12 Eylül ile hesaplaşma ve devrimci hareket

Devrimci mücadele, aslında bir yandan insanın gerçek karşısındaki tutumu ile de bağlıdır. Devrimciler, halka, işçi ve emekçilere, birlikte kurtuluş için mücadele ettiği insanlara, gerçeği söylemekten asla geri durmazlar. Yalanlar üzerine kurulu bir yaklaşım, asla devrimci olamaz, ne bugün, ne dün, ne de insanlık tarihinin herhangi bir evresinde.

Gerçeği görebilmek, güç demektir, güçlü olmak demektir. Bu nedenle işçi ve emekçilere, kendi gerçekliğini olduğu gibi söylemek ilkesel bir tutumdur.

Gerçeği kabul edebilmek ise cesaret olarak ele alınabilir. Cesaret, bizim Anadolu kültürümüzde hemen hemen tüm halklara işlemiş olduğu gibi, göğsünü gerip yürümek ile ilgili değildir. Cesaret, gerçeği kabul edebilmek ile ilgili olarak ele alınırsa daha doğru bir yaklaşım ortaya çıkar. Elbette, pek çok durumda cesaret için farklı ölçüler karşımıza çıkar, Ama durumu, gerçeği kabullenebilmek, hepsinde içkin olarak var gibidir.

Gerçeği değiştirmek ise irade ister. Bu irade, bilgi, birikim de demektir. Ama nihayetinde iradedir. Demek ki, gerçeği kabullenme cesareti, onu değiştirmemek anlamında ele alınmıyor. Tersine, biz gerçeği olduğu gibi kabul edecek cesarete sahip oldukça, işte onu değiştirme iradesini de ortaya koyabiliriz.

Devrimci mücadele, bugün, kapitalist sistemi yıkmak, onu tarihten silmek ve işçi sınıfının iktidarını gerçekleştirerek, sınıfsız bir toplumun inşasına başlamaktır. Bu mücadele içinde, birçok yenilgi vardır. Olmak zorundadır. Egemen sınıf, bugün burjuvazi, kendi cennetini gönül rızası ile bırakmaz, direnir. Ve egemen sınıf, yıllarca yönetme birikimine sahiptir ve elinde de ideoloji ve zor aygıtı, yani devlet vardır. Devlet, son derece açık biçimde, egemen sınıf adına, diğer sınıf ve katmanları bastırmakla görevlidir. İşte bu devlete karşı savaş, elbette birçok yenilgiyi tatmak da demektir.

Kişinin ciddiyeti, hataları karşısında aldığı tutumla ölçülebilir. Kendi hatalarından öğrenebilen, kendi hatalarındaki gerçekliği görebilme gücüne sahip olan, bunu kabul edebilecek cesareti gösteren, o hataları değiştirebilir, sonuçları ile birlikte.

Her devrimci, ister derinliğini kavramış olsun, isterse yüzeysel biliyor olsun, eleştiri ve özeleştirinin devrimci mücadelenin önemli bir silahı olduğunu bilir. Burada “bilmek”, pek de gerçek anlamda bilmek anlamına gelmeyebiliyor. Bu ilkeyi genel olarak kabul etmek ayrıdır, ama sıra eleştiri ve özeleştiriye geldi mi, ortaya konan pratik farklıdır. Eleştiri ve özeleştiride samimiyet, aslında, görme gücü, kabul etme cesareti ve değiştirme iradesi ile anlattığımız gerçek karşısındaki tutumun içselleştirilmiş olmasıdır.

Yoksa hep birlikte biliriz, eleştirirken “eleştiri özgürlüğü”, ama eleştirilirken “bana karşı saldırı” ifadeleri, Anadolu’da oldukça yaygındır. Devrimci hareket içinde de. Bugünkü toplumda bir sürücü, trafikte asla hatalı olmaz. Hata hep karşımızdakindedir. Hatanın sistemde, hatanın kendinde olacağı ihtimali bile ele alınmaz. Aile kavgalarında da durum böyledir, arkadaş ilişkilerinde de. Hep karşımızdaki hatalıdır. Bir öğrenci, varsa bir hata, hatayı öğretmende arar, sistemde veya kendinde değil.

Bu genel durum, devrimci insanların içinde yaşadığı toplumun hâlidir ve elbette devrimcileri de etkilemektedir. Oysa her devrimci hareket tarafından kabul edilen sözlerimiz vardır: Dost eleştirir, düşman eleştirmez; eleştiri hem haktır hem de ödev. Bu ve benzeri ilkeler, aslında doğrudurlar, yaşam tarafından yalanlanmamıştırlar. İkiyüzlülüğün alıp başını gittiği tüketim toplumlarında, insanlar “dost” bulamadıkları için, psikologlar dünya kadar para kazanmaktadır. Arkadaşsız, dostsuz insan, kendisi ile yüzleşme, kendisi ile hesaplaşma ve dolayısıyla kendisini tanıma olanağını da kaybetmektedir.

İşte ülkemiz devrimci hareketinin de, bir bütün olarak, 12 Eylül yenilgisi ile hesaplaşması gerekir.

Bu hesaplaşma, iki biçimde gerçekleşecektir: Birincisi, devrimci hareketin, burjuva devlete karşı giriştiği savaşımın yenilgi ile sonuçlanması üzerinden, ve ikincisi 12 Eylül ile ortaya konan karşı-devrimin, bu sayede yeniden örgütlenmiş olan burjuva devletin yenilmesi yolu ile hesaplaşma.

Bunlardan ilki olmadan, ikincisi olmaz.

Eğer bundan emin isek, bilim bunu söylüyorsa, demek ki, yenilgiler, onlardan ders çıkarıldığı sürece, büyük bir hazine de demektir. 12 Eylül ile hesaplaşmak, hücredeki işkencecinle hesaplaşmak değildir, daha kapsamlı bir iştir.

Hemen sözün başında belirtmek isterim ki, “12 Eylül ile hesaplaşılmıyor” cümlesi yanlıştır. Bu doğrultuda epeyce yol alınmıştır ve alınmaktadır. Ama yine de bu açıdan oldukça eksik olduğumuzu kabul etmemiz gerekir.

12 Eylül’ün 40. yılı geride kaldı. Demek ki, birçok şeyi daha açık tartışma olanağımız olabilir, daha soğukkanlıca yaklaşabiliriz. Şu dört nokta önemli görünüyor. Kuşku yok ki, daha detaylı değerlendirmelere sahibiz. Ama sanırım, buradan başlamak, bugün önemlidir.

1-
Türkiye’de var olan devrimci hareket, 12 Eylül sabahına kadar, iktidarı alma hedefine sahip değildi. Yani, ister TKP’yi, ister Dev-Yol’u, ister TDKP’yi, ister TİKKO’yu, isterse daha küçük yapıları ele alalım, hiçbirinin aklında iktidar perspektifi yoktu. Devrim için hayal kurmak elbette vardı. Ama, mahalleleri yönetmek, üniversitelerin yönetimini almak, karakolları etkisiz hâle getirmek, halkın kendisini yönetme mekanizmalarını geliştirmek vb. yönünde bir pratik yoktu. Daha çok faşist çetelerle bir çatışma hâli ve sürekli kitlesel büyüme vardı. Kitlelerin iktidar için seferber edilmesi diye bir şey yoktu. Düşman, burjuva devlet analiz bile edilmiyordu desek yeridir. Analizler, daha günlük, daha yüzeysel idi. Örneğin, NATO üyesi bir ülkede devrim yapmak ne demektir, diye bir soru ortada yoktu. Diyelim ki, dönemin geniş kitleleri hareket ettiren örgütleri bir yana, dar ve küçük örgütlerinde bile bu iktidar perspektifi olsa idi, niceliğe âşık bir mücadele tarzı yerine iktidarı alma ışığını gören bir perspektif olsa idi, bu küçük hareketler dahi, geniş kitleleri hareket ettirebilirdi, mücadelenin kaderini değiştirebilirdi.

Bu arada biz burada bu adı geçen, geçmeyen hareketler üzerine bir değerlendirme yapma niyetinde değiliz. Daha çok, hepimizin, hepsinin ortak eksiği üzerinden tartışıyoruz.

Bu mücadele tarzı, kitleleri ve örgütlü insanları yoran, ufku daraltan bir tarz idi. Kalabalıklaşmanın verdiği memnuniyet, aslında bir tür ufuksuzluğun da sonucu idi.

Cunta liderleri dahi, darbenin bu denli “sessizlikle” karşılanacağına inanamamışlardı.

TC devleti ise tersine, tam da iktidar olma bilinci, sınıf bilinci ve gelişen mücadeleyi ezme yöntemleri konusunda ciddi hazırlıklara sahip idi. Yani, burjuvazi, tekeller, uluslararası sermaye, “strateji”ye sahip iken, devrimci cephe, stratejiden yoksun ve yönsüz hareket ediyordu.

Yenilginin ana nedeni budur.

İktidarı istemek, sayısal bir güç meselesi değildir. İktidar iddiası bir nitelik meselesidir.

1900’lerin başından beri, burjuva devlet, egemen sınıf, devrimci hareketin iktidar perspektifini bozmak için, en gerekli nokta olarak buraya vurdu.

2-
Bunun ideolojik nedenleri de vardır. Tarihsel nedenleri de vardır. Devrimci hareket, uzun bir süre, Kemalizm’i kendi içinde bir damar olarak taşıdı. Tüm radikal eylemlere rağmen bu bakış açısı, iktidar perspektifinin oluşumunu engeller. Kemalizm’den kopamamış bir devrimci hareketin, devleti tanıması da mümkün değildir. Ülkede burjuva devrimin gelişimi, bunun sömürgeleşme süreci ile bağı, gelişen burjuvazinin içeride yağmaya dışarıda ise yabancı sermayeye dayanması doğru analiz edilmemişti. Elbette, bu açıdan her bir hareketin farklı alanlarda ileri adımlar atmış olduğunu söylemek mümkündür. Kemalizm konusunda tüm hareketler, tamamen aynı değildi ama nihayetinde, bu Kemalist düşüncenin etkilerini devrimci hareket, yaşamın her alanında söküp atamamıştı. Ülkenin tarihine bakışta da bu var. Osmanlı döneminden başlayarak gelişen katliamları kavramayan, Ermeni, Pontus, Rum, Süryani vb. katliamlarını görmeyen mantık, elbette Dersim’e de “feodal kalıntıların temizlenmesi” demekten geri durmadı.

Ülke analizleri, burjuva demokrat aydınların tezlerini aşamamış hâlde idi. Birçok hareket, ülke analizlerini, bu burjuva aydınların tezlerine dayandırıyordu.

Böyle olunca, Maraş, 1 Mayıs, Çorum, 16 Mart gibi katliamları da anlamak mümkün olamazdı. Bu katliamları, devlet iradesinden bağımsız, faşist çetelerin suçu olarak gördü, en önemlisi kitlelerin öyle kabul etmesine müdahale etmedi, edemedi.

Bu açıdan bakılınca, mesele, devrimci hareketin, birçok fraksiyona ayrılmış olması değil idi. Bu, yanlış bir değerlendirmedir. Mesele, devrimcileşmekteki eksiklikti. Bu, militanca mücadele etme meselesi değildir. Mesele, devrimci kavrayış, gerçeği görebilmekten gelen güç, onu kabul etmekten gelen cesaret ve onu değiştirme iradesi anlamında devrimci kavrayış eksikliğidir. Bu böyle olunca, tüm bu yapılar, devrimci niyetlerine rağmen, devrimci yapılar hâline gelememişti.

3-
12 Eylül darbesi gerçekleşir gerçekleşmez, ciddi bir direniş ortaya konmamıştır. Bazı bölgelerde işçilerin direnişleri olsa da, bunlar, “yönsüz ve rotasız” kaldı. Bazı devrimciler, kişi veya gruplar hâlinde direnme yolları arasa da, merkezî yapıların hemen hepsi sessizliği seçti.

12 Eylül yenilgisinin bu denli uzun sürmesinin ana nedeni, 12 Eylül’ü karşılama şeklinde saklıdır. Aslında devrimci hareket, yenilgiyi hızla kabul etti. Böyle olunca, sokakta direniş gelişmedi. İşkencehanelerde gösterilen direniş ve kaybedilen devrimciler, gerçekte sokakta bu direnişi gösterebilseydi, açıktan sokakta bu çatışmalar ortaya çıksa idi, yenilgi ile hesaplaşma da bu kadar “bulutlu” bir yol izlemeyecekti. Daha açık, daha net bir yol ortaya çıkacaktı.

Böyle olunca, devrimci hareketin açık bir direnişi sokaklarda ortaya çıkmayınca, burjuva devlet, hemen ideolojik saldırılarını daha da artırdı; Ahmet Altan’lar, Latife Tekin’ler, o romana benzemeyen şeyleri yazma cesaretini gösterdiler. Devrimci hareketi akıl almaz bir karalama ile yok etmek için burjuvazi her yola başvurdu. Murat Belge’ler, devrimci harekete sövmek için her fırsatı değerlendirdi.

Yenilgi, ideolojik alanda bir çözülme ile birlikte ilerledi. Böyle olunca devrimci saflardan kaçış, bir tür “pişmaniye” olma hâli gelişmeye başladı.

Burjuvazi bu ortamda, ortaya çıkan şaşkınlık içinde devrimci harekete ve işçi hareketine ağır darbeler indirmeyi başardı. Ardından gelen devrimci direnişler için, zaman geçmiş sayılırdı. Artık, yıl 1983’e geldiğinde, direniş daha derinlikli bir planı gerektiriyordu. Deyim uygun düşerse, şapkayı masanın üzerine koyup, derinlikli bir değerlendirme yapılmalı ve yol buna göre çizilmeli idi.

Bu noktada, iki gelişme ortaya çıktı. Birincisi Kürt Devrimi’nin yükselişidir. Devrimci hareket, içinde bulunduğu koşullarda, Kürt Devrimi’nin yükselişini, doğrulmak ve derine kök salmak için değerlendiremedi. Kürt Devrimi’ne karşı geliştirilen özel savaş, devrimci hareketin güçsüzleştiği koşullarda, daha çok milliyetçiliğin yeniden ve her düzeyde pompalanmasının önünü kesemedi. İkinci gelişme, SSCB’nin 1989’da çözülmesi oldu. Bu durum, “umutları” daha da yıktı ve ideolojik üstünlüğü büsbütün burjuvazinin eline bıraktı. Bu dönemlerde bazı devrimci yapıların geliştirdiği eylemlilikler, silahlı mücadele geliştirme girişimleri, kapsamlı ve gerçeklere dayalı analizlerle birleştirilemedi.

Elbette bu yeni durumu, tüm gerçekliği ile anlayabilirsek, bu ciddi bir olanak da olabilir. Kemalizm’in etkilerinin anlaşılması, SSCB’nin çözülmesi sonrasında teorinin tüm alanlarda gözden geçirilmesi avantaj hâline getirilebilir. Bu hâlâ mümkün ve gereklidir. Dahası bu yapılmadan, bunca yıllık mücadele deneyimi, değerli bir yenilgi pratiği harmanlanmış olmaz.

4-
Bugün sorun, solun ya da devrimci hareketin dağınıklığı değildir. Daha doğrusu, bu “dağınıklık” birleşme çağrıları ile aşılamaz. Elbette bir savaş arkadaşlığı, bir ortak mücadele pratiği ortaya konmaktadır ve bu gelişecektir de.

Dünün devrimci deneyimine, hepimizin ortak deneyimi olarak bakmak şarttır. Bu konuda samimi olmak, tüm devrimci birikimi ortak hazine olarak ele almak ayrıdır, buradan hareketle niyetlere dayalı “birlik” çağrıları ile oyalanmak ayrı. Son yıllarda ortaya konan ortak eylem pratikleri, bu sonu gelmez çağrılardan daha fazla sonuç vermeye eğilimlidir. Mücadele arkadaşlığının gelişmesi, son derece kıymetli bir kazanımdır.

Biz göre bugün, devrimci hareketin kitleler, en çok da işçi sınıfı içinde kök salması gereklidir. İşçi sınıfının devrimcileşmesi, devrimci hareket ile işçi hareketi arasında var olan kopukluğun ortadan kaldırılması, devrimin bugünkü aşamasının en önemli sorunudur.

Bize göre, bu açıdan örgütlenme ve direniş çizgisini geliştirmek, gelişmekte olan direnişi daha da kökleştirmek ileri bir adım olacaktır.

Bu nedenle, bugün, Birleşik Emek Cephesi ile, işçi sınıfının siyasal alanda hattını ortaya koymak önemli görünmektedir.

Gezi Direnişi, kitlelerin 12 Eylül ile hesaplaşmasının önemli adımlarından biridir. Bunun eriştiği kitlesellik, kendiliğinden eylem olmasına rağmen, çok kıymetlidir. Sistem, burjuva devlet, bu sürece Saray Rejimi ile yanıt vermiştir. Saray Rejimi, 12 Eylül’ü aşarak bu süreci durdurma girişimidir. İşte bu noktada, devrimci hareketin, daha gelişmiş örgütlenmeler yaratma zorunluluğu vardır.

Birleşik Emek Cephesi, devrimci hareketin dağınıklığına rağmen, kitlesel direnişi geliştirmenin önemli araçlarından biridir. İşçi sınıfının devrimci çizgisinin en genel hatları ile ortaya konması demektir, direnişin yönünün ortaya konması demektir.

Bugün bir yandan Saray Rejimi yönetemez durumdadır. Diğer yandan ise, emperyalist güçler arasında dünyanın yeniden paylaşım savaşımı, bir üçüncü dünya savaşına evrilmektedir. Hatta bazı açılardan bu savaşın içinde olduğumuzu söylemek abartı olmaz.

Bu iki şey, işçi sınıfının devrimci çizgisinin en genel hatları ile mücadele alanında ortaya konması gereklidir. Birleşik Emek Cephesi, tam da budur.

Pratikte siyasal tartışma gündemine girmiş olan Saray Rejimi mi, yoksa “güçlendirilmiş parlamenter sistem” mi meselesine işçi sınıfının yanıtı Birleşik Emek Cephesi olmalıdır.

Elbette her devrimci hareket, kendi inandığı çizgisini geliştirmeye, örgütlenmesini pekiştirmeye çalışacaktır. Ama Birleşik Emek Cephesi, mücadele arkadaşlığının gelişiminde bir ilerleme demek olacaktır.