile bir ulusal güvenlik meselesine dönüşebiliyordu.
Bu politikalar, toplumsal hareketlerin yükselişiyle de karşı karşıya geldi. Krizin ardından dünya çapında açığa çıkan isyan dalgalarının yarattığı korkuyla bu politikalar hız kazandı.. Kadınlar ve LGBTİ+ topluluklarsa bu saldırılar karşısında geri çekilmedi; aksine pek çok ülkede bu hareketler yükselişe geçti. 2010’larda Arjantin’de Yeşil Dalga hareketi kürtaj hakkını kazandı, Şili’de anayasal eşitlik talepleri meydanları doldurdu. Polonya’da siyah elbiseli kadınlar kürtaj yasağına karşı sokağa çıktı. İspanya’da “Ni Una Menos” hareketi kitlesel bir öfkeye dönüştü. ABD’de #MeToo hareketi açığa çıktı ve dünyaya yayıldı. Türkiye’de İstanbul Sözleşmesi için kadınlar ve LGBTİ+’lar sokakları doldurdu.
“Aile gibi yaşayalım dedim, aile gibi…”
Bu yükseliş, sağ partilerin iktidara geliş dalgasıyla eşzamanlı oldu. Kriz, sadece ekonomik değil, bir yönetememe kriziydi. Bu nedenle devletler, toplumsal öfkeyi yönlendirmek için düşmanlaştırıcı nefret söylemlerini tırmandırdı. Direnişler “vatan hainliği”yle kriminalize edildi, cinsel özgürlüğü savunanlar “aile düşmanı” ilan edildi; Onur Yürüyüşleri yasaklandı; “çocukların korunması” bahanesiyle dernekler kapatıldı, ırkçı söylemler ve neofaşist örgütler yeniden devreye sokuldu. Her yasak, her saldırı, bir başka ekonomik ya da siyasal krizin üzerini örtme çabasıydı.
Pandemi de hem ekonomik krizi hem de yönetememe krizini daha da deşifre etmişti. Öte yandan pandemi bu saldırıları meşrulaştırmak, toplumsal yaşamı yeniden dizayn etmek, belli kesimlere dönük hak ihlallerini gerekçelendirmek için kullanıldı. Esnek çalışma ve evden çalışma gibi yöntemler de yine bu dönemde özellikle kadınlar üzerinden krize karşı sömürüyü derinleştirecek ekonomik bir çözüm olarak devreye sokuldu. Yalnızca emek değil, yaşam da eve çekildi. Yaşam tarzı üzerindeki müdahaleler de pandemi bahane edilerek hız kazandı.
Dış düşmanlara karşı iç düşmanları temizlemek
Emperyalist paylaşım savaşının yarattığı göç krizi de bu politikalarla birleştirildi. Göçmen karşıtlığı ve milliyetçi söylemler, toplumsal yeniden düzenlemenin tamamlayıcı unsurları olarak öne çıktı. Hepsi aynı mantığın devamıydı: Krizler üzerinden açığa çıkan kaygıları ve öfkeyi “öteki” üzerinden yönetmek, buna bağlı bir ekonomik ve kültürel düzenleme yapmak. Bu bağlam, ikinci paylaşım savaşındaki etnik temizlik ve soykırım politikalarıyla yapısal bir benzerlik taşır: Devlet, krizin yükünü belirli gruplara yükleyerek toplumsal düzeni koruma ve yeniden üretmeye çalışır. 1929 krizini aşmak ve üretimi yeniden örgütlemek için sınıf hareketini ezmek, hem de toplumu “ırksal” bir hiyerarşi temelinde yeniden disipline etmek amacıyla yasal düzenlemeler yapılmıştı. Sistem, ekonomik krizin yükünü “aşağı sınıflara” ve “ötekilere” yıkarak kendisini ayakta tutmaya çalışıyordu. Romanlar, Yahudiler, engelliler, eşcinseller gibi gruplar bu yeni “disiplin toplumu”ndan dışlandı. Onların tasfiyesi, toplumun “sağlıklı” bir bedene dönüştürülmesi olarak sunuldu. “İçerideki düşmanı temizleyen” bir ulus, “dış düşmanlara” karşı birleşmiş sayılacaktı.
Bugün devletler, benzer bir mantığı göçmenler üzerinden ve cinsiyet ve cinsel yönelim üzerinden uygulamaktadır. İnsanlık dışı “uluslararası göç planları”, aile politikaları ve LGBTİ+’ların haklarına saldıran yasalarla birlikte göçmen karşıtı, kadın düşmanı, homofobik, transfobik, ırkçı söylemler de her geçen gün daha da meşrulaştırılmaktadır.
Cinsel baskılarla otorite inşa etmek
Bu politikaların bir diğer boyutu da arzunun bastırılmasının otoritenin içselleştirilmesindeki işlevidir. Arzunun bastırılması, cinsel özgürlüğün kısıtlanması ve aile içinde otoritenin güçlendirilmesi, toplumun itaat üzerinden şekillendirilmesi çabasıdır. Wilhelm Reich faşizmin kitle psikolojisini incelerken devletlerin ekonomik kriz dönemlerinde libidonun baskılanmasına başvurduğunu ortaya koyar. Bu bir anlamda yaşamsal dürtülerin baskı altına alınmasıdır. Arzuyu kesen bir figür olarak baba temsiliyle cinsel baskılarla devletin otoriterleşmesinin benzer bir işlevi vardır. Kadın bedeninin ve cinselliğin denetimi tarih boyunca sınıflı toplumların temel mekanizmalarından biri olduğu gibi, kapitalizmde aile kurumu üzerinden bu mekanizma daha da derinleşmiştir.
Özetle, bugün artırılan saldırılar; uzun vadeli bir plan olarak ilan edilmiş “aile yılı” ve 11. Yargı Paketi de bu küresel politikaların bir parçasıdır. İçeriğindeki düzenlemeler kriz ve savaşa göre dizayn edilmiş aile politikalarının bir parçasıdır. Bu, aynı zamanda toplumsal muhalefeti baskılamak üzere, toplumun hareketli olan ve bu potansiyeli taşıyan kesimlerine dönük bir saldırıyı hedefler. Genel olarak ceza artırımları ve çocuklarının suç yaşı ve ceza indirimine dair yapılacak düzenlemeler de yine bunu gösterir niteliktedir. Bu düzenlemeler, son dönemde yükselişe geçen öğrenci hareketine karşı bir gözdağı olarak da kullanılmak üzerine şekillendirilmiştir. Çocukların suç yaşında yapılan değişiklik, keza dijital suçlar vs. üzerinden yapılmak istenen değişiklikler muhtemel ki toplumsal muhalefete karşı kullanılmak istenmekte, toplumsal hareketin parçası olan 18 yaşın altında gençler de kriminalize edilmeye çalışılmaktadır.
Bu saldırılar yalnızca ilgili kesimleri hedef almakla kalmaz; toplumun tümüne yönelik bir disiplin ve denetim mekanizması amaçlar. Arzunun, emeğin ve toplumsal dayanışmanın baskılandığı her alan, kapitalizmin yapısal krizinden çıkış stratejisinin bir parçasıdır. Dolayısıyla bu saldırılara karşı mücadele, yalnızca bu kesimlerin değil, tüm toplumun gündemi olmalıdır. Ve buna karşı mücadele, sadece bireysel hakların savunusu değil, üretim ilişkilerini dönüştürerek toplumu yeniden kurma mücadelesidir; sınıf mücadelesinden bağımsız çözülemez. Özgür ve eşit bir yaşam, gerçek bir toplumsal dönüşümse, ancak üretim ilişkilerinin dönüştürülmesiyle mümkündür.




