Krizin “kadın hâli” ve kadın mücadelesi

“Kadınların emeğini kapitalistler için çekici kılan,
Yalnızca daha düşük ücretli olması değil, aynı zamanda
Kadınların daha itaatkâr olmalarıdır.”[2]

Farkında mısınız, biz kadınlar, son zamanlarda krizden daha az söz eder olduk… Arşivleri bir karıştırın, 2001, 2009 ve en son da pandemi dönemi 2020’de krizin kadınlar üzerindeki etkisi üzerine tartışmalar dolduruyordu gazete-dergi sayfalarını, ekranları, sosyal medyayı ve salonları. Sendikaların, kadın örgütlerinin başlıca gündem konusu buydu… Covid-19 pandemisinin sonu ilan edildikten sonra bu tartışmalar duruldu, kriz adeta gündemden düştü.

Peki, bitti mi? Bu sorunun yanıtını vermek için ekonomi uzmanı, borsa simsarı, yatırım danışmanı filan olmanıza gerek yok. Geçen hafta gittiğiniz marketteki ya da çıktığınız pazardaki fiyatlarla bu haftakileri kıyaslamanız, geçen aya kadar satın alıp da bu ay almaktan vazgeçtiğiniz gereksinimlerinizi hatırlamanız yeterli…

Hayır, kriz bitmedi. Kronikleşti… 2000’li yılların başından bu yana, kapitalist metropollerin 1970’lerin krizini atlatabilmek için giriştikleri “model değişikliği”nin, yani neoliberal ekonominin onmaz, geri dönüşsüz krizinin içinde yaşıyoruz. Bu nedenle belki alıştık, belki “krizsiz günler”in neye benzediğini unuttuk… Ya da korku filmi bağımlıları gibi, korkmak için bir öncekinden daha dehşetli, daha ürkütücü sahneyi bekliyoruz…

“Geri dönüşsüz” dedim, gerçekten de içinde debelendiğimiz kriz, artık sistemin kendini restore edebileceği boyutları aştı. Bunun en önemli nedeni, yalnızca iktisadî/malî olmaması. Neoliberal ekonominin frensiz talan mantığının itimiyle mevcut hâl,  yaşamımızın farklı veçhelerindeki krizleri tetikleyip onlarla örtüşerek bir “uygarlık krizi”ne dönüştü. Artık “normalleşme” mümkün gözükmüyor. Ve üst üste düşen iktisadî/malî, sosyal/beşeri, siyasal ve ekolojik -krizler kapitalist sistemin kendini onarma yetisini dumura uğratıp daha da saldırganlaşmasına yol açarken, kadınların yaşamlarını da derinden sarsıyor.

O zaman gelin,  bu dört veçheli krizin coğrafyamızda kadınların yaşamlarında ne gibi etkilere yol açtığını kısaca da olsa, irdeleyelim.

İKTİSADÎ/MALÎ KRİZ

 İktisadî/malî krizlerin kadın emekçiler üzerinde (Janus heykeli misali) çifte etkisi olduğu yıllardır söyleniyor. Bunlardan ilki, kadınların kitlesel olarak hane-dışı üretime çekildiği “sanayi devrimi”nden bu yana geçerli: “yedek işgücü” olarak görülen kadınlar, kriz zamanlarında evin esas “ekmek getiricisi”ne yol verip, yeniden üretim maliyetlerini düşürmek üzere yine işten çıkartılıyorlar.

Ancak son dönemlerde bunun tersi bir eğilimin devreye girdiğini gözlemliyoruz. Kadın emekçilerin daha ucuza, daha uzun süreler çalışmaya razı olup aynı zamanda yeniden üretim “işlerini” de bedelsiz olarak üstlenmeye yatkın olduğunu sezinleyen patronlar, kriz dönemlerinde kadın işçi istihdamına yönelmeyi tercih eder gözüküyor. Nitekim Türkiye’nin en “güvenilir” (?!!) kurumlarından biri olan TÜİK’in verileri de bütün ihtiyat payına rağmen, bu eğilimi doğruluyor. Bu verilere göre Türkiye’de erkek işsizliği oranı Aralık 2022’de % 8.2 iken Aralık 2023’de % 7.1’e düşmüş gözüküyor. Erkek işsizliğinde 1 yıllık gerileme oranı: % 1.1. Buna karşılık Aralık 2022’de % 14.4 olan kadın işsizliği, Aralık 2023’de yüzde 12’ye gerilemiş. Gerileme oranı: % 2.4. Bir başka deyişle patronlar, işe almada kadınları tercih etmiş…[3]

Sizce neden? Patronlar kadınların “güçlendirilmesi” gerektiğine inanıp buna katkıda mı bulunmak istiyorlar? Yoksa tarihsel işbölümü içinde kadınların itaatkâr, uysal, konsantrasyon yetisi yüksek, dikkatli ve de en önemlisi, talepkârlık düzeyi düşük olması nedeniyle mi, yani kâr marjlarını korumak ya da yükseltmek için mi tercih ediyorlar onları? Öyle ya, geleneksel işbölümü kadınlara, çalışıyor da olsalar, esas görevlerinin eve, çoluğa-çocuğa bakmak olduğunu belletmiştir. Bu nedenle de kendilerini genellikle esas ekmek getiren olarak görmezler. Zorunluluklar nedeniyle çalışıyorlardır, güçlükler atlatıldığında eve dönme hayaliyle… Kendilerini “geçici işçi” olarak algılamaktan vazgeçemezler bir türlü.

Bildiğimiz bir şey daha var: Pandemi sürecinde hizmet sektöründe yaygınlaşan “evden çalışma modelini” patronlar çok sevdi. (Hemen ekleyelim; “evde çalışma” özellikle taşra KOBİ’lerinin tercih ettiği bir model olarak pandemiden önce üretim sektöründe yaygın olarak uygulanıyordu: özellikle tekstil sektöründe, parça başı çalışma olarak…) Sevmekte kendi açılarından haklılar da: personelin yemek, ulaşım, aydınlatma, ısınma, hatta tuvalet giderlerini kendisine yükleyip tasarruf edebiliyor, üstelik de böylelikle işyerindeki örgütlenme, grev, iş yavaşlatma, protesto gibi “nifak unsurlarından kaçınabiliyorsunuz. TÜSİAD’ın, TÜRKONFED’in, TİSK’in, MÜSİAD’ın evde(n) çalışmaya, ya da bir diğer adıyla “esnek çalışma”ya övgüler yağdırması boşuna değil.

Peki “evde(n) çalışma”yı en çok kimler gerçekleştiriyor? Doğru tahmin ettiniz, yine kadınlar… Öyle ki, resmi kaynaklar “esnek çalışma” [yani part time, geçici, evde(n)… bir başka deyişle düşük ücretli, güvencesiz, izole…] modelleri sayesinde kadın istihdamının arttığını bildiriyor; Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş da (düşünün, Çalışma bakanı bile değil!)  “kadınların ev ve iş hayatı arasında tercih yapmak durumunda kalmaması için” esnek ve uzaktan çalışma, hibrit çalışma modelleri üzerinde durduklarını müjdeliyor!

Bu “müjde” bizi iktisadi krizin kadınlar üzerindeki ikinci yüküne getiriyor. Ev işleri, yani yeniden üretim faaliyetlerinin hemen tümüyle kadınların sırtına yıkılması… Krizde işçilerin, emekçilerin, emeklilerin, dar gelirlilerin alım güçleri daha da düşer. Daralan bütçeyle evi idare etmek, indirimli ürünleri, pazarın ucuz saatlerini kollamak, belki çöpleri karıştırmak, sökükleri dikmek, eski giysileri bollaştırıp onarmak, evdeki yaşlılara, hastalara bakmak, makarna, yumurta, tarhanayla mucizeler yaratmak, Halk Ekmeklerde kuyruk beklemek, evde yalnızken ısıtıcıyı kapatmak, ek gelir için evlere temizliğe gitmek, çorap, bere, atkı örmek… onlara düşer. Bir işte çalışsalar da çalışmasalar da…

Yani kadınlar kapitalizm için çalışsalar da çalışmasalar da “üretim maliyetini düşürücü unsurlardır”… Ucuz, örgütsüz işçilikleri ve bilabedel gördükleri ev işleriyle…[4]

Bu durum kadınlara değer katmaz. Tam tersine, değersizleştirir. Bu “değersizlik”in temelinde kadınlarla erkekler arasındaki tarihsel “hiyerarşi” vardır, hiç kuşkusuz. Erkek çocuk doğduğunda bayram eden, kız doğduğunda yasa bürünen, kız çocukları “babaya itaat, kocaya hizmet” zihniyetiyle yetiştiren, bu coğrafyada yaşayan kadınların yarıya yakınının koca eline bakıyor olmasından beslenen, bekâret zarı takıntılı bir hiyerarşi…

SOSYAL/BEŞERÎ KRİZ

 Ancak kadınların yaşadığı ve giderek bir korku filmini çağrıştıran kadın cinayetleri ve kadına yönelik şiddet sarmalı, yalnızca bu “geleneksel” hiyerarşiyle ilgili değil. Aynı zamanda, genel bir değer yitimine yol açan “sosyal/beşerî kriz”in bir sonucu… Kabul etmeli ki 1980’li yıllardaki neoliberal birikim rejimine geçiş, bu ülkede kapsamlı bir “değer altüstlüğü”nü tetikledi. “İyilik yap, denize at…”, “Ne verirsen elinle, o gider seninle”, “alçak uçan yüce konar, yüce uçan alçak konar”, vb. atasözlerinde tezahür eden alçakgönüllülük, paylaşımcılık ethosu, kısa sürede “kafayı kullan, köşeyi dön”, “altta kalanın canı çıksın”, “gemisini kurtaran kaptan”cılığa dönüştü.

Ülke içi gelir bölüşümündeki uçurum açıldıkça ve birilerinin servetine servet katmasının ancak yığınların yoksullaşmasıyla mümkün olacağının bilince çıkmasıyla birlikte, yeni bireyci ethos, bir insanî çürüme/yozlaşmaya tahvil olacaktı. Empati yerini kibirli bir benmerkezciliğe, acıma duygusu sadizme, okumaya, ilme duyulan saygı hoyrat bir cehalet güzellemesine dönüşürken, toplumun yeni rol modelleri, ne idüğü belirsiz “tiktok fenomenleri” olacaktı…

Bu sosyal/beşerî krizden kadınların payına düşen ise, giderek ağırlaşan, önü alın(a)mayan ve her gün en az bir kadının hayatına mal olan şiddet oldu.  Ve tabii kadınların bedenlerini metalaştıran fuhuş ve porno sektörlerinin vardığı boyut… Eğer bugün depremzede kız çocuklarının Jeffery Epstein’ın pornografik adasında milyarderlere, politikacılara, ünlülere ikram edilmek üzere kaçırılmış olma ihtimalini konuşuyor isek eğer ve dünya yıkılmıyorsa, bu, değersizleşmenin vardığı boyutları bize göstermektedir.

SİYASAL KRİZ

“Sosyal/beşerî kriz”, bir yönüyle malî/iktisadî krizin getirisiyse, bir yanıyla da siyasal krizle bağlantılı. Küresel kapitalist sistemde parlamenter demokrasilerin bir simülasyona dönüşmesi ve yeni-faşizmin yükselişiyle tezahür eden siyasal krize, Türkiye’de egemen sınıfın “kabuk değiştirmesi” eklemleniyor. Taşra kökenli Anadolu Kaplanları’nın “laik” Marmara Baronları’nı tahtta indirmek için giriştikleri kıran kırana mücadeleden söz ediyorum. Akit yazarı Sinan Burhan’ın, sermayenin el değiştirme sürecine değgin “itiraf”ından okuyalım:

“Şöyle 20 yıl geriye doğru bir gidelim…

Türkiye ne hâldeydi ne hâle geldi… Kendini dindar hisseden, mağdur hisseden insanımız bugün özgürlüğe ve konfora kavuştu.

28 Şubat sürecinde Refah Partisi kapatıldı, hükümet devrildi, başörtüsü yasaklandı, imam hatip okulları kapatıldı, devlet daireleri dindarlara kapatıldı. Dindarlar öksüz, dindarlar yetim; dindarlar Necip Fazıl’ın deyimiyle paryaydı. Ekonomik olarak Beyaz Türkler ülkeyi idare ediyordu. Boğaz’da yaşayanların ülkesiydi, bir elleri yağda bir elleri baldaydı, garip guraba umurlarında değildi.  (…)

Bu ülkede Beyaz Türklerin çocukları diplomat oldu, vali oldu, emniyet müdürü oldu, büyükelçi oldu, gazeteci oldu; Anadolu çocukları işe işçi oldu, şoför oldu, ırgat oldu… Ne zaman ki Erdoğan iktidara geldi; insanın kaderi değişti, fakir fukaranın kaderi değişti, Boğaz’daki bir avuç elite karşı doğru insanın önü açıldı. Anadolu insanı bakan oldu, milletvekili oldu, büyükelçi oldu.. Anadolu insanının cebi para gördü, Anadolu insanı tatil yapmaya başladı. Bunları kim yaptı!? Recep Tayyip Erdoğan yaptı. Başörtülü öğrenciler üniversiteye giremedi, Erdoğan önlerini açtı. Başörtülü polis var, başörtülü asker var. Bunlar hayaldi gerçek oldu.

Nankörlük yapmayın gerçekleri görün. Daha düne kadar adam yerine konulmayan insanlar bugün Erdoğan’ı eleştiriyorlar. Erdoğan Anadolu insanının zincirlerini kırdı, Anadolu insanlarını mahkûmiyetten, esaretten kurtardı. Siz de yapabilirsiniz, ayağa kalkın dedi. Başörtülü kardeşlerimiz askeri tesislere giremezdi daha düne kadar. Cumhurbaşkanının eşi GATA’ya giremiyordu.

Erdoğan bu engellerin hepsini kaldırdı, Türkiye’yi demokratikleştirdi, Türkiye’yi bir avuç azınlıktan kurtardı, Türkiye’yi diktatörlerden, zalimlerden kurtardı. Erdoğan’ın kıymetini bilmek lazım.

Efendim hırsızlık yapanlar varmış, yolsuzluk yapanlar varmış! Hırsızlık yapar, yolsuzluk yapar suçlu Erdoğan!

Ne yapacak adam günah dinlemiyorsa, hukuk dinlemiyorsa? Herkesin vebali kendi boynuna. Erdoğan her birinin vicdan bekçisi olacak değil ya!”[5]

Çok açık, değil mi? Sinan Burhan “Tayyip Erdoğan Boğaz’dan ülkeyi idare eden (seküler/Batıcı) elitlerin yerine Anadolu insanını (İslâmcıları) geçirdi; bununla da kalmadı, kamu görevlerini İslâmcılara açtı; yeni biçimlenen siyasal İslâmcı egemen sınıfa payanda olacak bir İslâmcı orta sınıf yarattı. (Kamu görevlerinin AKP üyeleri, cemaatler ve İmam-Hatip çıkışlılar arasında pay edildiği unutulmamalı!) Bunlar olurken bir miktar yolsuzluk, hırsızlık da olmuş, e o kadarını da idare ediverin artık…” diyor.

Şöyle söyleyeyim, 2002’den bu yana hükümet olan AKP eliyle sürdürülen bu mücadele, toplumda muhafazakârlaşma/İslâmcılaşma yönelimli bir dönüşümü gerçekleştirme uğraşıyla atbaşı gidiyor. Toplum, İslâm referanslı bir iktidar eliyle, Batıya dönük seküler bir yönelimden, Ortadoğu’ya dönük İslâmi bir yönelime geçişi hedefleyen bir “toplum mühendisliği”ne zorlanıyor.

Bu “toplum mühendisliği”nin kadınlar açısından ağır bir bedeli var. “İslâmcılaşma” esas olarak kadınların bedenleri ve yaşamları üzerinden yürütülüyor. Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi, boşanmanın güçleştirilmesi, nafakanın sınırlandırılması hedefli tartışmalar, kürtajın fiilen olanaksızlaştırılması, toplum üzerindeki “ahlâk cenderesi” daraltılırken kadınların giysilerini, kamusal alanda boy göstermelerini, özel yaşamlarını hedef alan bir “namus bekçiliği”nin devreye sokulması, özgürlük peşindeki, mücadeleci kadınlara karşı “misogyn” (=kadın düşmanı) bir nefret dilinin kışkırtılması… bu bedele içkin…

EKOLOJİK KRİZ

 Ve nihayet, günümüz kapitalizminin, yeryüzü kaynaklarını büyük bir hızla ve geri dönüşsüz biçimde tüketmesi, mevcut kriz dinamiklerine ciddi bir ekolojik boyutun da eklenmesine yol açtı. Tarımda, örneğin, iklim değişikliğinden kaynaklanan büyük verim kaybı yaşanıyor. 2021 yılı için yalnızca buğday rekoltesinde % 50’ye varan bir düşüşten söz ediliyor. Bu, bir yönüyle kırsal çöküş,  diğer yönüyle ise açlık anlamına gelmekte… BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO)’nün 2023 tarihli raporuna göre dünya nüfusunun üçte bire yakını, iklim değişikliği, çatışmalar ve salgın hastalıklar yüzünden gıda erişiminden mahrum kaldı. 691 ila 783 milyon insanın açlıkla karşı karşıya… FAO, gıda krizine bağlı olarak, her gün 1,6 milyon kişinin güvenli olmayan gıdalar sonucu hastalandığını ifade ediyor. Aynı rapora göre, 3.1 milyardan fazla insan da yeterli beslenememekte…[6]

Ülkemizde 2 milyona yakın kadının tarımda çalıştığı düşünüldüğünde, kırsal çöküşün; beslenmenin geleneksel olarak bir kadın işi olduğu düşünüldüğündeyse, açlık tehlikesinin doğrudan birer kadın sorunu olduğu, görülecektir. Kadınlar, kırsalın çöküşünün de, açlık tehdidinin de, ekolojik felaketlerin yol açtığı göçlerin de birinci elden mağdurlarıdır.

NİHAYET

Tüm bunlar neyi mi anlatıyor? Öncelikle kadınların yaşadıklarının ve çektiklerinin iktisadi-siyasal ve toplumsal sistemden yalıtarak ele almanın mümkün olmadığını… Kadınlık durumunun sistemdeki kırılmalardan etkilendiğini… Dahası, aynı zamanda ataerkil işbölümünün kendilerini yerleştirdiği kırılgan konum nedeniyle kadınların erkeklerden farklı biçimlerde ve fazlasıyla etkilendiklerini… Yani kapitalizmin ve onun krizinin bir “kadın hâli”nden söz etmek gerektiğini… Ve nihayet, çürüyen ve çürüten bir sistem (kapitalizm) içerisinde kadın mücadelelerinin kadim hedefi eşitliğe ulaşmanın mümkün olmadığını…

Bu nedenledir ki, kadınların eşitlik savaşımları, artık baştan başa bir kriz rejimine dönüşen kapitalist sistemi hedef almadıkça, ancak kısmî, geçici ve palyatif başarılara ulaşabilecektir. Kadınlar mevzi kaybettikçe daha geri konumlara razı oluyor, daha azla yetinmeye alış(tırıl)ıyorlar. Örneğin, çalışma hayatının yanı sıra ev işlerini de tek başına yüklenmek zorunda olan bir kadın, zamanını dilediği gibi kullanabileceği yanılsamasıyla, “evde(n) çalışma” seçeneğini bir kurtuluş olarak görebiliyor… Aile bütçesini denkleştirebilmek için çırpınan bir kadına verilen sadaka mahiyetindeki destekler (evde bakım ödeneği, evlenme ödeneği, doğum yardımı, “cep harçlığı”, dulluk yardımı…) karşılığını “Allah devlete zeval vermesin” minnettarlığında buluyor… Yoksulluk ve kör şiddet sokağa hâkim olduğunda, başını sokacak bir yuva ve içkisi-kumarı olmayan bir koca, “bulunmaz Hint kumaşı” oluveriyor… Böylesi bir zeminde biçimlenen asgari beklenti düzlemi, kadınların elde ettiği her türlü kazanımı kırılganlaştırıp, geri alınabilir kılmakta.

O zaman, kadın mücadelesi, kendini asla sınıf mücadelesinden ayırmaksızın, çalışıyor olsun-olmasın emekçi kadınları saflarına katmayı hedefleyerek sürdürülmelidir. Örgütlenme alanları fabrikalarda, atölyelerde, bürolarda, tarlalarda çalışan, evlere temizliğe giden, evde(n) çalışan, işsiz kadınlar, küçük dükkânlarını çevirmeye çalışan esnaf kadınlar, ev kadınları, okuyan, iş arayan genç kadınlar… yani yaşayabilmek, geçinebilmek için uğraş vermek zorunda olan tüm kadınlardır.

Ve hedef, kadınların sorunlarını çözmek değil, bu sorunları dile getirmek, taleplere dönüştürmek ve kadınları kendi sorunlarını çözme konusunda kararlı, ısrarlı, kolektif davranmayı ve paylaşmayı bilen mücadele öznelerine dönüştürebilmektir…

15 Şubat 2024, İstanbul.

N O T L A R

[1] Sosyalist Kadın Hareketi’nin 25 Şubat 2024 tarihinde İstanbul’da düzenlediği “Kadınlar: Yetti Artık!” başlıklı forumda yapılan sunum.

[2] Clara Zetkin.

[3] Belirtmeden geçmeyeyim, TÜİK’in açıkladığı, “dar tanımlı” işsizlik oranları… Bir başka deyişle TÜİK, iş bulmaktan umudunu keserek iş aramayı bırakmış olanları, ya da geçici, eksik zamanlı çalışanları, mevsimlik işçileri vb. “işsiz” saymıyor. Bunlar da katıldığında, geniş tanımlı işsiz oranının % 24.7’yi bulduğunu görüyoruz. Bu oran erkeklerde % 19.7’de seyrederken, kadınlarda yüzde 33.2’ye çıkıyor. (“Gerçek TÜİK rakamlarının üç katı: Bir ayda bir milyon kişi işsiz kaldı”, Birgün, https://www.birgun.net/haber/gercek-tuik-rakamlarinin-uc-kati-bir-ayda-1-milyon-kisi-issiz-kaldi-506138)

[4] Unutmayalım, bu ülkede 33 milyon küsur 15 yaş üstü kadının 14.7 milyonu, yani yarıya yakını “ev kadını” (işsizlik istatistiklerinde adı olmayan) “ev kadını”dır.

[5] Sinan Burhan, “Erdoğan Daha Ne Yapsın Nankörler!”, Yeni Akit, 11 Şubat 2024. https://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/sinan-burhan/erdogan-daha-ne-yapsin-nankorler-44523.html

[6] Aslı Atakan, “Büyük Gıda Krizi Kapıda: İklim Değişikliği ve Savaşlar Milyonlarca Kişiyi Aç Bırakacak”, İklim Haber, 14 Ağustos 2023, https://www.iklimhaber.org/buyuk-gida-krizi-kapida-iklim-degisikligi-ve-savaslar-milyonlarca-kisiyi-ac-birakacak/.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz