İçeride-dışarıda savaş

Ne senaryolar dolanıyor ortalıkta! Her gün, seçimlerin yapılıp yapılmaması, yapılırsa ne şekilde yapılmasının ihtimal dahilinde olduğu, sonuçların nasıl olacağı, devletin ve sarayın yeni bir saldırı dalgasını ne zaman başlatacağı gibi konularda senaryolar yazılıyor. Artık, okuryazar takımı (OYT) doğrudan senarist olmuştur. Zaten, yıllardır var olan bir eğilim, bir “level” atlamıştır, yeni bir düzeydedir. Eğilim şudur: Bizim ülkemizin mesela erkekleri, her futbol maçının antrenörlerinden daha bilgilidir, her hakemden daha doğru kararlar verirler. Bu eğilim, hekimlikte de yaygınlaşmıştır, herkes, tanıdıklarının doktoru gibidir, teşhisi koyar ve ilaçları vardır.

Futbol, sanırım 1971 krizi sonrası, bambaşka bir şeye dönüştü ve en az futbol hâline geldi. Artık futbol, en az futboldur, daha çok paradır, daha çok FIFA mafyasıdır. 1971 rastgele bir tarih değil. Kapitalizmin krizlerinden biridir ve ABD doları çökmüştür. Çünkü ABD karşılıksız para basmıştır ve yakalanmıştır. Nixon TV kanallarına çıkıp, durumu itiraf etmiştir. Karşılıksız para basan ABD, dünyanın hegemon gücü olmayı bırakmak istememiştir elbette. Bu nedenle, “petro-dolar” devreye sokulmuştur. Petrol satışları sadece dolar üzerinden yapılacaktı ve bu dolarlar ABD bankalarına yatırılacaktı. İşte, Katar da o dönem “bağımsız” bir ülke oldu. Bir petrol kuyusu olarak İngiliz kuyusu olmaktan, BM üyeliğine yükseldi ve elbette ABD-İngiltere eksenine bağlı kaldı. Şimdi Dünya Kupası, Kasım ayının 20’sinde Katar’da başlayacak.

Dünya Kupalarının en kanlısı, en pahalısıdır. 224 milyar dolar para harcanmış, 6750 işçi inşaatlarda can vermiştir. Katar’ın milli geliri, yıllık 240 milyar dolardır. Seyirci olsun diye Pakistan, Bangladeş gibi ülkelerden günlüğü 10 dolar üzerinden insan “ithal” edilmiştir.

İşte futbol, 1971 sonrasında, tam anlamı ile futbol olmaktan çıktı, para aklama, kara para, mafya ilişkiler ağının içine girdi. Yoksa Katar’da Dünya Kupası düzenlemek mümkün olmazdı.

Ve konumuza dönersek, futboldaki bu çürüme, satma ve satın alma işlemleri, insanların da hakemden daha fazla hakem, futbolcudan daha fazla futbolcu olmasının önünü açtı.

Demek bir çürüme, güven kaybı, ardından da inançsızlık, herkesi “konunun uzmanı” yapabiliyor.

Bugünlerde, her TC vatandaşının bir senarist olması, özellikle ülkedeki çürüme ve çöküş ile ilgilidir. Tarih hızlanabilmek için kapitalizmin, bu sistemin Saray Rejimi’nin mezar kazıcısını beklerken, karşımıza OYT tarafından geliştirilen bir senarist kalabalık çıkmaktadır. Hoş, bunun da iyi yanları olsa gerek. Ama yine de vurgulayalım, ihtiyaç duyulan senarist değildir, ihtiyaç duyulan mezar kazıcısıdır, her şeyi bilen değil eyleme girişendir ihtiyaç duyulan, bilgiçlik taslayan değil emektar olup mücadeleye atılandır gereken.

Seçim senaryoları böyle gelişirken, deneyimli her TC vatandaşı da, ciddi ciddi politik uzman kesiliyor. Beyoğlu’ndaki bombalamanın, asla ve asla Soylu’nun dediği gibi olmadığına inanıyor. Kimisi, bu inançsızlığını ortaya koymuyor, çünkü korkuyor, çünkü çıkarı var, ama kimisi gerek bile duymuyor. Yakalanan kadının değil PKK’li olmaması, değil ÖSO içinde ve çevresinde yer alması, Suriyeli bile olmadığını, Kürt olmadığını biliyorlar.

TC devletinin, Beyoğlu bombalamasının ardından, bir saha tarif ederek, saldırılacak alan belirlemeye çalıştığını, sadece ABD bilmiyor. Soylu, Mümbiç, Kobanê demekle kalmıyor, tüm bölgeyi tarif ediyor. Biden’dan izin alan Erdoğan, G20’de kendisi için bir gündem yaratmakla kalmıyor, terör mağduru ülke havasına da bürünüyor. İyi ama kimse bunu yemiyor.

ABD ise, bu sayede, savaşı büyütme operasyonlarını geliştiriyor. ABD, Rusya’nın üzerine gidecek ve savaşı büyütecek her yolu deniyor. Aynı savaşın bir benzeri, ABD’nin çevresinde ortaya çıkmadığı için, ABD kaybetse de, kendisi “yenilmiş” olmuyor. Ukrayna’da NATO yenildi ama bunu kabul etmeleri mümkün değil, zira Savaş Ukrayna’da gerçekleşiyor. Orada gerilediklerinde Suriye’ye yöneliyorlar, olmadı Kafkaslara, olmadı Libya’ya, olmadı Tayvan’a vb.

TC devleti, Saray Rejimi, tüm bunları kullanarak, her fırsatta ABD tetikçiliğini ispat etmeye çalışıyor. Bir yandan ABD’yi saldırıların arkasındaki güç diye lanse ediyorlar, ama öte yandan ondan izin alarak saldırılar organize ediyorlar.

Görülüyor ki, artık içerisi-dışarısı birbirinin çok daha fazla içindedir.

Beyoğlu’nda patlayan bomba, bir yandan Erdoğan’ın elini G20 toplantısında kolaylaştırıyor, diğer yandan içeride seçim tartışmaları için yeni bir sayfa daha açıyor. Artık Beyoğlu, bir açıdan dışarısıdır. Dışarıya mesaj vermek için Saray Rejimi, kendi ülkesinde bombalar patlatıyor. Suriye’den iki füze atar, savaşa bahane hazırlarız taktiği, şimdi içeride iki bomba patlatırız ve dışarıda savaş için hamle yaparız taktiğine dönüyor.

Irak içlerine ve Suriye’ye, İran’a ve Kafkaslara doğru hamleler yaparız ve içeride seçimleri kazanırız da bunun bir başka boyutudur.

Bunların gerçekleşeceği anlamında değildir bu.

Saray Rejimi öyle hamleler yapıyor ki, ne yapsa, kendisi kaybediyor. Ama konumuz zaten bu değil.

Seçim senaryoları, artık kahvehanelerde, her içki masasında konuşulmaktadır. Mesela Almanya’nın, seçimi ikinci turda Erdoğan’ın az farkla kazanması ama parlamentoda 6’lı masanın 400 milletvekilini geçmesi fikrine yakın olduğu söyleniyor. Duymadınızsa eğer, işte duydunuz ve bu kahvehanelerin konusudur. Sadece sizin kahvehaneye henüz ulaşmamış demektir. İyi ama, parlamento ne işe yarar ki? İyi ama Erdoğan’ın elindeki yetkiler böyle mi sınırlandırılır? Almanlar, bu yolla “yumuşak geçiş” yapmayı hayal ediyormuş.

Peki ya Kılıçdaroğlu’nun kazanması ihtimali? Almanların buna da meyletmiş olması gerekmez mi? ABD ve İngiltere ziyaretinden sonra Kılıçdaroğlu, Almanya’ya da gidecektir. Belki o zaman daha iyi görebiliriz, daha çok şey duyabiliriz.

Kılıçdaroğlu, söylentilere göre, birincisi seçimin yapılacağına inanıyor, ikincisi Erdoğan’ın seçime girmesi gerektiğine inanıyor ve üçüncüsü seçim tarihinin 28 Mayıs olacağını ileri sürüyormuş.

Kendisinin kazanacağını eskisine göre daha az bir vurgu ile söylüyormuş. İmamoğlu’nun belki de daha şanslı görünme ihtimali mi arttı?

İşte tam bunların ortasında, Beyoğlu’nda bomba patlıyor. Soylu, Vali’den bilgi alan Erdoğan için biraz geride kalıyor. Öyle ise, bombayı patlatanı, yakında Soylu’nun itiraflarında bulabiliriz. SADAT ve ÖSO bağlantısı çıkarsa şaşmamak gerekir. PKK olmadığını, herkes ama herkes biliyor.

Erdoğan seçimi kazanmak için, işyerlerine krediler dağıtacak, asgarî ücreti 7500 civarına çıkartacak, emekli maaşlarını artıracak vb. deniyor. İyi ama bunları yapmasalar zaten bir sosyal patlama meydana gelecektir. Kaldı ki, Erdoğan bunları yapınca, Saray bu hamleleri gerçekleştirince, işçilerin eline geçen para, ne kadar zamanda eriyecek? Bir ay mı, iki ay mı, üç ay mı? Bu durumda Erdoğan’ın seçimi Mart ayında yapması gerekmez mi? Oysa Kılıçdaroğlu seçim tarihini 28 Mayıs diye vermektedir. Hem yeni seçim yasası Nisan’da yürürlüğe girecek. Sanki uygun gibidir. Öyle ise ekonomik “göz boyamalar”, makyajı çabuk dökülen yaşlı kadınların yüz boyamasına benzemekten öteye geçmeyecek.

Acaba, Beyoğlu’ndaki saldırı sonrası, açık ve net bir tutumla süreci deşifre edemeyen altılı masa, bundan sonra gelecek bombalamalar, suikastler karşısında aynı tutumu almayacak mı? Acaba, altılı masa Irak’a, Suriye’ye, İran’a vb. yapılacak operasyonlar için, Saray Rejimi’nin kolları altına payanda olarak devreye girmeyecek mi?

Kanımızca ABD’nin tutumu, seçimler konusunda belirleyici olacaktır. ABD, tetikçiyi nasıl kullanmak istiyorsa, ona uygun adım atacaktır.

ABD, bugün, dünya çapında hegemonyası çözülmekte olan güçtür. Bu “çözülmüştür” demek değil, ama çözülmektedir. Ve öyle görünüyor ki, bunu “olağan” süreçlerle durdurmak mümkün değildir. Bu nedenle ABD, savaşı, daha da ilerisi bir dünya savaşını dayatmaktadır.

Ukrayna’daki operasyonlar, bir kukla ile neler yapılabileceğini göstermektedir. Zelensky, tam anlamı ile bir ABD-NATO kuklasıdır. İngiliz ve ABD ortak operasyonları ile, hem Almanya ve Fransa’yı ABD’nin denetimine almasını kolaylaştırmıştır hem de Rusya’yı savaş süreçlerinin daha fazla içine sokmuştur. Sonuçta Ukrayna’nın yıkımı, umurunda değildir.

Bugün ABD-İngiltere ve NATO, Ukrayna’da savaşı kaybetmiştir. Ama bu durum, onların kendi topraklarında yaşanmıyor ve onlar da hâlâ bu süreci sürdürme yeteneklerini korumaktadır. İsrail’i bu sürecin içine koymak gerekir. Böylece, savaşı daha da büyütmek için, her türlü fırsatı bir provokasyona çevirmekte tereddüt etmemektedirler.

Erdoğan, Rusya’ya yakınmış gibi yaklaşarak, aslında ABD için ne kadar vazgeçilmez olduğunu ortaya koymaktadır. Beyoğlu bombalamasının ardından G20’de Biden’dan ayaküstü izin alıp, saldırıya geçmesi, aslında bu sürecin derinliğini göstermektedir. Yüzeyde Erdoğan, Rusya ile iyi ilişkilerini sürdürmek ister gibidir. Ama alttan alta, mecbur olduklarının dışında Rusya ile ilişki geliştirmeyi önlemektedir. Bu durum, ABD açısından bazı sorunlar yaratıyor gibi görünse de, işin doğasına uygundur. Nihayetinde ABD, ne emrederse, Saray Rejimi bunu yerine getirmektedir.

Saray Rejimi için, TC devleti için elzem olan, içeride ve dışarıda şiddet ve savaştır. Bunu yapmak için gerekli uluslararası desteği alacak manevralar yapmakta da zorlanmayacaktır. Beyoğlu bombalamasında altılı masa, tüm ikiyüzlü muhalefetini ortaya koymuştur. Devletin çıkarları maskesi altında Saray Rejimi’ni desteklemekten geri durmamaktadırlar.

Bu durum bize gösteriyor ki, ABD ve Saray Rejimi’nin örtüşen çıkarları vardır. TC devleti, tam bir ABD tetikçisidir ve Rusya karşısında çok zorda kalmadıkça, ABD adına iş yapmakta tereddüt etmemektedir.

Son saldırıda Suriye tarafında Suriyeli 12 asker ölmüştür. Kürt savaşçılardan da kayıplar olduğu anlaşılmaktadır. Beyoğlu bombalaması, TC’nin dışarıda saldırıya geçmek için elini kolaylaştırmış gibidir.

TC devleti, Saray Rejimi, Kürtlere karşı Irak toprakları da içinde kimyasal silah kullanmaktadır. Bu artık açıktır. Konuya ilişkin ortaya çıkan video görüntüleri, meseleyi açık olarak ortaya koymaktadır. Bu nedenle, TTB Başkanı tutuklanmıştır ve dediği sadece “kimyasal silah olayı araştırılmalıdır”dan ibarettir. Konuya ilişkin tutum alan herkes hakkında tutuklama vb. kararları çıkmaktadır. Oysa dünya kamuoyu, AB ve Batı’nın tüm suskunluğuna rağmen konudan haberdardır. saldırının arkasında ise, ABD, İngiltere, Almanya ve NATO vardır.

TC devletinin bu saldırıları, aslında ABD’nin savaşı büyütme planlarının bir parçasıdır. Aynı şeyi İsrail’in saldırıları için söylemek de mümkündür. Tüm bunlar ABD’nin başını çektiği saldırganlığın birer parçasıdır. NATO bu saldırının uluslararası örgütüdür ve tüm Avrupa’da yükselmekte olan Neonazi örgütlenmesinin merkezidir. NATO olmadan bu Neonazi örgütlenmelerin yükselişini açıklamak mümkün değildir. Bir kişinin “demokrasi”den söz edip, NATO’yu savunması, ikiyüzlülük değilse, hafifliktir. Hangi tür demokrasiden söz ederlerse etsinler, hangi insan haklarından söz ederlerse etsinler, NATO’yu savunanların, eli kanlı katilleri savunduğu gerçeği ortadadır.

Tüm bu süreç, TC devleti, Saray Rejimi örgütlenmesinin dayanağıdır. TC devleti, Saray Rejimi için, bundan daha iyi ortam bulunamaz. İçeride ve dışarıda savaşı tırmandırmak için, NATO ve ABD hamleleri, son derece uygun bir zemin oluşturmaktadır. Bu nedenle, TC devletine, Saray Rejimi’ne karşı mücadele edenlerin, NATO’ya bağlılık yeminleri etmeleri, Saray Rejimi muhalifliklerinin sahte olduğunun kanıtıdır.

Beyoğlu saldırısı da içinde, bu topraklarda meydana gelen, 1952’den bu yana, her katliamın ardında, içinde NATO mekanizması vardır.

Beyoğlu saldırısının ardından, devletin açık olarak Kürtlere karşı bir saldırı için harekete geçmesi içeride ve dışarıda savaş politikasının kendini göstermesidir. Kimyasal silah kullanan bir devletin, aslında dış saldırı için bir “bahane”ye de ihtiyacı olmamalıdır. Ama Beyoğlu bombalaması, bu saldırılar için, ulusal ve uluslararası alanda yeni bir zemin edinme girişimidir.

Seçim senaryolarına da buradan bakmak faydalıdır. Burasını, ABD’nin savaşı büyütme politikalarını, TC devletinin ABD tetikçisi olması hâlini unutup, seçim süreci üzerine tartışmak, ormanı görmemektir, olup biteni doğru anlamamaktır.

ABD isterse, NATO ve Batı kendi içinde anlaşırsa, bir seçim mümkündür elbette. Ama bu sürecin kendisi ve sonuçları, NATO mekanizması tarafından belirlenmektedir.

Beyoğlu saldırısı, yeni bir sürecin başladığının kanıtıdır. Bu süreç, içeride ve dışarıda, artık olağan hâle gelmiş olan devlet terörünün yeniden organize edilmesi demektir. Bu süreç, elbette 7 Haziran-1 Kasım sürecine bazı açılardan benzeyebilir, ama ondan farklı olacaktır. Orada uygulanan şiddet, artık “olağan” hâle gelmiştir. Bu nedenle TC devleti, daha farklı bir saldırının denemelerini yapmaktadır.

Sahi, egemenden bağımsız bir savaş politikası olabilir mi?

Peki ülkenin egemenleri kimlerdir?

Sadece beşli çete midir? Koçlar, Sabancılar, savaş ekonomisinin aktörleri, bankalar ve tüm bu sermayenin arkasındaki uluslararası güçler (öyle ya Türkiye bir sömürgedir) sayılmadan, egemenden söz edilebilir mi? Kimisinin “devlet aklı” kimisinin “derin devlet” dediği şey, bu egemenlerden bağımsız mıdır, NATO mekanizmalarından bağımsız mıdır?

Elbette ki değildir.

Elbette ki egemenler, bir savaş politikasını devreye çoktan koymuşlardır. Bu savaş politikası, sadece dışarıda savaş ile sınırlı değildir. Dışarıdaki her savaş, aynı zamanda bir iç savaştır. Bu nedenle içerideki savaşı görmezlikten gelmek, ahmaklıktır. Bu savaştan henüz yeterince zarar görmemiş ve günlük düşünmeye alışık iseniz bile, bu savaşı görmezlikten gelmeniz mümkün müdür?

Saray Rejimi’ni doğru anlamak, işte bu nedenle çok önemlidir. Saray Rejimi, tekelci polis devletinin olağanüstü örgütlenmiş hâlidir. Bu olağanüstü örgütlenmeden, egemenlerin vazgeçeceğini düşünmek, ya içinde yaşadığımız süreçlere gözlerini kapama hâlidir ya da çocukluğu aşan bir saflıktır.

Gücümüz yetmiyor, Saray Rejimi’ni biz devrimciler, işçi ve emekçiler deviremeyiz, diyor olabilirsiniz. İyi ama bu sizin gerçeğe bu denli gözlerinizi kapatmanızı açıklar mı? Siz gözlerinizi yumduğunuz zaman, bay liberal solcular, gerçeklik ortadan kalkıyor mu?

Biz, işçi ve emekçilerin devrimci ayaklanması ile bu egemenliğin yıkılması gerektiğini, başka çıkış yolu olmadığını söylüyoruz. Evet sizin kadar biliyoruz ki, işçi sınıfının devrimci gücü bu açıdan henüz yetersizdir. İşte tam da bu nedenle, direnişi geliştirmekten ve örgütlenmekten söz ediyoruz. Yani, işçi sınıfının güçlenmesinden, devrimcileşmesinden, bunun gerekliliğinden söz ediyoruz. Siz ise, bunu yapmak zor, öyle ise, CHP politikalarına mecburuz, diyorsunuz. Burada durmuyorsunuz, işçi ve emekçileri, kadınların, çevrecilerin ve gençlerin mücadelesini de küçümsüyorsunuz. Onları evlerine kapanmaya razı etmek istiyorsunuz.

İşçi sınıfını, emekçileri, kadınları, çevrecileri, gençleri, kısacası direnen herkesi “provokasyona” gelenler olarak damgalıyorsunuz. Siz kendi korkaklığınızı, siz kendi öngörüsüzlüğünüzü, siz kendi güvensizliğinizi herkese bulaştırmak istiyorsunuz.

İktidar korkuyor, egemenler korkuyor. Çünkü cennetlerini, bu sistemi kaybetme riskleri var. Siz ise korkunuzdan, onların içinden “aklı başında” adamlar arıyorsunuz. Bu mudur devrimci politika, bu mudur çıkış yolunuz?

Yarın bize, bu liberal solcular, savaş sırasında devleti desteklemek gerektiğini anlatacaklar, daha güçlü olarak bunu ifade edecekler. Oysa savaşı durdurmanın tek yolu, her ülkedeki işçilerin kendi egemenlerine karşı savaşıyor olmasıdır. Bunun başka da yolu yoktur. Alın Birinci Dünya Savaşı’nı inceleyin. Ekim Devrimi bu savaşı bitiren süreçtir.

Bu savaş politikaları, işçiler için, emekçiler için, yıkım, açlık, ölüm, yoksulluk, işsizlik demektir. İşçi sınıfının, emekçilerin, kadınların, gençlerin bu savaştan paylarına düşecek olan budur, ölümdür, açlıktır. Bu nedenle, tüm işçiler, emekçiler, bu savaşta, kendi yolları, kendi zaferleri için savaşmalıdırlar. Tüm güçleri ile iktidarı almak için mücadele etmelidirler. İşçi sınıfının, emekçilerin, halkların devrim ve sosyalizm dışında bir çıkış yolları yoktur. Dünyanın herhangi bir yerinde direnen her işçi, direnen her halk, ülkemizdeki her direnişçinin, her devrimcinin açık ve endişesiz dostudur, safımız onların safıdır.

Mücadele etmeyenler, işçi sınıfının ve halkın mucizeler yaratan direnişini küçümserler. Onlara göre, tarihi her zaman egemenler yazar. İyi ama egemen oldukları sürece bu böyledir. İşçi sınıfı, onların egemenliğini yerle bir etmekle görevlidir, misyonu odur. Biz devrimcilerin görevi, güçsüzlük üzerine edebiyat yapmak değildir, bu mücadeleye önderlik, öncülük etmektir.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz