Aşk olsun size vazgeçmeyen çocuklar*

 “gezegenimiz sevinç duymaya
fazla elverişli değil daha.
sevinci gelecek günlerden
koparıp almamız gerekiyor.
ölüp gitmek;
zor bir şey değil bu yaşamda.
yaşamı yaratmak çok daha zor.”[1]

Özgür Üniversite Hareketi’nin 2. Kurultayında sizlerle olmak beni bahtiyar etmesi yanında, çağrışımlar zincirinde eski(meyen) günlere götürüyor.

Turgutlu’da ilkokula gittiğim ilk günü hatırlıyorum. Elimden anam tutmuştu. Avucumun içindeki o sıcaklığı hâlâ hissederim.

Okuma yazmayı öğrendiğimde yakama kırmızı kurdeleyi takan öğretmenim Macide Samur’un gözlerindeki şefkati unutmam mümkün mü?

Ya Çorum Eti Ortaokulunda ilk aşkım Güler, adıyla müsemmaydı.

Sonra Ankara Cumhuriyet Lisesindeki TÖB-DER grevinde sırtıma inen Fruko’ların ilk cop darbesi. O zamanlarda toplum polislerine Fruko derdik.

Ardından Ankara Bahçelievler’deki duvarlara heyecanla (ve biraz da belli etmemeye çalıştığım korkuyla) “Çin Yakındır!” sloganını yazdığımız günlerde tanıdığım ve geçenlerde yitirdiğimiz ölümsüz Liseli Fehmi (Erbaş) abimiz.

Bir de Bülbülderesi civarında gözaltına alınıp, nezarethanenin demir parmaklıkları, soğuğu ve tekme tokatla tanışmam…

“Yankee Go Home” haykırışımın THKO’ya duyduğu hayranlık.

Ardından 12 Mart 1971…

31 Mayıs 1971’de Nurhak’ta Sinan Cemgil, Alpaslan Özdoğan, Kadir Manga’nın…

30 Mart 1972’de Kızıldere’de Mahir Çayan, Ömer Ayna, Cihan Alptekin ile Onların…

6 Mayıs 1972’de Hüseyin İnan, Yusuf Aslan, Deniz Gezmiş’in… yüreğimde hâlâ kanayan acıları ve daha niceleri…

Sonrasında bir Ceylan Pınarı gecesinde sınırı aşıp Filistin yollarına düşmem…

Antep mahpusundan Bilecik zindanına uzanan günler…

11 yıl 23 gün 8 saatlik sürgün, ardından da Güney Kürdistan…

Ve bugün…

Sizleri görmek bunları çağrıştırdı bana; “Öptüğüm kızlar geliyor aklıma” dizeleriyle Nevzat Çelik’in…

Bir de “Bizi harekete geçirmesi gereken şey insan onurudur: Ezilenlerin onuru, ama aynı zamanda her birimizin onuru. Dayanılamaz olana katlanırsak, onurumuzu kaybederiz,” sözleri Baltasar Gracian’ın…

Ve de “Ülkenin geleceği, gençliğin geleceğinden ayrı düşünülemez. Biz ülke sorunları ile ilgilenmekle, gerçekte kendi geleceğimize sahip çıkmış oluyoruz,” haykırışı Harun Karadeniz’in…

Hadi gelin, bunları bir kenara bırakıp, soru(n)larımızdan söz ederek işimize bakalım.

* * * * *

Öncelikle Abraham Maslow’un, “Zaman zaman acı da verse, görmek kör olmaktan iyidir,” vurgusu eşliğinde ekleyelim: “Karşımızdaki, bir geleceği olduğundan hiçbir şekilde emin olamayan bir kuşaktır.”[2]

Evet, burası Türkiye coğrafyası ve burada yaşamaya, mücadele etmeye mahkûm ve mecburuz!

Her gün zam, zulüm, yeni bir skandal, sıfatı değişse de kaidesi aynı kalan yeni bir “çeteye” uyandığımız toprağımız.

Depremde yaşamını kaybeden insanların diplomalarını pazarlayanlardan emekliliği göremeden ömrü sona eren yurttaşların hak edişlerini üzerine alanlara, narkotik şube müdürü e-imzasıyla işlem yapan torbacılara, her gün akla hayale gelmeyecek sahtekârlıklar ortaya çıksa da, bunlar coğrafyamız açısından ne yeni, ne de bir  anomali!

Yenidoğan çetesinden sınav hırsızlıklarına birçok örnekte gördüğümüz üzere rejimin işleyiş biçimi halkın toprağından diplomasına kadar tüm birikimlerine çökme yoluyla elde edilen kapitalist “birikim”, çürüme hâlinin ifadesinden başka bir şey değil…

Karşımızda sahtecilik skandalıyla malûl, rüşvet ve yolsuzluk ağıyla müsemma, sahte diplomalı ya da diplomasız totaliter bir rejim var.

Kolay mı?

İnternette parayı verene diploma dağıtılan, ödeme yapanın mezun olduğu, diplomaların havada uçuştuğu bir hâlden söz ediyorum!

Bu öyle bir kokuşmuşluk ki, yüklü ödemeler karşılığında istenilen herhangi bir üniversitenin bölümünden mezun olunabiliyor!

İlkokuldan denklik belgesine kadar pek çok belge elde edilebiliyor. Fiyatlar ise şu aralıkta: İlköğretim: 10.000?.. Lise: 20.000?.. Önlisans ve Lisans: 30.000?.. Yüksek Lisans ve Doktora: 35.000?.. Denklik belgesi: 10.000?.. Sertifika ve mesleki yeterlilik belgesi: 15.000? Belgelerin ise tamamen onaylı olduğunu iddia ediyor![3]

Bu işin bir yanı! Bunu yapanlar, yani kapitalistler ise ya dinsel yanılgıları besliyorlar ya da astroloji, numeroloji, manifest, çekim yasası, mindfulness, olumlama, enerji ve frekans şifacılığı, ses terapisi, doğum haritası analizi, tarot, oracle, reiki, çakra, yoga, meditasyon, aile dizimi, kristal enerji terapisi benzeri saçmalıkları körüklüyorlar!

Belki inanmayacaksınız: Vantage Point’in araştırmasına göre, her 3 Amerikalıdan biri, yapay zekâyla “romantik ilişki” yaşıyor. Amerikalıların neredeyse üçte biri, bir yapay zekâ sohbet botuyla “samimi veya romantik bir ilişki” yaşadığını söylüyor. Yapay zekâ sohbet botlarının romantik ilişki amaçlı kullanımındaki artış, Aile Çalışmaları Enstitüsünün ABD’nin bir “Cinsel Durgunluk” dönemine girdiğini ve Amerikalı yetişkinlerin haftada bir seks yapma oranının son 15 yılda istikrarlı bir şekilde azaldığını açıklamasının ardından geldi.[4]

Evet, yaşa(tıl)dığımız çağı, yabancılaşma, yalnızlaşma çağı olarak adlandırabiliriz.

Tommaso Campanella’nın, “Dünyayı korkunç bir ahlâk bozukluğu sarmış, insanlığa tabiat yasalarına, aklın gereklerine sırt çevirmişler; kötüler iyileri tedirgin etmekte, onları boyunduruk altında inletmektedir”; Theodor Ludwig Wiesengrund Adorno’nun, “Günümüzde insanın evindeyken kendini evinde hissetmemesi bir ahlâk sorunudur,” vurgularındaki üzere çağın ekonomik ve sosyal yapısı sahiden zorlayıcı. Yerküre ve coğrafyamızın topyekûn bir çöküş yaratıyor. Her geçen gün yenisi eklenen acılarla yaşamak zorundayız. Üstelik buna alışmamız bekleniyor.

Hayır! Alışmayacağız, kabullenmeyeceğiz!

Ahmet Telli’nin dizelerindeki üzere, “Bir şeyler var değişecek/ Bir şeyler var/ Değiştirmemiz gereken/ Önce acılardan başlanacak!”

Bu kadar da değil! Andrei Tarkovski’nin, “İlkelerine bir kez olsun ihanet eden insan, hayat ile olan saf ilişkisini yitirir”; Nikos Kazancakis’in, “Her insanın kendi deliliği vardır, bana öyle geliyor ki, en büyük delilik, bir deliliğe sahip olmamaktır”; George Bernard Shaw’ın, “Yalnızca deli ve azimli olanlar dünyayı değiştirebilir”; Friedrich Nietzsche’nin, “Ve bir erdemim varsa, o da korkmayışımdır hiçbir yasaktan,” sözlerini kulağımıza küpe edeceğiz!

İnsanın yaşamı, tercihlerinin toplamıdır. Kendi olmak istediği şeydir. Onun özgürlüğü, kendisine reva görülenlere, dayatmalara karşı duruşla müsemmadır.

Sigmund Freud’ün, “İnsan öleceğini bilerek yaşamıyor. Yaşayacağını sanarak ölüyor,” diye betimlediği koşullarda insan olmak ve kalmak zor zanaattır. Ama zorunludur.

Hepimize dayatılan trajik kokuşmuşluk bir skandal değil, çürümüş kapitalist rejimin kurumsal tercih(ler)idir. Yani skandal olarak adlandırdığımız bütün olaylar rejimin doğal uzantıları. Bir tercih değil, işleyiş söz konusu.

Kapitalist vahşet olmasa bunlar olur muydu? Elbette ol(a)mazdı!

O hâlde Harriot Johnson’un, “Savunucu olun. Müdahale edin. Beklemeyi reddedin. Geri çekilmeyi reddedin. Öfkeli kalın. Değişimi talep edin. Sürekli olarak talep edin. Şimdi talep edin. Bir devrimden daha azını kabul etmeyin,” sözlerini yaşama geçirin…

Çünkü kapitalizmin bize dayattığı gençlik hâl(ler)ini başka türlü nihayete erdirmemiz mümkün değil!

* * * * *

Gençlik hâl(ler)i dedim; sözü OECD’nin “Bir Bakışta Eğitim-2025” raporuna bırakıyorum: Coğrafyamızda 18-24 yaş aralığındaki gençlerin yüzde 31.3’ü ne eğitimde ne istihdamda. Türkiye’de 25-64 yaş aralığındaki üniversite mezunlarının yüzde 24.6’sı işsiz. Hem lise mezunları (yüzde 63) hem de üniversite mezunları (yüzde 75.4) için en düşük istihdam oranına sahip OECD ülkesi.[5]

Hızla aktaralım:

Eğitim Sen’in araştırmasına göre üniversite öğrencilerinin yüzde 73’ü iş bulamayacağından korkuyor, yüzde 80’i geleceğinden endişe ediyor. Ülke öğrenciler için umut vermiyor: 5 öğrenciden 4’ü gelecekten ümitsiz.[6]

Sosyoloji Mezunları Derneğinin anketine göre, katılımcıların yüzde 96.3’ü Türkiye’deki insanların mutsuz olduğunu belirtti.[7]

Türkiye’nin en önemli sorunları sorulduğunda gençlerin yüzde 20.3’ü ilk sırada “ekonomi”, yüzde 18.1’i “adalet”, yüzde 15,7’si ise “eğitim” yanıtını veriyor ve yüzde 96.3’ü “Türkiye’nin mutsuz olduğunu” söylüyor.

İlaveten, gençlerin yüzde 52’si yaşadıkları hayattan memnun değilken, yüzde 60’ı ise kendini özgür hissetmiyor. Yüzde 61’inin gelir kaynağı da sadece ailesi.

Gençlerin yüzde 21’inin aylık eline geçen en yüksek paranın 10 bin TL ila 12 bin TL arasında olduğu belirtilirken; yüzde 5’i ise 5 bin TL ve altında bir miktarla ayı geçirmeye çalışıyor.

Gençlerin yüzde 61’i iyi bir eğitim almadığını ifade ederken, aynı zamanda yüzde 62’si kaliteli beslenmiyor.[8]

2023-2024 kesitinde yoksulluktan ötürü üniversiteyi bırakmak zorunda kalan öğrenci sayısı 300 bine yaklaştı.[9]

“10 öğrencinin 6’sı yoksul”ken;[10] ümitsiz işsizlerin 560 bini 15-24 yaş arasındaki gençlerden, 470 bini ise 25-34 yaş arasındaki bireylerden oluşuyor. Başka bir deyişle, her 100 ümitsiz işsizden 41’i 15-34 yaş arasındaki gençlerden oluşuyor; gençler bir yandan işsizliğin pençesinde kıvranırken iş bulabilenler ise eğitimleriyle uyumsuz işlerde düşük ücretlerle çalışmak zorunda kalıyor. Bu da geleceksizlik, güvencesizlik, yoksulluk anlamına geliyor. Giderek artan gençlik eylemlerinin altında bu sosyal gerçekler de yatmakta.

DİSK Araştırma Merkezinin (DİSK-AR) TÜİK verilerinden hareketle yaptığı hesaplamalara göre 2025 yılının 1. çeyreğinde ortalama geniş tanımlı işsizlik oranı 28.5 iken 15-24 yaş arası gençlerde bu oran yüzde 37.5’tir.

Eurostat verilerine göre (25-29 yaş grubunda) Türkiye, AB ülkeleri içinde en yüksek “ev genci” oranına sahip ülkedir. Türkiye’de ne eğitimde ne istihdamda yer almayanların genç nüfus içindeki payı yüzde 26.4’tür.

Genel olarak genç işsizliği ve istihdamı böyle seyrederken üniversite gençliğinde durum nedir? 2024 verilerine göre 3 milyon 133 bin açık (dar tanımlı) işsiz içinde yükseköğretim mezunlarının sayısı 966 bindir. Toplam açık işsizlerin yüzde 31’i yükseköğretim mezunudur. Lise mezunlarında da bu oran yaklaşık aynıdır. Dolayısıyla yükseköğrenim mezunu olmak kategorik olarak işsizliği azaltmıyor. Öte yandan yükseköğretim mezunlarının ezici çoğunluğunun mezun oldukları bölümlerle oldukça uyumsuz işlerde ve düşük ücretlerle çalıştıkları görülüyor.

Gençlerin mezun oldukları bölümlere uygun iş bulamaması yanı sıra bir diğer sorunu ise ücretlerin düşüklüğüdür. Cumhurbaşkanlığı İnsan Kaynakları Ofisi verilerine göre üniversite mezunu gençlerin önemli bir bölümü ilk işe girişteki ücretleri asgarî ücret ve asgarî ücrete yakın düzeyde seyretmekte.

Asgarî ücretle çalışmanın yaygınlığı Türkiye işgücü piyasasının en önemli sorunlarından biri. Merkez Bankası ve DİSK-AR verileri Türkiye’de asgarî ücret karşılığında çalışanların oranının ücretli çalışanların yarısı civarında olduğunu gösteriyor.

Bu durum üniversite mezunları açısından da çok farklı değil. Üniversite mezunu olmak birkaç bölüm dışında önemli bir ücret avantajı sağlamıyor. Üniversite mezunlarının kayda değer bir bölümü asgarî ücret ile asgarî ücretin yüzde 50 fazlası arasındaki ücretlerle çalışıyor.[11]

Bunlar böyleyken; eğitime erişemeyen, diploması varsa iş bulamayan, hiç atanamayan, barınma ve beslenme sorunuyla aç sefil tek başına bırakılan gençlik isyan ediyor, başkaldırıyor.

O hâlde şimdi hepimiz totaliter iktidarın resmi eğitim(sizlik)i karşısında, Victor Hugo’nun, “İnsan genç oldu mu geceden sıyrılan gün zaferle doludur,” sözünü hatırlamalı, hatırlatmalıyız…

* * * * *

Bütçede eğitimin payının giderek eriyip, MEB bütçesinin toplamına oranının 5 yılda toplam yüzde 2 oranında gerilediği;[12] “Okulların dinî telkin alanı oldu”ğu[13] coğrafyamızda, gerici faaliyetlerin ardı arkası kesilmiyor. Diyanet İşleri Başkanlığının “Mevlid-i Nebi Haftası” etkinlikleri çerçevesinde, din içerikli bilgi yarışmasını kazanan öğrencilere umre ziyareti vaat edildiği gibi.[14]

TÜİK verilerine göre, 15 yaş ve üzeri yetişkin nüfusta yer alan 1 milyon 501 bin 903 kız çocuğu ve kadının okuma yazma bilmediği; 6-15 yaş arası 44 bin 115 kız çocuğu ile 56 bin 17 erkek çocuğunun okuma yazmasının olmadığı[15] eğitimde utanç tablosunda MEB, Nakşi lideri Nurettin Coşan’ın kurduğu şirket ve derneklere okullarda etkinlik izni vermişti.[16]

Eskişehir Atatürk Anadolu Lisesinde Okul Müdür Başyardımcısı Osman Akarsu, Çanakkale Zaferi’nin 103. yıldönümünde kimin yazdığı belli olmayan, kendi istediği bir şiirin okunmasını ve ardından tekbir getirilmesini isteyip; buna karşı çıkan öğretmenin üzerine yürümüştü.[17]

MEB’in 11. sınıf din kültürü ve ahlâk bilgisi kitabında materyalizm, “Pahalı ev, lüks araba, yüksek makam” ideolojisi olarak tanıtılmıştı.[18]

Sonuç mu?

Yüksek Öğretim Kurumları sınavının Temel Yeterlilik Testi’nde 96.518 kişi sıfır çekmiş.[19] YÖK Atlas verilerine göre, Yükseköğretim Kurumları Sınavı’ndaki (YKS) tüm sınavlarının toplamında eksi net yapanlar üniversite kazandı. Toplamda eksi 9.5 netle edebiyata giren bile var. Eksi netle en çok girilen bölüm iki yıllık çocuk gelişimi olurken edebiyatı kazanıp hem Türkçe hem de edebiyatta sıfırın altında kalanlar dikkat çekti.[20]

Kimsenin inkâr edemeyeceği gibi sermayeye, tarikatlara teslim edilmiş bir eğitim sistemiyle yüz yüzeyiz!

Şimdi burada durup bir parantez açalım: “Resmî Eğitim(sizlik)” ile okulu deyip geçmeyin sakın ola…

Bir soruyla başlayalım: “Hapishanelerin fabrikalara, okullara, kışlalara, hastanelere ve bütün bunların da hapishanelere benzemesi şaşırtıcı değil mi?”[21]

Soruyu Pyotr Kropotkin, “Nasıl ki hapishaneleriniz bir suç okuluysa, okullarınız da tembellik okulu sizin,” diye yanıtlarken, ekler Thomas Edison: “Çocukların beyinlerini bir kalıba sokmaya çalışıyoruz. Onların, verilenleri kabul etmeleri için ısrar ediyoruz.”

Evet, gerçek olan şu: “Okullarda öğretilen her kelime burjuvazinin çıkarları için saptırılıyor. Burjuvazinin işine yarayacak hizmetkârlar olabilecek biçimde, burjuvazinin huzurunu ve keyfini kaçırmadan ona kazanç sağlayabilecek biçimde eğitim veriliyor. Okullar, genç insanların kafalarını onda dokuzu yararsız, onda biri de saptırılmış bir yığın bilgiyle dolduran bir kurumdur.”[22]

Noam Chomsky’nin meseleyi, “Okul sisteminin yalnızca itaatkâr olmayı değil, can sıkıntısına katlanmayı, oturup saate bakmayı ve sınıftan kaçmamayı da öğrettiğini fark ettim. Bu, tam olarak bir kapitalist şirkette çalışırken sahip olmanız gereken bir beceri,” diye özetlediği tabloda “Okul bir sürü beceri öğretiyor, fakat bunu yönetici ideolojiye boyun eğmeyi ya da bu ideolojinin ‘pratiğinin’ egemenliğini sağlayan biçimlerde yapıyor.” “Tüm DİA’lar, hangisi olursa olsun, aynı hedefe yönelir: Üretim ilişkilerinin yeniden-üretimi, yani kapitalist sömürü ilişkilerinin yeniden-üretimi.” “Başka hiçbir ideolojik devlet aygıtı (okuldan başka), yıllar boyunca haftanın 5-6 günü 8’er saat, kapitalist toplumsal oluşumun çocuklarının tümünü, zorunlu (ve en azından böyle olmalıdır, bedava) olarak dinleyicisi yapamaz.”[23]

Okul bunun için vardır. Elbette eğitim(sizlik)leri de…

Malum: “Soru sormaktan utanmak kötü bir eğitimin sonucudur.”[24] Oysa “Özgürleştirici eğitim çalışması idrak edimlerinden oluşur, bilgi aktarımlarından değil.”[25]

Bu bağlamda olması gereken, “Öğretmen artık sadece öğreten değil, öğrencilerle diyalogu içinde kendisine de öğretilen birisidir; öğrenciler ise kendilerine öğretilirken kendileri de öğreten kişilerdir.”[26]

“Ezenler, özgürleştirici bir eğitimi, sadece savunmakla kalmayıp ayrıca gerçekten hayata geçirselerdi, bu başlı başına bir çelişki olurdu.”[27]

Kolay mı?

“Hiçbir toplum kültürünü, bilimini, araştırma faaliyetlerini, teknolojisini ve öğretim hayatını geliştirmeden kendisini var edemez ve tüm bunlar ilkokulda başlar.”[28]

“Eğitilmiş insan uyumlulaştırılmış insandır çünkü dünyanın içine daha iyi uyar. Praksise çevirirsek bu kavram ezenlerin amaçlarına uygundur.”[29]

“Anlamadıkları bir şeyi ezbere tekrarlamalarını istemek, papağanlar yaratmaktır. Akla itaat etmeye alışmaları için çocuklara sorgulayıcı olmayı öğretin: ne kıt zekâların otoritesine ne de ahmakların geleneklerine itaat etsinler. Bilgisiz birini her önüne gelen kandırır. Hiçbir şeyi olmayan insanı her önüne gelen satın alır.”[30]

İş bu nedenle “Bir ülkenin gençlerine verilen eğitim, o ülkenin günün birinde ne olacağını önceden anlamamıza yarar.”[31]

Etienne de La Boétie’nin ifadesiyle, “Boyunduruk altında doğan insanlar, kulluk kölelik ortamı içinde büyütülüp eğitilirler”ken; eğitimin sınıfsallığı ortaya çıkar.

Çünkü sınıflı-sömürücü yapılarda “Bilim, hiç denecek kadar küçük bir azınlığın ayrıcalığı. Gerçekten de, bir işçinin oğlu on üç yaşında kömür ocağına inmek ya da babasına tarlada yardım etmek zorundaysa eğer, ‘herkes için eğitim’den söz edebilmek mümkün müdür? Gün boyu süren ve insanı ahmaklaştıran korkunç ağır bir işten sonra akşam evine bitkin bir şekilde dönen işçi için öğretim sözcüğü ne anlatır?”[32]

Elbette hiçbir şey!

* * * * *

Üniversiteler de aynısıdır elbette; coğrafyamızda ve yerkürede olduğu hâliyle!

“Nasıl” mı?

Sayıştayın, üniversitelere ilişkin 2020 Yılı Denetim Raporu’na göre, “Fakülteler âtıl liyakat hiç yok.”[33]

Her kente üniversite açan AKP, profesör bulamadı. 6 bini aşkın bölümün 1453’ünde profesör, 1050’sinde doçent yok.[34]

AKP iktidarının “Her ilde bir üniversite” politikasıyla başlayan âtıl üniversite ve fakültelere her geçen gün yenileri ekleniyor. 19 Mayıs Üniversitesi (OMÜ) Eczacılık Fakültesine yerleştirilen öğrenciler yetersiz şartlar nedeniyle Ankara Gazi Üniversitesinde öğrenim görecek. Akademik kadrosu olmayan eczacılık fakültesinin öğrencileri Ankara’ya gönderildi.[35] Ayrıca altyapı ve yeterli öğretim elemanı olmadığı için öğrencilerini Ankara Gazi Üniversitesine göndermek zorunda kalan 19 Mayıs Üniversitesi Eczacılık Fakültesinin daha önce de üç kez isim değiştirerek sekiz yıldır eğitime kazandırılamadığı ortaya çıktı.[36]

Sosyal medyada “Siyasete atılacaklar, kısa sürede Dr. unvanı alın” gibi çok sayıda reklam yer alıyor, 49 bin TL’ye diploma ve Dr. unvanı satılıyor. Diploma denilen kâğıdı ise Uluslararası Dublin Üniversitesi isimli bir şirket veriyor.[37]

Yabancı öğrencilerin parayla kaydedilmesi skandalıyla gündeme gelen Pamukkale Üniversitesi yeni bir usulsüzlükle çalkalanıyor: Sahtecilikte sınır yok![38]

Sayıştay raporlarına göre 19 Mayıs Üniversitesi (OMÜ) Sağlık Uygulama ve Araştırma Merkezi ile Diş Hekimliği Fakültesi, Kamu İhale Kanunu’na (KİK) aykırı olarak tıbbî malzeme ve ilaç aldı. Sayıştay, fakültenin “doğrudan temin” ile yaptığı, toplam bedeli 1 milyon TL’ye yaklaşan 118 alımın usulsüz olduğuna dikkat çekti.[39]

Üniversiteler için “fuhuş yuvası”, muhalefet temsilcilerine saldıranlara ise “Elleri dert görmesin” diyen Sakarya Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ebubekir Sofuoğlu’na sadece “kınama” cezası verildi.[40]

Ordu Üniversitesi Rektörlüğünden tartışmalı “performans” yönergesinde ilk maddede, yönergenin amacı, “personelin görevindeki başarısının, işteki tutum ve davranışlarının” yanı sıra “ahlâk durumu ve özellikleri” ile “kurumun başarısına olan katkılarını değerlendirmek” olarak açıklandı.[41]

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi mezuniyetinde konuşan Kaya Avşar, akademiye ilişkin sözleri sırasında Fakülte Dekanı Prof. Dr. Deniz Demiryürek tarafından sahneden indirilmek istendi.[42]

Üniversitelerde kişiye özel ilanlar son bulmazken Siirt Üniversitesinde açılan akademik kadroların şartları neredeyse bir kişiyi işaret ediyor. Üniversitenin belirlediği şartları yalnızca kurumda çalışan kişiler karşılıyor, dışarıdan kimse başvuramıyor. Örneğin İlahiyat Fakültesi Temel İslâm Bilimleri Bölümü Arap Dili ve Belagati Anabilim Dalı doktor öğretim üyesi için açılan ilanda, “İlgili alanda doktora yapmış olup, havlan kabilesinin şiirleri üzerinde çalışmaları bulunmak” şartı arandı. YÖK Ulusal Tez Merkezinde yer alan verilere göre bu çalışmayı Türkiye’de yapan tek kişi bulunuyor. Üniversitenin sitesinde aynı bölümde kadrosu görünen Dr. Öğr. Üyesi Hafel Alyounes’in “Havlan kabilesi’nin cahiliye ve İslâm dönemine ait rivayet ve şiirleri” başlıklı doktora tezi var.[43]

Yıldız Teknik Üniversitesi Gıda Mühendisliği Bölümünde açılan kadroya yerleştirilen kişinin mezuniyet notu 83.2 olarak gösterildi. Aynı kişinin notunun geçen yıl 78.6 olarak girildiği ortaya çıktı. Bölüm, “Sehven oldu” dedi. Üniversitelerde açılan kadrolara liyakatsiz kişilerin yerleştirildiği ya da adrese teslim kadro ilanları açıldığı gibi iddialar sürerken Yıldız Teknik Üniversitesinde (YTÜ) araştırma görevlisi alımında yaşananlar dikkat çekti.[44]

Hitit Üniversitesi Lisansüstü Eğitim Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Muhammed Asıf Yoldaş’ın 2006’da Niğde Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde yazdığı doktora tezine yönelik inceleme, ilk 185 sayfasının, başka yayınlarla yüzde 95 oranında benzerlik taşıdığı belirlendi. Tezde, TBMM’yi ilk tanıyan devlet olarak Ermenistan yerine Afganistan yazıldı.[45]

Dokuz Eylül Üniversitesi rektörü, Nükhet Hotar’ın uluslararası akademik çalışma sayısı sıfır. 2002’de siyasete girerek, AKP’de 14 yıl boyunca Genel Başkan Yardımcılığı görevini yürüttü… Oradan üniversite rektörlüğüne… En büyük başarısı, unutulmaz icraatı “tıp fakültesinin” içerisinde “manav” açmasıydı.[46]

Kürtçe seçmeli dersin 20 bini aşkın öğrenci tarafından tercih edilmesine rağmen MEB yalnızca 3 öğretmen kontenjanı ayırdı. DİERG Direktörü, “En az 200 ek kadro verilmeli” diye konuştu.[47]

İktidarın üniversitelere verdiği önem bütçe verilerine de yansıdı. Diyanetin, 6 aylık dönemde 55.6 milyar TL ile aralarında ODTÜ ve Boğaziçi’nin de olduğu 76 üniversitenin toplam harcaması kadar kaynak kullandığı ortaya çıktı. Diyanetin kaynak harcaması üniversiteleri geçti.[48]

Nihayet coğrafyamızda 2020 itibarıyla, 129’u devlet, 70’i vakıf olmak üzere 199 üniversite vardı. Fransa’da 85 üniversitede 184 bin 566 akademisyen ve 6 milyon 950 bin 142 dolayında lisans öğrencisi bulunuyor. 2019’da Türkiye’deki 196 üniversite rektöründen 68’inin hiç uluslararası yayını olmadığı, 71 rektörün de makalelerine hiç atıf yapılmadığı belirlendi. Öte yandan 2019 verilerine göre 78 üniversitedeki 273 bölümde profesör, doçent veya doktor unvanına sahip bir öğretim üyesi bulunmuyor. Türkiye’nin nüfusu 85 milyon, yaklaşık 7 milyon yani nüfusun yüzde 8’i üniversite öğrencisi. Fransa’nın nüfusu 68 milyon, üniversite öğrencisi sayısı 2 milyon 97 bin, nüfusun yüzde 2.9’u.[49]

Bu tabloda tüm siyasi partilerin karşı olduğunu iddia ettikleri ama yerli yerinde kalan Yüksek Öğretim Yasası, yapılan tüm “düzenlemelere” karşın “ruhunu” kaybetmedi.

* * * * *

Yani değişen bir şey olmadığı gibi, her şeyde daha ağırlaştı.

Olanlar ise gayet açık: Öğrenci ile alım-satım ilişkisine girmiş “üniversite” tabelalı ticarethaneler var ortada.

Öğrenciyi tüm masumiyetiyle “müşteri”, öğretim üyesini de tüm iyi niyetiyle, bilime, düşünceye, eğitime inancıyla içine çekip bir “beyaz-yakalı işçi” kılmış diploma fabrikaları var ortada.

Bilgi üretimini, eğitim disiplinini, eleştirel düşünceyi hiç mi hiç iplemeyen, kâr-zarar hesabı doğrultusunda ve siyasi iktidara yaranma yahut onu ürkütmeme derdinde birbiriyle yarışan girişimcilerden mürekkep bir “üniversite sektörü” var ortada…

“Üniversite” adı altında bir rezaleti yaşıyoruz; içinden, içeriden, içten mi içten şekilde hem de!..

“Eğitim-öğretim” adı altında bir bitişi, tükenişi, yok oluşu yaşıyoruz.

Jean Baudrillard’ın “simülasyon evreni”nin, yani her yerde, her alanda, her mecrada “tıpkısının aynısı benzetimler” dünyasının, “-mış gibi”liğin eğitim/bilim/üniversite eksenindeki dışavurumlarına şahitlik ediyoruz.[50]

Üniversite bu değil elbette!

Encyclopedia Britannica, üniversite sözcüğünün kökeninin Latince “universitas magistrorum et scholarium” sözcüklerinden kaynaklandığını belirtiyor; kabaca eğitmenler ve âlimler topluluğu anlamında…

Bugünkü anlamda üniversitenin ilk nüvesinin IX. yüzyılda Salerno’da (İtalya) bir tıp okulu olarak ortaya çıkmış olduğu düşünülüyor. Daha sonra XI. yüzyılda Bologna, 1150’de Paris ve XI. yüzyılın sonunda Oxford, günümüzün çağdaş üniversitelerinin öncülleri olmuş. XVIII. yüzyılın sonuna gelindiğinde üniversiteler artık çekirdek bir müfredat çerçevesinde yedi liberal sanat dalında eğitim sunmaktaymış: Gramer, mantık, retorik, geometri, aritmetik, astronomi ve müzik.

1810’a gelindiğinde ise Wilhelm von Humboldt, Berlin Üniversitesinin kuruluşuna yol açan üç temel ilkeyi duyurmaktadır: Araştırma ve eğitimin birlikteliği, eğitimin özgürlüğü ve akademinin özerkliği.

Humboldt’un son ilkesi net ve açıktır: Akademik faaliyet, devletlerin kontrolünden ve müdahalelerinden korunmalıdır. Kendisinden kırk sene sonra, 1852’de, John Henry Newman ise üniversiteyi şöyle tanımlamaktadır: “Üniversite, her yerden, her bilim dalından öğrencilerin buluştuğu yerdir. (Orası) Binlerce farklı okulun özgürce katkı sağladığı, aklın özgürce dolaştığı ve paylaşıldığı, buluşların kesinleştirildiği ve mükemmelleştirildiği, yanlışların ortaya çıkarıldığı, aklın akıl ile bilginin bilgiyle çatıştığı yerdir.”

Dolayısıyla çağdaş üniversiteler, insanlığın bin yılı aşkın bilimsel faaliyetlerinden süzülüp gelen ilkelerce biçimlenmiştir.

Üniversite kuşkucudur: Çağdaş üniversiteler bilimsel kuşku temelinde çalışır. Hiçbir dogma, hiçbir önyargı, hiçbir koşullandırma üniversiter faaliyeti yönlendiremez. “İnanç” bilime ait değildir, bilimsel olan kuşkudur.

Üniversite evrensel ve zamanlar üstüdür: Üniversitelerin zaman ufku hem kısa hem de uzun dönemi kapsar. Üniversiteler, bir yandan öğrencileri toplumun her türlü güncel gereksinimine yanıt verecek şekilde, çağdaş sorunları çözümleyebilecek becerilerle donatarak yetiştirirken, öte yandan da soyutlamalar ve belirsizliklerle yoğrulmuş araştırma alanlarında uzun soluklu, sabır ve cefa gerektiren, sonuçları belki on yıllar sonrasında alınabilecek bilim serüvenlerine girişirler.

Üniversite bütündür: Üniversitelerin bilimsel ve eğitsel faaliyetleri bir bütündür; bölünüp parçalanamaz, bir faaliyeti diğerinin önüne geçirilemez; hiyerarşi üniversitenin doğasına aykırıdır. Üniversiteler, ekonomik çıkar ve maliyet ilkelerine göre standartlaştırılmış bir ürün, fikir ya da tasarım peşinde olan işletmeler değildir. Üniversitelerin toplumsal çıktısı çok yönlü olmak zorundadır: Araştırma alanında yepyeni fikirler, daha evvelce hiç dile getirilmemiş, düşünülmemiş bilimsel uğraşlar verilirken eğitim alanında yepyeni insanlara yeni bilgiler aktarılır, yepyeni beceriler kazandırılır.

Dolayısıyla üniversitelerin temel uğraşı olarak, bilimsel çabanın başarı ölçütü ticari başarı ya da genel olarak ekonomik kazanç değildir.

Bu noktada bir anlam karışıklığının önüne geçmek için açık olmak zorundayım: Üniversiteler “bilimin merkezidir” ama faaliyetleri “inovasyonun merkezi ya da yürütücüsü” anlamına indirgenemez. İnovasyon, kâr amacı güden şirketler kesiminin, bilimsel çabanın sonuçlarını piyasa faaliyetlerine uygulama biçimi olarak ortaya çıkar. Ekonomik getiri amacıyla bilimin uygulanma biçimi üniversitelerin değil, piyasada kazanç-maliyet muhasebesi yapan şirketler kesiminin faaliyetidir ve kesinlikle üniversitenin araştırma önceliğine dönüştürülemez.

Dolayısıyla günümüzde çok popüler medyatik kavramlar olan “inovasyoncu üniversite” ya da “üniversite-sanayi işbirliği” gibi sözcükler, ancak ve ancak bilimsel çabayı odağına alan, özerk yönetimi olan ve bilimsel kuşkuculuğu ön plana koyan gerçek üniversiter çabanın bir uzantısı olarak şirketler kesiminde anlam taşıyabilir. Bilimin yönlendirilmesi veya daha geniş ifadeyle bilimsel çabaya müdahale, ister kâr amacıyla, isterse siyasi çıkarlar ya da inançlar biçiminde olsun, üniversitenin özüne aykırıdır.[51]

Çünkü Stuart Hall’ın, “Üniversite ya eleştirel bir kurumdur ya da hiçbir şeydir”; Hannah Arendt’in, “Üniversiteler, ancak toplumda iktidarın son sözü söylemediği yer olarak kaldığı sürece öğrenciler için bir temel olarak kalmaya devam eder”;[52] Gilles Deleuze’ün, “Üniversitenin rolü iş pazarına adapte etmek değildir. Bu teknik okulların işidir”; Ernesto Che Guevara’nın, “Eğitim sistemin tüm duvarlı yıkılmalı. Eğitim bir ayrıcalık olmaktan çıkarılmalı; sadece parası olanlar değil bütün çocuklar eğitim almalı,”[53] sözleriyle tanımlanır üniversite.

Oysa “Entelektüelin rolü ve üniversite hakkında ne düşünüyorsunuz?” sorusuna, Michel Foucault’nun, “1968’den sonra üniversitenin öldüğünü herkes söylüyordu. Doğru, öldü; ama bir kanser gibi; yayılarak öldü,”[54] yanıtını verdiği koordinatlarda “Öğrenciler artık kendilerini, bilgi tedarik eden ve diploma dağıtan bir montaj hattında ilerlerken üzerlerine bilginin döküldüğü nesnelerden ibaretmiş gibi hissetmektedirler.”[55]

Çok açıktır ki, “Üretimde, üretim ilişkilerinin işleyişini sağlayan şey, ideoloji ile baskının bir araya gelmesidir ve burada ideoloji egemen rol oynar.”[56]

Böylece “Üniversitedeki öğretenler/öğretim elemanlarıyla, öğrenciler arasındaki gösterge (bilgi, kültür) değiş tokuşu bir süredir, üzerine acı bir duyarsızlık astarı geçirilmiş gizli bir anlaşmaya… benzemeye başlamıştır… Bu açıdan üniversite umutsuzlukla anlamını yitirmiş bir değer konusunda, eğitim vermeye çalışan bir yer olmayı sürdürmektedir.”[57]

* * * * *

TİHV verilerine göre, 5 yılda 3 bin 12 öğrenci hak ihlâline uğradı. Bu öğrencilerden 2 bin 77’si polis operasyonları sonucu gözaltına alınıp, 152 öğrenciye 500 yıldan daha uzun süreli hapis cezaları verildi.[58] Öyleyse coğrafyamızda Friedrich Nietzsche’nin, “Yaşama karşı sorumluluğumuz daha yücesini yaratmaktır. Daha alçağını değil”; Samuel Pepys’in, “Hayır diyebilme yeteneği özgürlüğe giden ilk adımdır”; Abraham Maslow’un, “Gelişim ve ilerleme, acı ve çatışma ile sağlanabilir,” sözleriyle işaret ettikleri doğrultuda mücadele zamanıdır şimdi…

Gereksinim duyulan A, B, …, X ya da Z kuşağı değil, A’dan Z’ye mücadele cesaretine ve durumun bilincine sahip özgürlüğe eşitçe kavuşmaya kararlı bir örgütlülük ve buna inanmış mücadeledir…

Bırakın birileri “Gerçek-sonrası çağı”, “Yeni karanlık çağlar”, “Neo-feodalizm”, “Post-Marksizm” gibi söylenceleri tartışadursun… Bizim meselemiz coğrafyamızda “Nasıl direneceğiz” sorusu pratikte yanıtlamaktır.

Aziz Paul’un ifadesiyle, “Sapientiam sapientum perdam/ Bilgelerin bilgeliğini yok edeceğim” biçiminde tarif edilmesi mümkün olan obskürantizm zorbalığına karşı Prometheus olabilmektir.

Şaka değil! Türkiye’de bir üniversite rektörü “Okuma oranı arttıkça kendisine afakanlar bastığını”, “cahil, okumamış halka daha çok güvendiğini”, “Türkiye’nin geleceği için cahil nesil” istediğini söylüyor. Cumhurbaşkanı, gerçeği, olguları hiçe sayarak “eskiden, ambulans yoktu, topluiğne bile üretilemiyordu” diyebiliyor. Diyanet İşleri Başkanı, orman yangınlarına karşı yağmur duasına çıkıyor. Mahkemeler dinî kıstaslarla karar vermeye başladı. Resmî tercümanlar, başka ülkelerin misafir liderlerinin konuşmalarını sansürlüyor. Rejim, kendi eğitim sistemini yıktı, kadınları koruyan İstanbul Sözleşmesi’nden çıktı. Yandaş basın sık sık “yalan haber”, “sahte fotoğraf” üretiyor. Kısacası Türkiye, yeni bir “karanlık çağlara”, bir “cehalet dönemine” giriyor.

Bu süreç kendiliğinden durmaz, parşömene damlayan siyah bir mürekkep gibi, lekesi yayılmaya, her yeri kaplamaya, tüm renkleri kirletmeye devam eder. Bu sürecin karşısında sürekli “olguları”, “gerçeği” hatırlatmak, eğer bu hatırlatma güçlü bir toplumsal hareketle, bilime, mantığa, felsefi düşünceye önem veren karşıt bir kültürel dalgayla desteklenemiyorsa, dönüştürücü bir etki yapamaz. Sosyal medya mesajlarından, sert demeçlerden öte, gerçek, doğrudan, kitlesel bir direniş sergilemek gerekiyor.[59]

Boğaziçi Üniversitesi akademisyenlerinden Prof. Dr. Betül Tanbay’ın, “Vasıflı gençlikten korkuluyor,”[60] diye işaret ettiği gençler, siz bunu yapıyorsunuz; bunun için de çok değerlisiniz.

* * * * *

Bu konuda II. Albdülhamid’in emriyle Sarayburnu’ndan denize atılan muhalif Tıp öğrencilerinden ’68’lere uzanarak hepimize Samed Behrengi’nin, “Herkes ölür ama yalnızca bazıları gerçekten yaşar,” sözlerini hatırlatan örnekler bugünlere taşıdığımız geleneğimizdir.

’68, XX yüzyılın en önemli dönüm noktalarından birisidir. Sadece coğrafyamız açısından değil dünya çapında yerleşik taşların yerinden oynadığı, klasik dengelerin sarsıldığı tarihsel bir dönüm noktasıdır.

İyi de ’68 ruhu nedir? Asıl sorulması gereken ve bugün en fazla hatırlamaya ihtiyaç duyduğumuz soru(n) buradadır.

’68 sadece burjuvazinin egemen sistemine meydan okuma, mevcut rejimden bir kopuş, ona karşıtlık değildir. ’68 elbette egemen sınıfa ve onun devletine meydan okumakta cisimleşmekle birlikte aynı zamanda kendisini solda tanımlayan, solcu/sosyalist olduğunu iddia eden geleneksel siyaset tarzından, geleneksel siyaset anlayışından da bir kopuştur.

’68’in aslî karakteristik özelliği, Marksizm-Leninizmin “Önce eylem vardı” düsturunu kendisine rehber almasıdır. ’68 bu anlamda eylemin ateşi içerisinde doğmuş, eylemi rehber alan bir kopuştur.

Yapılması gereken ise, “Bizim 68’lilerin önceliği Atatürk’ten sonra yarım kalan devrimlerin tamamlanmasıdır,”[61] saçmalığına aldırmadan “Yolumuz işçi sınıfının yoldur” diyerek Birleşik Emek Cephesi mücadelesi saflarında yerinizi almaktır.

Öyleyse hepimiz yeniden doğmalıyız, sonra bir daha ve bir daha…

Çünkü insan(lık), her zaman umut etme gücüne sahiptir ve bunu asla yitirmemelidir; umutsuzluk ise, insanın en büyük düşmanıdır.

Umudu yaratmalıyız. Malum: Boyun eğme bitince zorbalık da nihayete erer. Zorbalık, kölenin yarattığıdır; itaat bitince o da biter. Yeter ki biz dizlerimiz üstüne çökmektense ayağa kalkalım.

İşte tam da bunun için Ernesto Che Guevara, “Biz hiçbir savaşı kaybetmedik. Çünkü uğrunda savaştıklarımızdan hiçbir zaman vazgeçmedik,” derken; ekler Diljin Kovexî, “Hikâyesi olmayan insanlara asla güvenmeyin, çünkü onlar hayata bulaşmaktan korkan renk körleridir…”

Unutulmamalıdır ki yerkürede cesarette daha inatçı ve yenilemez bir şey yoktur, olamaz da.

O hâlde sözlerimi Jean Paul Sartre’ın, ’68’deki sözleriyle noktalıyorum:

“Eyleminizde ilginç olan, hayal gücünü iktidara taşıması. Herkes gibi sınırlı bir hayal gücünüz var, ama büyüklerinizden çok daha fazla fikriniz var. Bizse öyle şekillenmişiz ki, neyin mümkün, neyin mümkün olmadığına dair kesin bir fikre sahibiz.

“Bir hocaya sorsanız, mutlaka şöyle diyecektir: ‘Sınavları kaldırmak mı? Asla.

“ ‘Belli düzenlemeler yapılabilir, ama kaldıramayız!’ Neden? Çünkü hayatının yarısı boyunca sınavlara girdi.

“İşçi sınıfı sık sık yeni mücadele araçları tasavvur etti, ama her zaman içinde bulunduğu durumun şartlarına göre. 1936’da fabrika işgallerini keşfetti, çünkü seçim zaferini sağlama almak ve bundan faydalanmak için tek silah buydu.

“Bugünkü öğrenci hareketinin çok daha zengin bir hayal gücü var, Sorbonne’un duvarlarında okuduğumuz sloganlar bunu kanıtlıyor. Sizlerden toplumumuzu bugünkü toplum yapan her şeyi yadsıyan, altüst eden, hayrete düşüren bir şey çıktı. Bunu mümkünler alanının genişletilmesi olarak adlandırıyorum. Vazgeçmeyin.”

8 Ekim 2025, Muğla.

*18 Ekim 2025’te Özgür Üniversite Hareketi’nin İstanbul’daki 2. Kurultayında yapılan konuşma.

[1]           Vladimir Mayakovski.

 

[2]           Hannah Arendt, Şiddet Üzerine, çev: Bülent Peker, İletişim Yay., 1997.

 

[3]           Berfin Açıkbaş, “Sahte Diploma Pazar Parsayı Ver Diplomayı Al”, Sözcü, 27 Temmuz 2025, s. 14.

 

[4]           Mike Bedigan, “Her Üç Amerikalıdan Biri, Yapay Zekâyla ‘Romantik İlişki’ Yaşıyor”, 3 Ekim 2025… https://www.indyturk.com/node/765816/

 

[5]           “OECD Raporu: Türkiye’de Gençlerin Yüzde 31.3’ü Ne Eğitimde Ne İstihdamda; Üniversite Mezunlarının Yüzde 24.6’sı İşsiz”, 13 Eylül 2025… https://t24.com.tr/haber/oecd-raporu-turkiye-de-genclerin-yuzde-31-3-u-ne-egitimde-ne-istihdamda-universite-mezunlarinin-yuzde-24-6-si-issiz,1261151

 

[6]           “5 Öğrenciden 4’ü Gelecekten Ümitsiz”, Birgün, 8 Ekim 2024, s. 7.

 

[7]           Rengin Temoçin, “Gençler Umudunu Kesti”, Cumhuriyet, 28 Kasım 2022, s. 4.

 

[8]           “Umutsuz Bir Nesil Yarattılar”, Birgün, 19 Şubat 2025, s. 8.

 

[9]           Duygu Ayber Gültekin, “Yoksulluk Nedeniyle 300 Bin Genç Okulu Bırakmak Zorunda Kaldı”, 17 Eylül 2025… https://www.evrensel.net/haber/571709/yoksulluk-nedeniyle-300-bin-genc-okulu-birakmak-zorunda-kaldi

 

[10]          “10 Öğrencinin 6’sı Yoksul”, Cumhuriyet, 27 Eylül 2023, s. 3.

 

[11]          Aziz Çelik, “İşsiz, Geleceksiz ve Yoksulluğa Mahkûm”, Birgün, 19 Mayıs 2025, s. 5.

 

[12]          Mustafa Bildircin, “Bütçede Eğitimin Payı Giderek Eriyor”, Birgün, 19 Ekim 2023, s. 10.

 

[13]          Kayhan Ayhani, “Okullar Dini Telkin Alanı Oldu”, Birgün, 21 Mayıs 2025, s. 8.

 

[14]          “Umre Ödüllü Yarışma”, Cumhuriyet, 11 Mart 2024, s. 6.

 

[15]          Sefa Uyar, “Eğitimde Utanç Tablosu”, Cumhuriyet, 31 Ekim 2023, s. 3.

 

[16]          Ozan Çepni, “Eğitimde Nakşi Dönemi”, Cumhuriyet, 14 Ocak 2020, s. 6.

 

[17]          Can Hacıoğlu, “Tekbirli Şiir İstedi”, Cumhuriyet, 21 Mart 2018, s. 2.

 

[18]          Ozan Çepni, “Kitabına Göre Materyalizm”, Cumhuriyet, 22 Ağustos 2019, s. 8.

 

[19]          Orhan Bursalı, “Eğitimin İflası, Üniversitesinin de…”, Cumhuriyet, 24 Temmuz 2022, s. 6.

 

[20]          Mustafa Kömüş, “Eksi Dokuz Netle 4 Yıllık Üniversite”, Birgün, 29 Kasım 2023, s. 5.

 

[21]          Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu, çev: Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Kitabevi Yay., 1992.

 

[22]          V. İ. Lenin, Din Üzerine, çev: Süheyla Kaya-İsmail Yarkın, İnter Yay., 1998.

 

[23]          Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, çev: Alp Tümertekin, İthaki Yay., 2006.

 

[24]          Ernst Alexander Rauter, Düzene Uygun Kafalar Nasıl Oluşturulur?, çev: Merlin Ecer, Gözlem Yay., 1976.

 

[25]          Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev: Erol Özbek-Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yay., 1991.

 

[26]          yage.

 

[27]          yage.

 

[28]          Paulo Freire, Kültür İşçileri Olarak Öğretmenler-Öğretmeye Cesaret Edenlere Mektuplar, çev: Çağdaş Sümer, Yordam Kitap Yay., 2019.

 

[29]          Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev: Erol Özbek-Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yay., 1991.

 

[30]          Eduardo Galeano, Aynalar-Neredeyse Evrensel Bir Tarih, çev: Süleyman Doğru, Sel Yay., 2009.

 

[31]          Gustave le Bon, Kitleler Psikolojisi, çev: Hasan İlhan, Yamur Yay., 1974.

 

[32]          Pyotr Alekseyeviç Kropotkin, Ekmeğin Fethi, çev: Mazlum Beyhan, Öteki Yay., 1999.

 

[33]          Mustafa Kömüş, “Fakülteler Atıl Liyakat Hiç Yok”, Birgün, 30 Eylül 2001, s. 6.

 

[34]          Mustafa Kömüş, “1453 Bölümde Profesör Yok”, Birgün, 5 Ağustos 2024, s. 8.

 

[35]          Cemil Ciğerim, “Tabela Üniversitesi”, Cumhuriyet, 18 Mart 2022, s. 3.

 

[36]          Cemil Ciğerim, “Samsun’daki ‘Hayalet’ Fakültenin Üç Kez İsmi Değiştirildi”, Cumhuriyet, 19 Mart 2022, s. 3.

 

[37]          İsmail Arı, “49 Bin TL’ye Dr. Unvanı Satılıyor”, Birgün, 3 Aralık 2023, s. 3.

 

[38]          Sena Tufan, “Sahtecilikte Sınır Yok!”, 28 Aralık 2023, s. 6.

 

[39]          Sarp Sağkal, “19 Mayıs Üniversitesi’ndeki Usulsüzlükleri Sayıştay Ortaya Çıkardı”, Cumhuriyet, 14 Ekim 2021, s. 3.

 

[40]          Hüseyin Şimşek, “Üniversiteye ‘Fuhuş Yuvası’ Dedi, ‘Kınama Cezası’ Aldı”, Birgün, 8 Mart 2023, s. 13.

 

[41]          Sefa Uyar, “Ahlâk Bekçiliği Tepkisi”, Cumhuriyet, 4 Mart 2022, s. 5.

 

[42]          “Dekan Susturamadı”, Cumhuriyet, 7 Temmuz 2022, s. 8.

 

[43]          Berkay Sağol, “Üniversitede İşler İçeride Dönüyor”, Birgün, 4 Temmuz 2025, s. 8.

 

[44]          Seyhan Avşar, “Üniversitede Bir ‘Sehven’ Rezalet Daha!”, Cumhuriyet, 26 Kasım 2020, s. 4.

 

[45]          Mustafa Bildircin, “Enstitü Müdürünün Doktora Tezinin Yüzde 95’i İntihal”, Birgün, 7 Aralık 2001, s. 6.

 

[46]          Murat Muratoğlu, “Bir Mülteci Üniversitesi Eksikti!”, Sözcü, 9 Ağustos 2021, s. 7.

 

[47]          “20 Bin Öğrenciye 3 Öğretmen”, Birgün, 16 Temmuz 2022, s. 6.

 

[48]          Mustafa Bildircin, “Bilime Değil, Dine Yatırım Dönemi”, Birgün, 24 Ağustos 2024, s. 8.

 

[49]          Özdemir İnce, “Gecekondulaşan Üniversite”, Cumhuriyet, 12 Eylül 2023, s. 3.

 

[50]          Tayfun Atay, “Üniversite Pazarı”, Cumhuriyet, 6 Ağustos 2018, s. 2.

 

[51]          Erinç Yeldan, “Üniversite Nedir, Ne Değildir?”, Cumhuriyet, 20 Ocak 2021, s. 11.

 

[52]          Hannah Arendt, Şiddet Üzerine, çev: Bülent Peker, İletişim Yay., 1997.

 

[53]          Ernesto Che Guevara, Gerçekçi Ol İmkânsızı İste, çev: Yusuf Kenan Canol, Altın Post Yay., 2016, s. 7.

 

[54]          Michel Foucault, İktidarın Gözü, çev: Işık Ergüden, Ayrıntı Yay., 2007.

 

[55]          George Ritzer, Toplumun Mcdonaldlaştırılması- Çağdaş Toplum Yaşamının Değişen Karakteri Üzerine Bir İnceleme, çev: Akın Emre Pilgir, Ayrıntı Yay., 2016.

 

[56]          Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, çev: Alp Tümertekin, İthaki Yay., 2006.

 

[57]          Jean Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, çev: Oğuz Adanır, Doğu Batı Yay., 2010.

 

[58]          “152 Öğrenciye Beş Yılda 500 Yıl Hapis Cezası Vermişler”, 13 Nisan 2021… https://www.birgun.net/haber/152-ogrenciye-bes-yilda-500-yil-hapis-cezasi-vermisler-341051

 

[59]          Ergin Yıldızoğlu, “Ya Bilgi Ya Cehalet”, Cumhuriyet, 23 Ağustos 2021, s. 11.

 

[60]          İpek Özbey, “Tanbay: Vasıflı Gençlikten Korkuluyor”, 11 Ekim 2021, s. 9.

 

[61]          Şükran Soner, “Bizim 68’lilerin Önceliği: Atatürk’ten Sonra Yarım Kalan Devrimlerin Tamamlanması”, Cumhuriyet, 11 Temmuz 2023, s. 9.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz