“Sol”cu olmak, muhalif olmak, devrimci olmak

Devrimci mücadelenin, sosyalist devrim mücadelesinin ciddi savaş alanlarından biri, ideolojik savaşımdır. Egemen sınıfa karşı, işçi sınıfının çıkarlarını her koşulda savunacak, bu doğrultuda mücadele içinde davranışlar üretecek bir ideolojik mücadele olmadan, militan bir mücadele yürütülemez.

Ve egemene karşı, insanlık tarihi boyunca insanın insan tarafından sömürülmesine dayalı sistemlerin en gelişmişine karşı mücadele, militan bir karaktere sahip değilse, işçi sınıfının kurtuluşu savaşımı başarıya da ulaşamaz.

Hani Nâzım ne demişti: “Zafer hiçbir şeyi affetmeyecek kadar, tırnakla sökülüp koparılacaktır.” Gerçekten, kapitalist sistemi yıkmak ve sosyalist ve oradan da komünist bir dünya kurmak istiyorsak, yarının ortakçı toplumunun yeni insanını bugünden yaratmak istiyorsak, zafere ulaşmak için tırnaklarımıza kadar tüm gücümüzü devreye sokmamız gerekir. Sömürülen sınıfın hiçbir ferdi, kolay zafer hayali kurmamalıdır, kuramaz, kendini kandırma hakkına sahip değildir. Sömürülen sınıfın hiçbir ferdi, toplumsal kurtuluş olmadan bir bireysel kurtuluş yolu aramamalıdır.

İdeolojik mücadele, yaşamın her alanını kapsar. Mücadelenin her alanında içkin olarak var olur. Eğer, bir yerde sorun varsa, mutlaka ideolojik alanda da bu sorunun izleri aranmalıdır.

Marksizm, sadece bir ideoloji değildir. NATO tedrisatından geçmiş “aydın”ların, “ideolojileri mahkûm etme” kurnazlıkları, aslında en çok işçi sınıfını öncüsüz ve öndersiz bırakma girişimidir. Bu NATO tedrisatlı sözüm ona aydınlar, aslında 1870’lerde, emperyalizmin ilk temelleri atılırken onlar adına ideologluk yapanların söylediklerinden bir dirhem farklı bir şey söylemiyorlar. Onların ideolojilere düşman unvanını alıp, ortalıkta “özgür bireyler” olarak dolaşıyorlar.

Madem, bu kadar “ideoloji”lere düşmansınız, buyurun, elinizi tutan mı var; önce burjuva egemen ideolojiye karşı savaş verin. İşçi sınıfı bitti diye nutuklar atacağınıza, zaten kendisi asalak bir sınıf olan, var olmasa insanlığın hiçbir şey kaybetmeyeceği burjuva sınıfın bitişi üzerine kafa yorun. Ama o kadar da “özgür” değilsiniz değil mi?

Yaşadığımız ülkede, hırsız, her zaman yoksul olanı hırsızlıkla suçluyor, haklı olanı haksızlıkla, namuslu olanı namussuzlukla, mazlum olanı teröristlikle suçluyorlar. Bakın Hrant’ın davasına, neredeyse aile suçlu ve tartışmasız Hrant suçlu, çünkü bir kere Ermeni ve Marksisttir. Demek iki kere suçludur. Tren kazasında ölen çocuğun ailesi suçludur, tecavüze uğrayan kadın ve çocuk suçludur, hakkını arayan işçi suçludur vb. Parlamentoda DEM Parti var. Dün adı HADEP idi ve sürekli olarak Kürt milletvekillerine, “PKK terörünü kınıyorum de” diye bir dayatmada bulunuyorlardı, hâlâ bulunuyorlar. Ve “aydın” denilen bu “özgür bireyler”, ideolojilere düşmanmış gibi davranan bukalemun kılıklılar, bir gün olsun, devletin açık terörünü kınamamışlardır. Bir gün olsun, Suriye’de işgalciyiz dememişlerdir, bir gün olsun Kıbrıs konusunda gerçekleri söylememişlerdir.

Konumuza dönelim. Marksizm bir ideoloji midir?

Marksizm, hem bir ideolojidir, hem de bilimdir. Bilimdir ve bilim olduğu için, her türlü ideolojik çarpıtmaya karşı da tutum alır. Ama Marksizm, aynı zamanda işçi sınıfının elinde, devrimi zafere ulaştırmak için bir silahtır. Hem bilim hem de bu militan karaktere sahip olması, ancak ve ancak, gerçeklere bağlı kalmak hareket ilkesi ile birleştirilebilir. Bu nedenle, biz devrimciler, Marksizmi bir bilim olarak görürüz ve onun kalıplarla aktarılmasını sevmeyiz. Ama biz devrimciler, aynı zamanda egemen sınıfı alaşağı etmek ve dünya üzerinde ortakçı toplumu, komünizmi kurmak için militan bir mücadele yürütürken, Marksizmi yol gösterici olarak ele alırız.

Egemenin ideolojisi, her zaman çarpıtmaya dayanır. Çünkü, bir azınlığın, insanlığı baskı altına tutarak toplumu yönetmesi, aynı zamanda ideolojik çarpıtmalara başvurması ile mümkündür. Egemen, gerçekten yana tutum alamaz ve burjuva egemen, bilimi ancak, üretimi artırmak ve daha fazla artı-değeri cebine indirmek üzere kullanır, köle yetiştirmek üzere kullanır vb.

Oysa işçi sınıfının bilimi olduğu gibi ortaya çıkartması, gerçeği dile getirmesi, aynı zamanda onun sınıfsal çıkarına da uygundur. Bu nedenle, ideolojik mücadele, sisteme karşı savaşımın bir parçasıdır. Biz Marksistler, bu ideolojik mücadeleyi, ufuk açıcı olan bilimle birleştiririz.

İşte bu ideolojik mücadele, yani işçi sınıfının egemene karşı ideolojik mücadelesi, egemen sınıfın, tüm kültürel ve sosyal alana egemen olması, bilim ve sanatı kontrolüne alması ile oluşturduğu karanlığı yarmak için devreye sokulmalıdır ve bu, militanca, örgütlü, süreklilik isteyen bir iştir.

Son günlerde, Avrupa’da ve dünyada, “sağın yükselişi” diye bir tartışma yürümektedir. Sağın yükselişi dedikleri şey, NATO tedrisatlı aydınların, uzaktan, sol jargon kullanarak, seyirci edasıyla “bilimsel” analiz yapma işinin (her canlı kendi karakterine göre, huyuna göre davranır) beraberinde getirdiği bir sonuçtur. Neymiş, “sağ yükseliyormuş.”

Ne demek sağın yükselişi?

Bu NATO tedrisatlı, burjuva cepheye eklenmiş, solcu olarak tanıtılan “aydın”lar, aslında parlamento seçimlerinde, özellikle Avrupa başta olmak üzere Batı dünyasında, sağ partilerin, hatta faşist partilerin oylarındaki artışı, böyle isimlendiriyorlar. Mesela Fransa’da Le Pen, Almanya’da AfD. Aman aman, canım Fransa, modanın merkezi, demokrasinin beşiklerinden biri, burada faşist partilerin oyunun artması ne korkunçtur! Mesela Le Pen’in artan oyları ile Filistin halkının soykırıma uğramasını ele alıp, hangisi daha kötü diye sıralayacak olsalar, elbette canım Paris’in kaldırım taşlarında Le Pen’in ayak izlerinin artmasını ilk sıraya koyarlar.

Oysa Fransa’da Macron, ki kendisi Rothschild hanedanına bağlıdır, acaba en faşist olan değil midir? Sert mi oldu, değiştirelim, acaba Le Pen ile Macron arasında, halk için, işçi sınıfı için, demokrasi diye nadide bir çiçeğe bakar gibi bakan, ayaklarının ucunda kimseyi rahatsız etmemek için yürüyen kibarlık budalaları için, fark var mıdır? Macron, açıkça anayasayı delmiyor mu? Macron sağ değil mi ki, Le Pen sağın yükselişi oluyor?

Daha ileri gidelim, izninizle: Erdoğan ile Trump, Scholz ve Macron arasında ne fark vardır. Boyları, dilleri, kültürleri, dinleri bir yana, gerçekte ne farkları vardır?

Almanya’da (yoksa İngiltere, Fransa, ABD, Japonya mı deseydik) halk, sömürgelerden gelen fazla ile, artık ile bir miktar rahata ermiş ve kendinden geçmiş, dünyanın kendisi için yaratıldığını sanarak, politikacılar arasında, 4 yılda bir “seçim” yaparken, Scholz’un politikaları ile AfD politikaları arasında bir fark olmadığını gördüklerinde, gidip AfD’ye oy verirlerse, “sağ” mı yükselmiş oluyor?

İyi de beyler, Macron da sağdır, Le Pen de. AfD de sağdır, CDU da, Scholz da. Hepsi sağdır. Ve zaten bir başka sağdan bir başka sağa kayışı mı “sağın yükselişi” diye tanımlıyorsunuz?

Dünyayı sadece Batı sanırsanız, dünyaya sadece Batı gözlükleri ile bakarsanız, mesela Sri Lanka’daki direnişi görmezsiniz, mesela Şili’de direnenleri görmezsiniz, mesela Arjantin sokaklarındaki mücadeleye bakmazsınız, mesela Kürt halkının direnişini görmezden gelirsiniz, mesela Irak’taki eylemleri görmezsiniz, mesela Nijer’de olup bitene bakmazsınız, mesela Yunanistan’da sokaklara taşan direnişi görmezsiniz. Hatta, bizim ülkemizde sürmekte olan direnişi de ancak egemenin TV kanallarından akıttığı karanlık içinden görmeye alışırsınız. Mesela Almanya’da sokaklara taşan protestoları görmezsiniz, Fransa’da birdenbire yükselen protestoları görmek istemezsiniz.

Sanki, tüm siyasal alan, Batı’nın parlamentolarından ibarettir. Siyasal sahnede sokaklar, işçi ve emekçiler yoktur. Burjuvazi, tekeller, tam da bunu empoze etmeye çalışıyor ve sizler, bilerek ya da bilmeyerek, onlar adına “durum” analizi yapıyorsunuz. Neymiş, “sağ yükseliyormuş”!

Hayır, buna sağın yükselişi denilemez.

Buna, herkesin, keskinleşen sınıf savaşımı ve savaş koşullarında maskesini indirmesi diyebilirsiniz. Egemenler, dün NATO ülkelerinde örgütledikleri paramiliter Neonazi çetelerini, artık açıktan sahaya sürmektedirler. Ukrayna savaşına bakın, tüm Avrupa ve ABD, hep birlikte, Neonazi çetelerinin arkasına sıraya dizilmiştir. Almanya’da Yeşiller, sözüm ona sol idi, ama maskesini indirdi ve AfD ile bir farkı olmadığını ilan etmiş oldu.

Olup biten budur.

Halkın bir bölümü seçim için sandığa gitmiyor, çünkü bunun büyük bir oyun olduğunu seziyor. Ve gidenlerin bir bölümü ise, bir başka sağdan bir başka sağa oy veriyor. Çünkü “ayrıcalıklı yaşamları”nı kaybetmeye başladılar. Ve ne savaş konusunda, ne de göçmen sorunu konusunda devrimci bir politika öneren bir sol yok. Sol, açıktan bir devrimci tutumla mesela Ukrayna savaşını tartışmıyor, Rus yanlısı olmak ile suçlanmak, onlara ağır geliyor. Mesela sol, sokaklara taşan protestolara rağmen, açıktan Filistin halkına karşı soykırım uygulamalarını dile getirmiyor. Çünkü bu konularda tutum almak, aslında açıktan devlete karşı tutum almak oluyor. Bunu göze alamayan sol, liberaldir, sol değildir ve muhalif de değildir. Ya da muhalifliklerinin bir anlamı kalmamıştır. İşte bu koşullarda halk, Macron yerine Le Pen’e oy veriyor.

Avrupa’da sol nedir? Mesela Alman sosyal-demokratları sol mudur? Bunu iddia etmek için, insanın kanıtlar bulması gerekir. Zira Alman Sosyal-Demokrat Partisi kadar sağ, devletçi parti yoktur.

En azından, sol olmak için, burjuva devletten, egemen devletten yana olmamak gerekir. Bu ölçüye uyan var mı? Mesela sol, toplumsal kurtuluştan yana tutum alıyor mu? Ya da mesela sol dediğimiz bazı partilerin enternasyonal anlayışları var mıdır?

Dünya kapitalist sistemi, iki dünya savaşına ev sahipliği yaptı. Ve üçüncüsünü de kundaklıyorlar. Her iki dünya savaşı da emperyalizmin doğuşunun sonrasındadır. Dünyayı toprak ve pazar olarak paylaşmış olan emperyalist güçler, paylaşılacak alan kalmayınca, birbirlerinin sömürgelerine göz dikmek zorundadırlar. Öyle yaptılar. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı başta olmak üzere, geniş topraklara sahip imparatorlukları paylaştılar. Osmanlı yok oldu, Çin yarı sömürge hâline geldi, Avusturya-Macaristan yok oldu, İspanya, Portekiz bazı sömürgelerini kaybetti. Ekim Devrimi patlayınca, bu paylaşım savaşımı durduruldu.

Bu emperyalist ülkeler, savaşın öncesinde, onlarca savaşla, onlarca yıl içinde birçok ülkeyi sömürgeleri hâline getirdiler.

Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nda, egemenler, emperyalistler, sol cenahtan birçok grubu, kendi devletlerinin kolları altına aldılar. Kautsky, Bernstein bunun çok bilinen örnekleridir.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise, birçok ülkede, sağ ve sol, ama her ikisi de devletin ve egemenin partisi olacak şekilde, iki ana parti organize ettiler.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında CHP, bizim ülkemizde, birdenbire sol parti oldu ve DP, sağ parti oldu. Oysa ne CHP ve ne de DP sol parti değildi. Her ikisi de devletin partileri idi. Hiçbir ciddi konuda aralarında ayrım yoktur. Din ve milliyetçilik (ırkçılık da diyebilirsiniz) her ikisinin ana politikaları oldu, sadece dozları farklı olmak koşulu ile. Mesela AK Parti, DP’ye göre dini daha azgınca kullandı. Bu açıdan, onun yolundan yürüse de, bazı farkları vardır. CHP ve AK Parti arasında bazı farklar olabilir ama bu, sağ ve sol ayrımına işaret etmez.

Böylece, burjuvazi, tüm dünyada, devlet partilerini sağ ve sol diye ayırdı. Sol ile kitleleri denetim altında tutmak gerektiğinde iş gördü. Biri yıprandı, yerine diğerini koydular. Erdoğan’ın imamhatiplerini, önce CHP açtı. Bir an için, partileri unutun, bunu devlet yaptı. Hepsi ABD emperyalizmine ve NATO’ya bağlıdırlar ve oradan seçilirler.

Gelin bir de meseleye, “sol” denilen yerden bakalım.

Bu “sol” nasıl tarif edilebilir?

Mesela, siz Marksistsiniz, devrimcisiniz, komünistsiniz, sosyalistsiniz ve bu anlamda solsunuz. Peki, komünist değilsiniz, sosyalist değilsiniz, devrimci değilsiniz, Marksist değilsiniz, iyi ama bu durumda nasıl solcusunuz?

Diyelim ki bir genç, öğrenci veya işçi, kadın veya erkek, sisteme karşı mücadele etmeye niyetlidir. Ve TV kanalları arasında, ülkemizde dolaşmaktadır. Nihayetinde, Erdoğan’ı eleştiren, muhalif gibi olan Sözcü, Tele1 ve Halk TV gibi kanalları izlemeye başlıyor. Diğer kanallarda sadece Erdoğan övgüsü vardır. Oradan hareketle, o “muhalif” kanallarda konuşan gazeteci, “uzman” (uzmanlığı nereden gelmiş ise), profesör, “aydın”ları dinliyor. Onları, “solcu” olarak adlandırıyor. Ve buradan hareketle, bir gün, onların söylediklerinin ne denli yüzeysel olduğunu anlamaya başlıyor, mesela 1 Mayıs konusunda tutumlarına bakıyor vb. ve sonunda onlara kızmaya başlıyor.

Kızıyor, çünkü onları solcu ya da muhalif sanıyor. Oysa, onlar bildiğiniz gibi devletçidirler. Devleti savunmak ile işçi sınıfını savunmak, egemeni savunmak ile ona karşı mücadeleyi savunmak iki ayrı kutuptur. Ve bu kişiler solcu bile değildirler.

Şöyle düşünelim: Hitler, bir hareketle, bir parti ile yükseliyor. Hitler’in partisinin adı Faşist değil, adı Nasyonal Sosyalist’tir. Çünkü Almanya, Birinci Dünya Savaşı’nda yenilmiş, bir sosyalist devrimin ucundan dönmüştür. Alman komünistleri Spartakistler, Ekim Devrimi ile bağları olan, Almanya’da devrimci bir ayaklanma ile iktidarı yıkmayı hedefleyen, Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg öncülüğünde mücadele eden, ama 1919’da yenilen bir hareketten geliyor. Ve bu hareket, hâlâ Almanya’da, savaşın ve yenilginin yükü altında inleyen işçi sınıfının içinde yer etmiş bir hareket idi. Bu nedenle, Almanya’da komünistlerin bir prestiji vardı. Alman nasyonal sosyalistleri, aslında bu ortama uygun isim seçmişlerdir. Faşist idiler ama kitleleri kendi etraflarında toplamak için yollar arıyorlardı.

Nasyonal, ulusalcı olarak çevrilebilir.

Demek bizim ulusalcı solcularımız, onlarla aynı yolun yolcusudurlar.

Çünkü sosyalist ya da komünist ya da devrimci, özü gereği, enternasyonalisttir, milliyetçi ya da ulusalcı olamaz. Zira ulus, burjuva egemenlikle ortaya çıkmış, burjuvazinin kendi pazarının sınırlarını çizmesi ve o sınırlar içinde yaşayanları bir elbise içine alması demektir. Elbette, bunun tarihsel, sosyal, ekonomik temelleri vardır. Fransız uluslaşması, Fransa’da yaşayan başka halkların asimilasyonu da demektir. Ama en başta, ulusal pazarın oluşumu üzerine dayanır bu “uluslaşma”. Ve dünya işçi sınıfından söz edip, ulusal sınırları bir tabu olarak kabul etmek, ciddi bir bilinç kaybıdır.

Alman uluslaşması daha da despotiktir ve bizim ülkemizde uluslaşma, hem anti-komünizm temelinde gelişmiştir, hem halkların katledilmesi ile ve hem de sömürgeleşme süreci içinde gerçekleşmiştir. Diğerlerinden farklıdır.

Fransız demokrasisi, sadece Fransız Devrimi’nin ardından kurulmuyor. Aynı zamanda, Fransız restorasyonu ve devrimin sivri uçlarının törpülenmesi ve nihayetinde Paris Komünü’nün kanla bastırılması, katliamla yok edilmesi üzerine yükseliyor. Bunu unutmamak gerekir.

Ulusal sosyalist, ulusal komünist, ulusal devrimci olunamaz. Bu eklektiktir, birbiri ile çelişen şeyleri bir araya getirme girişimidir.

Devrimci mücadele, entelektüel mücadeleyi de gerekli kılar. Entelektüel mücadele ya da bilimsel ve ideolojik mücadele, günlük yaşamımıza burjuva ideologlarca sabitlendirilmiş kavramlara karşı da mücadele demektir. Mesela bizim Demokratik Kitle Örgütü (DKÖ) dediğimiz şeye, onlar ısrarla Sivil Toplum Kuruluşları (STK) adını vermek isterler. DKÖ, aslında sınıf mücadelesi içinde, devrimci örgüt ve partilerin yanı sıra, işçi sınıfı ve kitlelerin, kendi ekonomik ve demokratik sorunları etrafında, günlük sorunları etrafında geliştirdiği örgütlenmelerdir. Mesela sendikalar, mesela Alevi dernekleri, mesela öğrenci örgütlenmeleri vb. Oysa STK bunlar değildir. Lions kulüplerinden kanarya sevenler derneğine, yardım kuruluşlarından tarikatlara kadar hepsine STK diyorlar. Ve STK’lerde siyasal düşüncenin yer edinmemesi gerekir diyorlar. Yalan söylüyorlar. Demek istedikleri, iktidar yanlısı siyasal görüşleri varsa sorun değil, ama mücadele etmek ve muhalif olmak eğilimindeki görüşlerinin, siyasal yönelimlerinin olmaması gerektiğini söylüyorlar. Devrimciler, komünistler, onların cephesindeki entelektüeller, bu tür kavramları yerli yerine oturtmak üzere müdahale etmek zorundadırlar.

Zira insan kavramlarla düşünüyor.

“Sol” sözcüğü de böyledir.

Birçok samimi, inanmış, gösterişten uzak, dini kendi içinde yaşayan Müslüman, bugünlerde iktidarı kastederek şöyle diyor: Bunlar Müslüman’sa ben değilim.

Bizim cephemizden de aynı durum geçerli. Bazı solculara bakınca, bunlar solcu ise, biz solcu değiliz dememiz gerekir.

Adam gazeteci, “uzman”, profesör, okumuş yazmış, solcuyum diyor ve ardından, “devletin çıkarları”ndan söz ediyor. Bu solcu ise, biz değiliz.

Birçoğu, “ulusal sol”culuktan söz ediyor. Bunlar solcu ise, kendilerine ne isim koyarlarsa koysunlar, biz solcu değiliz.

Diyelim ki, göçmen sorununu ele alalım. Birisi çıkıp, bir kişi göçmen olduğu için onu aşağılıyorsa, onu hor görüyorsa, bu kişi solcu olamaz. Göçmen var, göçmen var. Diyelim ki göçmenlerin içinde zenginler de var. Hatta bunların göçmen olduğunu bile göremezsiniz. Diyelim ki, TC devletinin SADAT’ın, İslamcı çeteler içinde örgütlenmeleri var ve bunlar aslında karakter olarak Neonazi, paramiliter karakterlerdedir. Bunlara göçmen demek doğru değildir. Fabrikalarda işçi olarak çalışanlar, yoksullar, toplumun en alt tabakasını oluşturanlar, bunlar işçi sınıfının bir parçasıdır ve bunların hangi ülkeden geldikleri bir ayırt edici unsur değildir.

Devlet eli ile gerçekleştirilen katliamlara sesini çıkartmayan bir kişi, insan olmaz ki solcu olsun. Devletin solcusu olmaktan söz ediyorsak, evet bunlara solcu diyebilirsiniz.

Karşımıza çıkıp, neoliberal politikaları savunan solcular, karşımıza çıkıp Mehmet Şimşek eli ile uygulanan uluslararası konsorsiyumun programını alkışlayan, Mehmet Şimşek’te liyakat arayan kişiler, kendilerine ne diyorlarsa desinler, solcu değildirler. Ya da onlar solcu ise, biz solcu değiliz.

İşi gücü Marksizme, yoksullara, halka, işçi sınıfına küfürler etmek olan kişiler, “aydın” iseler, devletin aydını, egemenin aydınıdırlar.

Derler ki, gerçeğin sadece bir bölümünü söylemek, bir çeşit yalan söylemektir. Halka, işçi sınıfına, emekçilere, kadınlara, gençlere yalan söyleyenler, unvanları ne olursa olsun, şarlatandırlar, egemenin “eklenmiş” yardakçılarıdırlar.

Kürt sorununa devlet gözlükleri ile bakanlar, vatan millet çığlıkları ile Kürt düşmanlığını iş edinmiş olanlar, solcu değildirler ve olamazlar. Bunlar “ulusal solcu”lardır ve “ulusal sol”, solculuk değildir, devletin hizmetine girmiş sol demektir.

Devlet eli ile işlenmiş suçlara bakarken, bunu devletin içindeki kötü güçler yaptı ve yanlıştır demekle yetinenler, büyük yalancılardır. Sivas katliamını ele alın, bu katliama “iyi ama Aziz Nesin de kitleleri tahrik etti” diye yaklaşanlar, hiçbir zaman IŞİD ile TC devletinin bağlarını anlayamazlar. Oysa Sivas katliamı, IŞİD katliamlarının 30 yıl önce ortaya konmuş şeklidir.

Elbette, bazı gazeteciler, bazı “aydın”lar, gerçeğin bir bölümünü söylüyorlar. Ama bunlara bakarak, gerçeği anlamak mümkün değildir. Gerçeği, tüm çıplaklığı ile bütünlüklü olarak ortaya koymayan, eninde sonunda, devletin hizmetlisi olur ve devlet, bunlara uygun kanallar açmakta beis görmez.

Dürüst bir insan, gördüğü gerçeği, açık ve net olarak ortaya koyan kişidir. Diyelim ki korkuyorsunuz, öyle ise, bu yola girmeyeceksiniz. Gerçeği, sizin korkularınız nedeni ile eğip bükerek, devletin kabul edeceği hâle getirip, sansürle halka sundunuz mu, siz artık dürüst bir insan olamazsınız.

Her konuşmanızı para karşılığında yapıyorsanız, giderek parayı verenlere uygun konuşmaya başlarsınız. Olan da budur. Bu durumda kişinin kendisine solcu dememesi uygun olur. Hele hele muhalif dememesi gerekir.

Evet CHP de “muhalefet” yapıyor. Peki kimin için ve neye karşı? CHP, halkı uyutmak, kitlelerde birikmiş öfkeyi azaltmak, kitlelerin devrimci politikaya yönelmelerini, sisteme karşı mücadele alanına girmelerini önlemek için vardır. Buna uygun iş yapmaktadır. Bir gün, biz devleti kuran partiyiz, dediniz mi, bu sistemin suçlarını da kabul etmeniz gerekir. Öyle, iyileri bize, kötüleri AK Parti’ye diyerek muhaliflik yapılamaz. CHP, egemenin seçtiği muhaliftir. Gerçekte muhalif değildir. Bu konuda tereddüde yer yoktur.

Bir kişi, ABD’ye karşı olduğunu söylüyorsa, emperyalizme karşı olduğunu söylüyorsa, öyle ise, NATO’dan çıkılmasını savunmak zorundadır. “Demokrasi için NATO’ya ve Batı değerlerine bağlıyım,” diyen kişi solcu değildir, “aydın” değildir ya da egemenin aydınıdır. Bu ülkede gerçekleşen her darbenin ardında ABD ve NATO vardır. Suriye’deki durumun yaratıcısı NATO ve onun tetikçisi olan TC devletidir. Kürtlere karşı katliamlar da dâhil, bu ülkede gerçekleşen her katliamın sorumlusu, 1945’ten sonra, NATO’dur. NATO tedrisatından geçen kişilerden solcu olmaz.

Eğer siz anti-emperyalist iseniz, açık ve net olarak, bu konuda bir mücadele yürütmek zorundasınız. NATO’ya, ABD’ye biat ederek anti-emperyalist olunamaz. Ülkedeki NATO üslerinin kapanması için hareket etmeyen anti-emperyalist olamaz. Kürt halkına ve Filistin halkına karşı katliamlara sesini çıkartmayan anti-emperyalist olamaz. Kapitalizme karşı çıkmayan, sömürüye karşı çıkmayan ve sınıfların varlığının ortadan kaldırılması için mücadele etmeyen, solcu olamaz. Ya da siz solcu iseniz, biz değiliz.

Solcu diye karşımıza çıkıp, “ama Ermeniler de isyan etmişti, devlet ne yapsın” diyen bir kişi, solcu değil, olsa olsa solcu maskesini takmış bir faşist olabilir, insan olduğu da tartışmalıdır. Mazlumdan yana tutum almayan, isyan etmeyen, solcu olamaz.

Havada dolaşan fikirleri ile, üstten analizler yaparak, mücadele etmeyen bir kişi devrimci olamaz. İnsanlara tepeden bakan, egemenin kibri ile yarışarak solculuk yapan kişi, solcu olamaz.

Solculuk, en başta, bireysel kurtuluş peşine değil, toplumsal kurtuluş peşine düşen kişidir. Toplumsal sorunlara duyarsız, toplumsal sorunların kaynağını ortaya koymaktan uzak duran, bu nedenle de sadece gördüğü ilk fırsatta kişisel çıkarına göre davranan kişi, solcu olamaz.

Bu kirlenmiş ve bulaşık hâli ile solculuğu, daha genel bir tanımlama, bir gruplama olarak ele alabiliriz. O kadar. Biz, devrimci sosyalistleriz, devrimciyiz. Saray Rejimi’nin meşru olmadığını biliyoruz. Bu nedenle, halka, işçi ve emekçilere, gelecek seçimlere kadar dayanın, diye bir çağrı yapmayı, onları aldatma girişimi olarak ele alırız. Biliyoruz ki, Saray Rejimi seçimle gitmez.

Devrimci kişi, her koşul altında, her yol ve araçla, devrim için mücadele eder. Bunun önündeki engelleri, aşılacak şeyler olarak görür.

Her zorlukta, her adımda, günlük çıkarlarını düşünerek yaşayan kişi, devrimci olamaz, devrimin yolcusu olamaz. Devrimci eylem, gelişmiş bir ahlâk da yaratır. Devrimci kişi, kendini ve sınıfını kandıramaz. Bilime bağlıdır ve işçi sınıfından yanadır, yalanlara dayalı bir yaşam süremez.

İçinde yaşadığımız sistemde kişi, günlük çıkarları için her türlü ilkesini ayaklar altına alıyor ise, ona başarılı, uyanık vb. denmektedir. Devrimci kişi için böyle bir tutum yoktur. Her şeyden önce, devrimci kişi, toplumu değiştirme işine soyunmuş, bu yolda kendini de değiştiren kişidir. Onun kişisel çıkar diye bir derdi yoktur, olamaz. Elbette, herkes yaşamak için yemeye, barınağa, içeceğe vb. ihtiyaç duyar. Ama bunlar insanı belirlemez. Kişi en küçük bir çıkarı için yolunu değiştiriyorsa, onun mücadelesine saygı duyulamaz.

Toplumu değiştirme işine girişmiş kişinin, günlük yaşamımıza egemen olan sistemin düşünüş kalıplarına mahkûm olarak yaşaması düşünülemez. Egemen düşünce, herkesin sosyal hayatına girmektedir. Sistemin ahlâkî kurallarını parçalamadan devrimci olunamaz, doğru bile düşünülemez. Toplumun değer yargılarının esiri olunarak, sisteme karşı mücadele yürütülemez. Ve her insan, içinden geldiği bu sistemden gelen değerlerle, alışkanlıklarla mücadele etmeyi devrimci mücadele içinde geliştirir, öğrenir, örgütler. Bu nedenle de devrimci mücadele, örgütlü mücadeledir. Başkası düşünülemez. İnsanlaşmak, doğru temelde sosyalleşmek, ancak devrimci saflarda aktif mücadele etmekle mümkündür.

Yeni bir dünya savaşının başladığı, başlayacağı gibi tartışmaların içinden geçiyoruz. Böylesi dönemler, büyük gelişmelere gebe dönemlerdir. Acılar kadar, büyük devrimci çıkışların yaşanacağı bir dönemdir bu. Bu dönemde, aklımızı temizlemek, bulaşıklıkları ortadan kaldırmak, devrimci saflarda etkili mücadele edebilmek için zorunludur.

Gerçeği bir kısmını gizleyerek, sadece bir kısmını söyleyenleri artık baştacı etmeye son vermek gerekir.

Cephelerin netleştiği, netleşeceği, gerçeğin tüm çıplaklığı ile ortaya çıkmaya başladığı, sınıf savaşımının üzerindeki çeşitli örtülerin parçalanacağı bir dönemdeyiz. Gözümüzü, gerçeğin tümüne dikmeliyiz. Bunun için, seyirci olmaktan çıkmak, eylemli bir varlık olmak şarttır. Toplumsal kurtuluştan yana olmak bu eylemlilikte ortaya konur. Siyasal kişileri, siyasal partileri anlamaya çalışırken, onların söylediklerine değil, esas olarak onların siyasal eylemlerine bakılır. Muhalif olmanın, solcu olmanın ölçüsü bu siyasal eylemde aranmalıdır.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz