Yılbaşı gecesini masallardan gerçeğe çeviren isyanlar ve devrimler

Fındıkkıran ve Fare Kral’ın öyküsünü bilir misiniz? Bir yılbaşı gecesi gözünü kendisine alınan oyuncaklardan kırık dökük bir fındıkkırana çeviren Marie, o gece çıktığı yolculukta, yedi başlı Fare Kral’la Fındıkkıran’ın savaşına tanık olur. Yedi başlı Fare Kral’ın gücü karşısında çaresiz görünen Fındıkkıran, bu savaşı tüm diğer oyuncakların canlanıp ona katılması ve Marie’nin yardımıyla kazanacaktır. Sabah olduğundaysa fındıkkıran ve diğer oyuncaklar bir gece önceki gibi yılbaşı ağacının altında öylece durmaktadır. Gece yaşanan büyük savaş, sabah olduğunda hiç yaşanmamış gibi görünür. Salon yeniden sessizdir, oyuncaklar cansızdır, her şey eski düzenine dönmüştür. Marie ise gördüklerinin bir rüya veya çocukça bir hayal değil, gerçek olduğuna inandırmaya çalışır herkesi. Yetişkinler ona inanmasa da rüyayla gerçeğin birbirine karıştığı o yeni yıl sabahında, Marie için yalnızca takvim değil, başta kendisi olmak üzere birçok şey değişmiştir artık.

Tarih de isyancı oyuncak ordusuyla zalim kralların çarpıştığı yılbaşı geceleriyle doludur. Ancak masallardan farklı olarak bu gecelerde sabah, her zaman eski düzenle gelmez. Bazı yılbaşı gecelerinde Fındıkkıranlar gerçekten kazanır, Fare Krallar düşer ve değişen yalnızca takvim değil, tarihin kendisi olur.

1 Ocak 1804

1804’ün yılbaşı gecesinde gerçekleşen de buydu: Haiti Devrimi, tarihte kölelerin savaşarak özgürlüklerini kazanıp kendi devletlerini kurdukları ilk ve tek köle isyanıydı. Fransız Devrimi’nin Avrupa’da “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” masalını yaydığı dönemde, bu ideallerin Fransa’nın sömürgelerindeki sınıfsal ve ırksal eşitsizlik ve sömürü tablosuyla nasıl çeliştiğini ortaya koyuyordu.

1789 yılında Avrupa, Fransız Devrimi’yle sarsılırken, Fransa’nın en zengin sömürgesi olan Saint-Domingue (bugünkü adıyla Haiti) dünyanın şeker ihtiyacının %40’ını tek başına sağlıyordu. Adadaki köle sayısı, tüm Karayipler’deki köle sayısının yarısıydı. İnsanlıkdışı koşullarda çalıştırılan kölelerin ölüm hızı doğum hızından yüksek olduğu için Afrika’dan köle ticareti de hâlâ sürmekteydi. 18. yy boyunca Haiti, çok kez köle isyanlarına sahne oluyor, çiftliklerden kaçan köleler ormanlarda örgütlenerek şeker ve kahve plantasyonlarına saldırılar gerçekleştiriyorlardı. 

Bağımsızlık talebi ilk aşamada Fransa’ya yüksek vergiler ödemek istemeyen beyaz plantasyon sahipleri tarafından dile getirilmişti. Ancak bu sınıfın Fransız monarşisi ve İngiltere ile kurduğu ilişkilerin farkında olan köleler, onların önderliğinde gerçekleşecek bir bağımsızlığın kendi yaşam koşullarını iyileştirmeyeceğini, aksine sömürü ve baskıyı derinleştireceğini kavramışlardı.

22 Ağustos 1791’de, kuzeydeki plantasyonlarda başlayan büyük köle ayaklanması, kısa sürede silahlı bir devrime dönüştü; isyancılar plantasyonlara saldırarak 10 gün içinde kuzey kıyılarının denetimini ele geçirdi ve hareket tüm adaya yayıldı. 

1792’de sömürgelerinde açığa çıkan isyanlarla sıkışan Fransa, koloniler dâhil herkesin ırkından bağımsız, eşit ve özgür olduğunu ilan etti; ancak kölelik kaldırılmadı. Buna karşılık isyancılar plantasyonları yakıp yıkarak köleliği fiilen ortadan kaldırdı. Hareketin askerî önderi Toussaint Louverture, 1801’de komşu ada Santo Domingo’yu da işgal ederek köleleri özgürleştirdi ve aynı yıl Haiti’de özerklik ilan ederek, bir anayasa açıkladı. Buna karşılık Napolyon Bonapart, Fransız egemenliğini ve köleliği geri getirmek amacıyla büyük bir ordu gönderdi. Ancak bu ordu, hem köle ordusu hem de sarıhumma nedeniyle ağır yenilgiye uğradı. Toussaint’ın 1802’de tuzağa düşürülmesi ve Fransa’da öldürülmesinin ardından savaş, Jean-Jacques Dessalines önderliğinde bağımsızlık hedefiyle devam etti. 18 Kasım 1803’te Fransız ordusu kesin olarak yenildi. 

1 Ocak 1804’te Dessalines, Gonaïves’te adanın bağımsızlığını ilan ederek ülkeye yerli dilinde “dağlık ülke”, “yüksek yer” anlamlarına gelen “Haiti” adını verdi:

“Haiti’nin yerlileri, kaderim bir gün uğruna kurbanlar verdiğiniz kutsal değerin nöbetçisi olmakmış. Onu korudum, onun için savaştım; kimi zaman tek başıma. Bana emanet ettiğiniz bu kutsal emaneti bugün sizlerin ellerine teslim edebildiysem, onu korumak artık sizlere düşüyor…

“Generaller ve önderler, ülkemizin mutluluğu için çevremde toplanan sizler; gün gelmiştir. Şanımızı sonsuza dek yaşatacak gün gelmiştir: bağımsızlık günümüz. Eğer aranızda ılık yürekli biri varsa, buradan uzaklaşsın; bizi birleştirecek bu yemini dile getirmeye cesaret edemesin.

“Gelin, bütün evrenin, gelecek kuşakların, kendi vicdanlarımızın önünde ant içelim: Fransa’yı sonsuza dek reddediyoruz ve onun egemenliği altında yaşamaktansa ölmeyi seçiyoruz. Ülkemizin bağımsızlığı için son nefesimize kadar savaşacağımıza yemin edelim!” (Gonaïves, 1 Ocak 1804).

  1. T. A. Hoffmann’ın “Fındıkkıran ve Fare Kral” öyküsündeki farenin Napolyon’u ve yedi başının da yedi kabine üyesini temsil ettiği iddia edilir. Bunun aslı var mıdır bilinmez; ama ilginçtir; Haiti Devrimi’nin önüne geçemeyen Napolyon’un yenilgisi, bundan on yıl sonra yine bir yılbaşında geri dönülmez hâle geldi. 1 Ocak 1814 gecesi Altıncı Koalisyon orduları Fransa topraklarına girdiğinde, Napolyon hâlâ tahttaydı; ancak bu kez savunmada olarak. Ve masal çoktan bitmişti.

Haiti Devrimi, Latin Amerika’daki bağımsızlık hareketleri ve kölelik karşıtı mücadeleler için ilham kaynağı oldu. Bu zafer, sömürge düzeninin kaçınılmaz olmadığını ve yıkılabileceğini somutladı. Bu ilham yine yeni bir yılın eşiğinde bir ittifaka dönüşüyordu: 1 Ocak 1816’da Simón Bolívar, İspanyol sömürgeciliğine karşı yürüttüğü mücadele sırasında Haiti’ye sığındı ve askerî destek aldı. 

Haiti’nin devrimci şiddetle kazandığı özgürlük, 59 yıl sonra, köleci düzenin ekonomik ve yapısal krizleri ve kölelerin tarihsel özne olarak müdahalesiyle, köleliğin devlet politikası olarak savunulamaz hâle gelişini zorunlu kıldı. Lincoln’ün 1 Ocak 1863 Özgürlük Bildirgesi de bunun sonucuydu.

1 Ocak 1919

1 Ocak 1918’e gelindiğinde tarihte ilk kez bir halk, yeni bir yıla sosyalizm bayrağı altında giriyordu. Bu, yalnızca Rusya için değil; dünya tarihi için de bir eşiğin aşılmasıydı: Artık işçi sınıfı tarih sahnesine iktidar sahibi bir özne olarak çıkmıştı. Ancak Sovyet iktidarı, 1919 yılını çok cepheli bir iç savaşın ortasında karşılarken, Avrupa’nın merkezinde, savaşın ve imparatorlukların yıkıntıları arasında, devrimin yayılıp yayılmayacağı sorusu öncelik kazanmıştı.

  1. Dünya Savaşı’nın yenilgisiyle Almanya’da; kıtlık, savaş ve sefalet koşulları ülke genelinde tepkilere yol açarken, halk savaştan sorumlu tuttuğu II. Wilhelm’in tahttan inmesini talep ediyor; asker artık savaşmak istemiyordu. 3 Kasım’da Kiel’de denizcilerin isyanıyla başlayan hareket, kısa sürede ülke geneline yayıldı; işçi ve askerler, Ekim Devrimi’nden esinlenerek konseyler kurmaya başladı. 9 Kasım 1918’de imparator tahttan çekilmeye zorlandı ve aynı gün Berlin’deki iktidar boşluğu, SPD’nin öncülüğünde kurulan Halk Temsilcileri Konseyi ile hızlıca dolduruldu. Bu geçici hükûmet, devrimi büyütmek yerine parlamentarizmle sınırlandırmayı hedefliyordu.

SPD’nin bu tutumu yeni değildi. 1912’de II. Enternasyonal’de alınan savaş karşıtı kararların, SPD tarafından 1914’te terk edilmesi, bu kırılmanın en belirgin anıydı. Savaşla birlikte militarizmi destekleyen SPD, “ulusal birlik” politikasıyla sınıf mücadelesini askıya aldı; savaş boyunca grevleri bastırdı ve muhalifleri tasfiye etti. Rosa Luxemburg, Bernstein’ın revizyonizmine karşı yürüttüğü teorik mücadeleyle uzun yıllar SPD’nin muhalif kanadındaydı; ancak kopuş 1914’te derinleşti. Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht savaş karşıtı tutumları nedeniyle hapse atıldı; Spartaküs Birliği bu dönemde devrimci bir hizip olarak açığa çıktı.

İktidara gelen geçici hükûmetin karşı-devrimci şiddeti artırmasıyla Spartakistler, 1 Ocak 1919 günü Almanya Komünist Partisini (KPD) kurarak bu kopuşu açıkça ilan ettiler. O gün, Rosa Luxemburg erken ve hazırlıksız bir ayaklanmaya karşı uyarılarda da bulunmuştu. Ancak Berlin’deki gelişmeler süreci hızlandırdı. “Ebert’in Kanlı Noeli” olarak bilinen katliamda işçilere karşı şiddet uygulamaktan kaçınan SPD’li Berlin polis şefinin geçici hükûmet tarafından görevden alması Spartakist Ayaklanma’yı tetikledi. Bu karar, kitlesel eylemlere ve grevlere yol açtı; silahlı bir ayaklanmaya dönüştü. Yüz binlerce işçi sokağa çıktı, kamu binaları işgal edildi. Ancak merkezi bir komuta ve strateji yoktu. Hükûmet, savaştan dönmüş askerlerden oluşan paramiliter Freikorps birlikleriyle ayaklanmayı kanlı biçimde bastırdı. 

15 Ocak 1919’da Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht yakalanarak Freikorps’a teslim edildi. İşkenceyle sorgulanan iki devrimci, aynı gece öldürüldü. Liebknecht için “kaçmaya çalışırken vuruldu” denildi; Rosa’nın cesedi ise Landwehr Kanalı’na atıldı. Bu cinayetler apaçık devrimin bastırılması çabasıydı. Yılbaşı günü KPD Kuruluş Kongresinde yaptığı konuşmada Rosa Luxemburg’un söyledikleri yakın ve uzak geleceğe ışık tutmuştu:

“Kaleme aldığı en son yazılarından birinde Lessing, daima ilgimi çekmiş olan şu sözleri söylemişti: ‘Mutluluğu ve hayatı, hakikat uğruna kurban etmenin bir görev olup olmadığını bilmiyorum… Ama eğer hakikati öğretmek istiyorsak; onu ya bütünüyle öğretmek ya da hiç öğretmemek istiyorsak; onu açık ve kesin olarak, bilmeceye kaçmadan, ihtiyatla davranmadan, onun gücüne güven duyarak öğretmek istiyorsak, bunu yapmanın bizim görevimiz olduğunu biliyorum… Çünkü hata ne kadar büyük olursa, hakikate götüren yol da o kadar kısa ve düz olur; öte yandan son derece ince bir hata, hakikate erişmemizi sonsuza dek engelleyebilir ve bunun bir hata olduğunu kavramamız da o ölçüde güçleşir… İnsanlığa gerçeği çeşitli maskeler ya da boyalar altında ilettiğini sanan biri, ancak gerçeğin pezevenkliğini yapabilir. Ama onu asla sevemez.’

“Yoldaşlar! Bay Haase, Dittmann ve yandaşları, devrimi bir meta hâline getirdikleri sosyalizmi insanlığa çeşitli maske ve boyalar altında sunmak istediler; böylece karşıdevrimin pezevenkleri olduklarını kanıtladılar. Bugün artık bu tür belirsizliklerden kurtulduk. Bugün Alman halk kitlelerinin önünde duran, Bay Ebert ve Scheidemann’ın hayvansı ve iğrenç gövdesidir. Bugün en budala kişi bile bu malı tanıyabilmektedir: bu, karşıdevrimin ta kendisidir.” (Berlin, 31 Aralık 1918).

Almanya’da devrimin bastırılması, aşırı sağın ve faşizmin yükselişine de zemin hazırlayan tarihsel bir kırılmaydı. Tarihte bazı yenilgiler sonraki kuşaklara bırakılmış sert uyarılardır. Tıpkı Fındıkkıran’da olduğu gibi. Sabah olduğunda oyuncaklar cansızlaşıp her şey eski yerinde görünse de Marie artık değişmişti ve hata ve hakikat arasındaki bağı görüyordu.

1 Ocak 1959

Kırk yıl sonra, yine yeni bir yılın eşiğinde, silahlar ele alınmış ve tiranlara karşı doğrultulmuştu. Bir savaş, zaferin eşiğinde olsa da henüz gözümüzü Karayipler’e değil, Afrika’ya çevireceğiz. Çünkü 1959’un ilk saatlerinde Kamerun’da UPC militanları da Fransız sömürge yönetimine karşı silahlı mücadeleyi başlattıklarını ilan ediyordu.

Almanya’nın sömürgesi olan Kamerun, I. Dünya Savaşı yenilgisi sonrası Fransa ve Britanya arasında, sömürgeciliğin yeni icadı olan Milletler Cemiyeti mandası adı altında paylaştırıldı. 1948’de kurulan UPC’nin (Kamerun Halk Birliği) temel talepleri, Kamerun’un derhal ve gerçek bağımsızlığı, Fransa ve Britanya yönetimindeki Kamerun’un birleşmesi ve sömürgeci ekonomik ilişkilerin tasfiyesiydi. Hareket; kent emekçileri, köylüler ve sendikalarla güçlü bağlar kurdu; anti-emperyalist ve halkçı bir çizgideydi. 22 Nisan 1955’te tek taraflı bir bağımsızlık manifestosu olarak “Komün Bildirisi”ni yayınladı. Kamerun’un büyük şehirlerinde gerçekleşen ayaklanmaların ardından, Fransa UPC’yi resmen yasakladı. Liderleri tutuklandı, sürgüne gönderildi veya öldürüldü. Bu karar ve direnen halka karşı askerî müdahalenin onaylanmasına karşılık 1956’da UPC, partilerinin silahlı bir kolunu kurdu. 1 Ocak 1959’da da Kamerun’un bağımsızlığı için savaş başlattığını açıkladı.

1 Ocak’ta başlayan ayaklanmada, Bamileke bölgesinde yoğunlaşan silahlı eylemler, uzun soluklu bir halk savaşının başlangıcını işaret ediyordu. Fransız ve yerel ordular çok sert bir saldırı uyguladı; kimi kaynaklara göre yüz binlerce kişi hayatını kaybetti. Afrika’da açığa çıkacak devletlerin Sovyetler ve Çin’le yakınlaşmasından korkan ABD’nin de siyasal desteğiyle, hareketi bastırmak adına bir yıl sonra 1 Ocak 1960’ta Kamerun’a resmen bağımsızlık verildi ve iktidar, Fransa’nın desteklediği Ahmadou Ahidjo’ya emanet edildi. UPC önderliğinde önce Fransız sömürge yönetimine karşı bir bağımsızlık mücadelesi olarak başlayan savaş, resmi bağımsızlığın ardından bir iç savaş olarak 1971 yılına kadar devam etti: 

Bir Afrika ülkesinin ulusal özlemlerine karşı, Afrikalı delegelerin iradesine rağmen alınan bu karar, Amerikan yöneticilerinin söylemlerinde durmadan başvurdukları sözde ‘anti-sömürgecilik’in ne kadar boş olduğunu göstermiştir. Bu tutumun en önemli sonucu ise, Afrika halklarına, ülkemiz için tasarlanan bağımsızlığın gerçek kapsamını açıkça göstermiş olmasıdır. Cezayir örneğinde olduğu gibi, Amerikan hükûmeti Kamerun’daki savaşta da ağır bir sorumluluk taşımaktadır… 1 Ocak’tan itibaren Kamerun, yalnızca adı konmuş bir bağımsızlığa sahip olacaktır. Bu halk, büyük ekonomik kaynaklarla dolu bir ülkede çıplak kalmaya ve açlıktan ölmeye devam edecektir. Okuma yazma bilmezlik sürecektir…

“Artık soru, kazanıp kazanmayacağımız değildir; soru, ne zaman kazanacağımızdır. Son zaferimizden tek bir an bile şüphe edebilir miyiz, uzun ve çetin bir mücadelenin ardından ülkelerinde yönetici kılığına bürünmüş tüm emperyalist yaratıkları süpürüp atmayı başarmış halkların yakın örnekleri gözümüzün önündeyken? Sekiz yıl süren Hindiçin mücadelesi, yirmi yıl süren Irak mücadelesi, beş yıl süren Küba mücadelesi: işte devrimi sürdürerek geleceğe iyimserlikle bakmamızı sağlayan örnekler. Her şey bizim kararlılığımıza bağlıdır. Özellikle Afrika’daki siyasi liderlere, sendikacılara ve tüm örgütlere çağrı yapmak istiyoruz: Kamerun halkının haklı davasını destekleyin. Bugün Afrika’daki sorunlar o kadar birbirine bağlı ki, kıtamızın herhangi bir bölgesinde gelişen olaylar hiçbir Afrikalıyı ilgisiz bırakmamalıdır. Eğer Kamerun halkı bu faşist mücadelede başarılı olursa, bunun etkisini sınırlayamayacaklardır.” (Konakri, 29 Aralık 1959).

1 Ocak 1994

UPC’nin bu itirazı, yalnızca Afrika’ya özgü değildi. Yıllar sonra, bir başka kıtada, yine yeni yılın ilk gününde, yerli halkların yüzyıllardır görünmez kılınmasına karşı sesler yükseliyordu.

Chiapas, Meksika’da çoğunlukla Maya kökenlilerin yaşadığı ve doğal kaynaklar açısından zengin olmasına rağmen topraksızlık, yoksulluk ve devlet şiddetiyle öne çıkan bir bölgeydi. 1910 Meksika Devrimi’nin toprak reformu vaatleri Chiapas’ta ya hiç uygulanmadı ya da etkisizleştirildi. 1960’lardan itibaren toprak talep eden köylü hareketleri şiddetle bastırılırken, Katolik Kilisesi içindeki ilerici çevreler yerli topluluklarda örgütleniyordu. 1983’te ise başlangıçta devrimci iktidar hedefi olan bir gerilla örgütü hedefiyle EZLN kuruldu.

1 Ocak 1994’te Chiapas’ta başlayan Zapatista Ayaklanması için bu günün seçilmesi bilinçli bir tercihti. Aynı gün yürürlüğe giren NAFTA (Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması) tarımla uğraşan köylüler için daha da yıkıcı sonuçlar anlamına geliyordu:

“Biz, beş yüzyıllık bir mücadelenin ürünüyüz: önce köleliğe karşı; sonra İspanya’ya karşı verilen Bağımsızlık Savaşı’nda; ardından Kuzey Amerika emperyalizmi tarafından yutulmamak için; sonra Anayasamızı ilan etmek ve Fransız İmparatorluğu’nu topraklarımızdan kovmak için; daha sonra Porfirio Díaz diktatörlüğü Reform Yasalarının adil uygulanmasını bize çok gördüğünde halk ayaklandı ve tıpkı bizim gibi yoksul olan Villa ve Zapata gibi önderler ortaya çıktı.

“Bizi, ülkemizin zenginliklerini yağmalamak ve bizi top mermisi gibi kullanmak için en temel ihtiyaçlardan bile mahrum bıraktılar. Hiçbir şeye sahip olmamamızı umursamıyorlar: başımızı sokacak bir çatımız yok, toprağımız yok, işimiz yok, sağlık hizmetimiz yok, yiyeceğimiz yok, eğitimimiz yok. Siyasal temsilcilerimizi özgürce ve demokratik biçimde seçemiyoruz; bağımsızlığımız yok; kendimiz ve çocuklarımız için barış da yok, adalet de yok. Ama bugün şunu söylüyoruz: ARTIK YETER!” (Chiapas, 31 Aralık 1993).

On iki gün süren çatışmaların ardından Zapatista kuvvetleri ormanın derinliklerine çekilmek zorunda kaldı. Bu sırada Mexico City dahil birçok şehirde halk sokaklara döküldü ve hükûmet EZLN ile müzakere yaparak yerli halkların kolektif haklarının ve özerkliklerinin tanınması, toprak ve doğal kaynaklar üzerindeki mülkiyet hakkı, yerel yönetim hakkı konularında anlaşmaya vardıysa da bu anlaşma kağıt üzerinde kaldı ve devletin Chiapas’taki askerî varlığı dahi sürdü.

Bu süreçten sonra EZLN, taleplerinin devlet tarafından karşılanmasını beklemek yerine, tek taraflı olarak özerk yönetimler kurma yoluna gitti; ancak iktidar hedefinden de uzaklaşarak silahlı mücadeleden çekildi. Bu anlamda Zapatistalar sabahına uyanılmayan bir yılbaşı gecesinin içinde, bir rüyayı sürdürmeyi düşlüyorlardı. Ve yine de onların direnişi, dünya devrimcilerine masalsı bir ilham vermeye devam etti. 

1 Ocak 1959: “Yıkılmaz bir gerçek”

Ancak yine biliyoruz ki, tarihte masalların gerçeğe çevrildiği, Marie’nin tanıklık ettiği savaşın bir rüya olmadığını ertesi güne uyanışıyla herkese kanıtlayan yılbaşı geceleri de yaşandı. 1 Ocak 1959’da Küba halkı, yalnızca yeni bir yıla değil, yeni bir yaşama uyanıyordu.

Yine bir yılbaşı gecesi, 26 Temmuz Hareketi, ABD destekli Batista diktatörlüğüne karşı yürüttüğü savaşı 5 yıl, 5 ay ve 5 günün sonunda kazanıp iktidarı ele geçiriyor, Başkomutan Fidel yeni yılın ilk saatlerinde halka sesleniyordu:

“Bu koşullar altında, bugün öğleden sonra Santiago de Cuba kentinde halkın gerçek bir devrimci hareketi gerçekleşti; ordunun ve isyancıların devrimi… Şunu açıklığa kavuşturmak isterim: Bugün, bu gece, şafak vakti -çünkü neredeyse sabah oldu- sayın yargıç Dr. Manuel Urrutia Lleó başkanlık görevini devralacaktır. Görevi devralır almaz, anayasal güvencelerin yeniden tesis edilmesini, basının mutlak özgürlüğünü ve ülkedeki tüm bireysel hakların güvence altına alınmasını derhal kararlaştıracağından eminim; tüm sendikal hakların, emekçi örgütlerinin haklarının ve köylülerimizin, halkımızın bütün taleplerinin tanınmasını sağlayacaktır. Sierra Maestra’daki ve Santiago de Cuba’daki köylülerimizi asla unutmayacağız. Havana’ya gidip de sizi unutacak değiliz; benim yaşamak istediğim yer Sierra Maestra’dır. En azından bana düşen payda, derin minnet duygularım nedeniyle orada yaşayacağım. O köylüleri asla unutmayacağım ve ilk fırsatta, 20 bin çocuğu barındırabilecek ilk okul-şehri nereye kuracağımızı görmek için oraya gideceğim. Bu okulu halkın yardımıyla kuracağız; isyancılar orada çalışacak ve her yurttaştan bir çuval çimento ve bir demir çubuk isteyeceğiz. Ve biliyorum ki halkımız bu yardımı esirgemeyecektir.

“Tüm sorunların kolayca çözüleceğini sanmıyoruz; yolun engellerle dolu olduğunu biliyoruz. Ama biz inançlı insanlarız ve her zaman büyük zorluklarla yüzleşmişizdir. Halk şundan emin olabilir: defalarca hata yapabiliriz, fakat bizim için asla söylenemeyecek tek şey şudur: hırsızlık yaptığımız, ihanet ettiğimiz ya da kirli işlere bulaştığımız. Ve biliyorum ki halk hataları affeder, ama alçakları affetmez. Şimdiye kadar başımızda olanlar ise alçaktı.

“Bir zamanlar Trujillo’nun Batista’ya silah satarak bize zarar vereceğini düşünmüştüm; ama verdiği zarar silah satmış olmasından değil, o kadar kötü silahlar satmış ki, bizim elimize geçtiklerinde hiçbir işe yaramadılar (GÜLEREK). Buna rağmen bombalar sattı ve o bombalarla birçok köylü öldürüldü. Eğer Santo Domingo karşıdevrim için bir cephanelik haline gelirse, eğer Küba Devrimi’ne karşı komploların üssü olursa, Santo Domingo’yu bir an önce terk etmeleri kendileri için daha iyi olur; çünkü orada da güvende olmayacaklardır. Ve bu bizden kaynaklanmayacaktır, çünkü Santo Domingo’nun sorunlarına karışmak gibi bir işimiz yok; mesele şu ki Dominikliler tiranlığa karşı savaşmanın ve onu yenmenin mümkün olduğunu öğrenmiştir; işte diktatörlerin en çok korktuğu şey de bu örnektir. Ülkemizde, Amerika kıtası için yürekleri cesaretlendiren bir örnek yaşanmıştır. 

“Keşke şu anda Bay Batista’yı gözetleyebilseydik! O serseri, o küstah adam; konuşmalarında yalnızca korkaklara, alçaklara, haydutlara ve benzerlerine seslenen o adam! Burada kimse kimseye haydut demedi; burada nefret hüküm sürmüyor; diktatörlüğün nutuklarını dolduran o nefes kesen kin, kibir ve küçümsemeyi biz solumuyoruz. O adamın Columbia’ya girdiğinde tabancasının şarjöründe bir mermi olduğu, şafak vakti bir uçağa binip giderken de tabancasında yine tek bir mermi olduğu söyleniyor. Böylece diktatörlerin sanıldığı kadar korkulan ya da intihara meyilli insanlar olmadığı, her şey bittiğinde korkaklar gibi kaçtıkları kanıtlanmış oldu. Asıl talihsizlik, yakalanabilecekken kaçmış olmasıdır; eğer Batista’yı tutuklamış olsaydık, çaldığı 200 milyon pesoyu da geri almış olurduk. Parayı nereye saklamış olursa olsun geri alırdık; çünkü bu tür adamlar siyasal suçlu değildir. Bunlar adi suçlulardır!

“Egemenliğimizi savunma zamanı geldiğinde, savaşmak isteyen herkesi silahlandıracak gerekli silahlara sahip olacağız. Çünkü Küba’da yalnızca erkeklerin değil, kadınların da savaştığı kanıtlanmıştır. Bunun en somut kanıtı, birçok çarpışmada büyük bir üstünlük gösteren Mariana Grajales Taburu’dur. Kadınların da ne kadar iyi askerler olabileceğini göstermek istedim. Başlangıçta bu düşünceyle ilgili kendi içimde bile mücadele etmem gerekti; çünkü pek çok önyargı vardı ve bazı erkekler, ortada tüfekli bir erkek varken bir kadına nasıl silah verileceğini sorguluyordu. Ama neden olmasın? Kadın birlikleri örgütledik ve kadınların savaşabileceğini kanıtladılar. Ve bir ülkede kadınlar ve erkekler birlikte savaşıyorsa, o ülke yenilmez olur.

“Kimse benim bir demagog gibi konuştuğumu sanmasın. Kimse halkı kandırmak istediğimi düşünmesin. Halkıma olan inancımı fazlasıyla kanıtladım; çünkü 82 kişiyle Küba kıyılarına çıktığımda insanlar bize deli gözüyle bakıyor, savaşı nasıl kazanacağımızı soruyorlardı. Ben onlara şunu söyledim: ‘Çünkü halkımız var.’ Kırk beş gün içinde beş kez dağıtıldığımızda, yeniden bir araya gelip savaşı sürdürdüysek, bunun nedeni halka olan inancımızdı. Ve bugün, bu inancın ne kadar sağlam temellere dayandığının en somut kanıtını yaşıyoruz.

“Ve yurttaşlarım, bu Devrim -bunca fedakârlıkla gerçekleştirilen, halkın Devrimi olan bizim Devrimimiz- artık güzel ve yıkılmaz bir gerçektir!” (Santiago de Cuba, 1 Ocak 1959).

Küba’da devrim, ilk günden verdiği tüm vaadlerini ve fazlasını daha ilk yılında gerçekleştirdi. Eğitimden sağlığa, toprak reformundan kadınların özgürleşmesine, emek sömürüsüne son verip yaşamın yeni değerlerle yeniden inşa edilişine dek her şey adım adım yeniden kuruldu. Küba’da her sene yeni yıla, devrimin kutlaması ve yeni hedeflerin ilanıyla girildi. Bunca yıldır bütün ambargolara, askerî saldırılara karşı halkının seferberliği ve devrimci kararlılıkla ayakta kaldı. Kitle örgütlenmeleriyle yaşamı yeniden örgütledi, partiyle devrimci önderliği sürdürdü. Ve nihayetinde yeri geldiğinde devrimi savunmak için ekonomik tavizler verse dahi, bunca yıldır yeni insanı yaratmak yolunda inşa ettiği her şeyin karşılığı olarak devrimi canı pahasına koruyan bir halka sahip oluşuyla devrimi ayakta tutmaya devam ediyor.

Yazıyı kapatırken; bugün, 21. yüzyılın ilk çeyreği bitip yeni bir yıla girerken, yeni yılımızı kutlar, kendi kaderimizin kendi ellerimizde olduğunu bize tekrar hatırlatan yılbaşı gecelerinin masalsı tarihi eşliğinde yeni yılda ve 21. yüzyılın yeni çeyreğinde tüm dileklerimizi gerçekleştirmeyi temenni ederim… İyi seneler!


 

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz