15-16 Haziran işçi sınıfınındır; öğreten tarihimizdir

“düş değil bu hayal değil he hey be hey
yetmişbin dev işçim kalktı yürüdü.
kokuşmuş düzene sahip çıkanın
alnın çatına baktı yürüdü yürüdü yürüdü.”
[1]

Karl Marx ile Friedrich Engels’in, “Gerçek hareketin her adımı, bir düzine programdan daha önemlidir,”[2] saptamasıyla betimlenen 15-16 Haziran 1970 işçi sınıfınındır; öğreten tarihimizdir hâlâ ve her zaman.

50 yıl önce coğrafyamız hâlâ aşılmamış bir işçi sınıfı eylemiyle sarsıldı. İşçiler, burjuvazinin yüreğine korku salıp, önlerine dikilen barikatları aşarak, yoldaşlarını polisin elinden, karakollardan, “toplum polisi” otobüslerinden çektiler aldılar. “Zenginler gücümüzü görsün!” sloganlarıyla diyerek Bağdat Caddesi’ni inlettiler. Cağaloğlu’nda Vilayet’in, Kadıköy’de ve Kartal’da Kaymakamlık binasının, İzmit’te Kolordu’nun önündeydiler… “Haramilerin saltanatı” binalara kapandı, savunmaya geçti!

İşçi sınıfı mücadele tarihinde 15-16 Haziran 1970, alt üst edici bir momenti simgelerken; onların toplumsal-maddi bir güce dönüştüğünü göstermekteydi. Aynı zamanda tarih sahnesine çıktığından beri devletin 1845 Polis Nizamnamesi, 1909 Tatil-i Eşgal Kanunu, 1925 Takrir-i Sükûn, 1936 Ceza Yasası’ndaki 141, 142. maddeler gibi baskı yasalarına, açık şiddet ve zoruna, manipülasyonlarına karşı ayağa kalkışıydı. Devlete meydan okuma ve ideolojisinden kopuş pratiğiydi.

Feshane Fabrikası’nın kurulmasını (yani 1835’i) modern işçi sınıfının doğuş tarihi olarak kabul edersek, 125 yıllık sınıf mücadelesinde bir birikimin ve mayalanmanın sonucu olarak ortaya çıkmış muazzam bir deneyimdir. Özellikle 1960-1970 arasında yaşanan işçi sınıfının nesnel ve öznel şekillenme süreci, diğer toplumsal kesimlerin pratikleri, toplumsal ve sınıfsal mücadelenin hızlı, yoğun ve çok boyutlu bir şekilde gelişmesi ve uluslararası bağlamda 1968 küresel isyan hareketinin ve sistem karşıtı hareketlerin birikimleri 15-16 Haziran’ın doğuş dinamiklerini besleyen faktörlerdir. Bu manada 15-16 Haziran Saraçhane Mitingi, Kavel ve Paşabahçe Grevleri, DİSK’in kuruluşu, Alpagut özyönetim deneyimi, Derby fabrika işgali, toprak işgalleri, üniversite boykotları, Fransa 1968 Mayıs grevleri, 1968-1969 İtalya işçi konseyleri, Çin Kültür Devrimi demektir. Dönemin ruhu ve atmosferi eylemin ruhuna sirayet etmiştir.

Kolay mı, o; işçi sınıfının büyük meydan okumasıydı.

İstanbul’dan Kocaeli’ye dek üretimi durduran 100 bini aşkın işçinin iki gün boyunca, önüne çıka(rıla)n her engeli aşarak fabrikalardan kent merkezlerine akıştı (İlk gün 70 bin, ikinci gün 150 bin kişiydi işçiler; ya üçüncü gün olsaydı? Bu boyuta, bir de proletarya partisi katın, neler olmazdı ki?!).

Bana daima Che Guevara’nın, “Kutsal özel mülkiyet hakkına duyduğumuz saygıyı silahlı mücadele kursunda yitirdik ve şunu gayet iyi anladık ki sıradan bir insanın hayatı dünyanın en zengin adamının bütün mülkiyetinden milyon kez daha değerlidir,”[3] saptamasını anımsatan 15-16 Haziran, işçi sınıfının ’60’lardaki sosyal-siyasal uyanışının, ’70’lere sarkan kapitalizmden kopuşunun zirvesiydi. Yıllar boyunca süren irili ufaklı çatışmaların uzantısı, devamı, yoğunlaşmış biçimiydi; bir patlama, bir sıçramaydı.

O; iki işçi kentinde toptan üretimi durdurma eylemi olması yanında; kapitalist zor aygıtını karşısına almış militan çıkıştı. Her türlü yasa ve yasağı çiğneyip, polisi, askeri, tankları aşan kararlı bir duruştu.

Başkaldırının devasa işçi selini ancak sıkıyönetim ilanıyla durdurup, sendikal bürokrasinin katkılarıyla engelledi. Buna rağmen birçok fabrikada işçiler günlerce işbaşı yapmadılar; sonra da patronların “Kara Liste”leriyle, “Açlıkla Cezalandırılma”yla[4] sürdürüldü.

O güne kadar çok tartışılan (hâlâ da bir şekilde tartışılmaya devam edilen) işçi sınıfının gücünün, kapasitesinin ve militanlığının coğrafyamızdaki uyarıcı bir göstergesi oldu. Haziran başkaldırısı, kendisinden sonraki mücadeleler için ise paha biçilmez dersler bıraktı.

Bütün öteki büyük tarihsel olaylar gibi tekrar edilemeyecek olan o; büyük devrimci mücadeleler gibi en önemli derslerinin kendinden sonraki mücadeleleri öngörmek, onlara katılmak ve onları anlayarak aşmak için bir imkân sunup; coğrafyamızın büyük işçi başkaldırısı işçi sınıfının belleğinde hâlâ önemli bir yer tutuyorken; soru(n), bu güzergâhta yeni başkaldırılar yaratıp, onu aşmaktır.

Friedrich Engels’in, “Bugünün işçisi, sanki özgürmüş gibi görünür; çünkü o, bir kez ve son olarak satılmaz, gündelik, haftalık, yıllık olarak parça parça satılır; özgürmüş gibi görünür; çünkü onu sahibi bir başkasına satmaz; bunun yerine belli bir kişinin kölesi olmadığı, tüm mülk sahibi sınıfın kölesi olduğu için kendi kendini satmaya mecbur bırakılır”; Karl Marx’ın, “Kapitalist ilişkiler içinde insan değersizleşmiş, köleleşmiş, terk edilmiş, aşağılanmış bir varlıktır,” diye betimlediği işçiler, kapitalist vahşetin ücretli köleleri bunu yapmaya muktedirler.

Yeter ki paranın hâkimiyetinden, kapitalist sermayenin itaatkârlık dayatmalarından özgürleşebilsinler.

Evet egemenler -George Carlin’in ifadesiyle-, “İtaatkâr işçiler istiyorlar! Düşük maaş, uzun çalışma saatleri ve azaltılmış olanaklarla, en fazla makineleri çalıştırıp, kâğıt işlerini yapacak kadar zeki ve en az bütün bu boktan işleri pasifçe kabul edecek kadar aptal insanlar istiyorlar.”

Biz(ler)i “aptallaştıran”, kapitalist ideolojik boyunduruğa yani Karl Marx’ın, “Ölesiye çalışarak kazanma hırsı, başarı güdüsü ve sahip olma tutkusu, ekonomik etkinlikleri insan yaşamının ana hedefi ve amacı hâline getirerek, insanın doğal yaşamdan ve ahlâki değerlerden uzaklaşmasına neden olur,” diye betimlediği yabancılaşmaya yol açan sermaye egemenliğidir.

Yani Karl Marx’ın, “Özel mülkiyet bizi öyle aptallaştırmış ve duyularımızı tek boyutlu bir hâle indirgemiş ki bir nesne ancak ona sahip olduğumuzda bize bizim olarak görünüyor – yani, bizim için bir kapital olarak var olduğunda; ya da onu doğrudan mülklendiğimizde, yediğimizde, içtiğimizde, giydiğimizde veya onun içinde yaşadığımızda vs. – kısaca, ancak onu kullandığımızda o bizimdir diyoruz. Bununla birlikte, özel mülkiyet, sahiplenmenin bu doğrudan gerçekleşmelerini de sadece yaşamı sürdürmenin araçları olarak sunar bize. Onların birer araç olarak hizmet ettiği o yaşam ise özel mülkiyetin yaşamıdır – boyuna çalışma ve paraya tahvil etme yaşamı,”[5] saptamasındaki pratiktir.

Tam da bu çerçevede “Sermaye, emeğin üretim araçlarından ayrılmasıdır ve sermayenin varoluşu yalnızca emeğin sömürüsüne değil, aksine emeğin giderek artan sömürüsü yoluyla sermayenin sürekli birikimine dayanır…

“Sermayenin bir tek yaşam dürtüsü vardır, değer ve artı-değer yaratmak üretim araçlarını mümkün olduğu kadar büyük miktarda artı-emeği emebilecek değişmeyen etmen hâline getirmek eğilimi.

“Sermaye, ölü emektir ve ancak vampir gibi canlı emeği emmekle yaşayabilir ve ne kadar çok emerse, o kadar yaşar…

“‘Sermaye’ vampire benzeyen yalnızca canlı işçilerin kanını emerek yaşayan ve daha fazla sayıda işçinin kanını emdikçe ömrünü uzatan ‘ölü emek’tir…

“Kapitalist elden geldiğince az parayla elden geldiğince çok emek elde etmek isteyecektir. Bu yüzden uygulamada onu ilgilendiren tek şey, emek gücü fiyatıyla bunun işlevinin yarattığı değer arasındaki farktır. Bir de ayrıca her türlü metayı elden geldiğince ucuza almaya çalışır ve düpedüz kandırmayı bir şeyi değerinin altında almayı bu değerin üzerinde satmayı kendine kâr bilir. Bu yüzden de eğer emeğin değeri diye bir şey gerçekten varsa ve o bu değerin karşılığını gerçekten öderse sermaye diye bir şeyin olmayacağını parasının sermayeye dönüşemeyeceğini hiç bir zaman göremez…

“Üretim kol emeğini kullanan sınıfı çalıştıran bir efendiler sınıfı olmadan da yürütülebilir; ürün almak için, iş araçlarının çalışan insan üzerinde hâkimiyet ve zorbalık olarak tekelleştirilmesi gerekmez; işini istekle, zinde bir ruhla ve coşkulu bir yürekle yapan birleşik emek karşısında köle emeği ve serf emeği gibi ücretli emek de yok olmaya mahkûm, geçici ve alt bir formdur.”[6]

15-16 Haziran’da “ücretli emeğin mahkûm olduğu geçici ve alt form”un aşılması yolundaki tarihi bir adımdır.

TARİHÎ ARKA PLAN

15-16 Haziran’ın ardında, Edward Palmer Thompson’un, “İşçi sınıfı bir zamanda güneş gibi doğmadı. Kendi oluşumunda oradaydı,”[7] diye tarif ettiği müthiş bir tarihî arka plan vardır.

“Çok uzaklardan geliyoruz/ çok uzaklardan” dizeleriyle tanımlı tarihî köklerin dökümü 1587’de Sultan Üçüncü Murat döneminde vezir Mehmet Paşa’nın cami inşaatında çalışan dülgerler ve taş yontucuların 16 akçe olan gündeliklerinin Osmanlı parasında yaşanan değer kaybına karşı giriştikleri iş bırakma eylemine dayandığı iddia edilir.

Bu arada Memur-Sen’in, “İnsanlık tarihinde ilk toplu iş sözleşmesinin 13 Temmuz 1766 (Hicri 4 Sefer 1180) tarihinde Kütahya’da imzalandığı gerekçesiyle ‘Şükranlarını ifade etmek’ için 1 Mayıs’ı Kütahya’da kutlaması’ndan mülhem yalana gelince; “Tarihte ilk toplu iş sözleşmesi olarak adlandırılan Kütahya belgesi (13 Temmuz 1766), gerçekte mahallî idarecilerin/devlet ricalinin çini atölyesi ustalarının şikâyetleri üzerine düzenledikleri ücretlere ilişkin hükümlerin yer aldığı ve kalfa ve çıraklar için ağır cezalar (ömür boyu kürek cezası dahil) içeren bir tutanaktan, bir çeşit yerel kararnameden ibaret”ti;[8] hepsi o kadar!

Devamla: 1826’da Haliç’te kurulan Feshane, 1845’te Hereke’de kurulan halı, ipekli ve yün dokuma fabrikası, 1830-1850 arasında Beykoz’da, Yıldız’da, Paşabahçe’de kurulan çini ve cam eşya fabrikalarındaki direnişler…

İstanbul’daki Dolmabahçe Sarayı’nın inşaatı sırasında ücretini alamayan işçilerin grevi 1853 yılındadır. Mimar/mühendis Balyan Kardeşler söz konusu inşaata devasa paralar harcanıp, devlet maliyesi göçerken; ilk tasarruf yine işçi ücretinden olmuştu.

Ardından ilk örgütlü grevi Ameleperver Cemiyeti 1872’de örgütledi. Kasımpaşa’daki Taşkızak Tersanesi’nde üç aydır ücretlerini alamayan işçiler, grev ile haklarını aldılar.

1872 Haliç Tersanesi’nde önce İngiliz işçilerce başlatılan, daha sonra tüm yerli emekçilerce kucaklanan Tersane grevi ve 1908 grevleri…

Ve Düyun-u Umumiye İdaresi’nin tütün gelirlerini yöneten Reji; Anadolu Demiryolları; Ereğli kömür madenlerindeki örgütlenme ve grevleri…

Ücret alamama dışında çalışma saatlerinin azaltılmasını talep eden ilk grev de 1879’daki yapı işçileri greviydi…

Özellikle 1908’deki İkinci Meşrutiyet sonrasında ücretlerini ve çalışma koşullarını iyileştirmek isteyen işçilerin çok sayıda grev girişimi olmuştu. İşçi grevleri İkinci Meşrutiyet dönemindeki yoğunlukta olmamakla birlikte Cumhuriyetin ilk yıllarında da sürmüştür.

Örneğin 1923’te Şark Demiryolları Şirketi işçileri grev yaptı. 30 Haziran 1924’te İstanbul posta dağıtıcıları, ücretlerini yetersiz bularak topluca istifa ettiler. Temmuz 1924’te İzmir’de kuru meyve fabrikalarında çalışan işçiler yedi gün süren grev yaptılar…

1925 Şubatı’nın 4 Martı’nda Takrir-i Sükûn Kanunu’nun TBMM’de kabul edilmesiyle, işçiler için zor bir dönem başlamıştı.

1927 tarihli İş Kanunu Taslağı, özgürlüklerin ülke çapındaki gerilemesinden payını almış görünüyordu. Zaten 1936’ya kadar da taslak olgunlaştırılıp bir iş kanunu hâlini getirilemedi. 1936 tarihli 3008 sayılı ilk iş kanunu, sosyal sigorta sisteminin temel ilkelerini ve kademeli olarak kurulmasını belirlemişti. Ancak bu kanunla, ekonomik kalkınmada devlet yatırımlarına ağırlık verme politikasının da bir sonucu olarak grev ve lokavt yasağının getirildiğini görüyoruz.[9]

20 Mart 1957’de Demokrat Parti’nin Çalışma Bakanı Mümtaz Tarhan, “Yalnız komünist uşaklığı veya şahıs ihtirasları için, sendikalara siyaset sokmak isteyenler (…) Ellerinde sosyal adaletin bayrağını taşıyanların, şimdiye kadar günlük ve işçi gazetelerindeki başmakaleleri, gazetelerde yazdıkları seminer ve kürsülerde söyledikleri birer birer dökülür ve saçılırsa, bu gibi insanların gizli maksatlarının, maskeli yaygaralarının kökünün nerde olduğunu, bu zakkum ağacının nereden sulandığını bu memlekette anlamayan Türk kalmayacaktır,” deyip; -konferansları, yazılarıyla kamuoyunun ve işçilerin dikkatini sendikal haklara çekmeye çalışan- Prof. Dr. Orhan Tuna ve diğer üniversite hocalarını ağır ifadelerle itham ederken;[10] egemenlerin 1961 Anayasası’nın sendikal haklarıyla başı hiç hoş olmadı.

Bu güzergâhta egemenler DİSK’e karşı tahammülsüz davrandı. 1970’te DİSK’i fiilen ortadan kaldıran 1317 sayılı yasa Süleyman Demirel hükümeti tarafından yasalaştırıldı. Yasa ile sendikalara yüzde 33 oranında ülke ve iş kolu barajı getirildi. Yasaya tepki gösteren DİSK ve üyesi işçiler 15-16 Haziran 1970’te büyük bir direniş gerçekleştirdi.

Süleyman Demirel greve de tahammülsüzdü. Milli güvenlik ve memleket sağlığı gerekçeleriyle grev erteleme rekoru kırdı. 1963-1980 döneminde Demirel hükümetleri, 75’i 6. Demirel hükümeti olmak üzere toplam 164 grevi erteledi. Hatta 1970’te İstanbul’da birkaç değirmendeki grev bile milli güvenlik gerekçesiyle ertelendi. 1966 Paşabahçe grevi de Demirel hükümeti tarafından ertelenmişti.[11]

Özetle derinden gelen köklerin tarihçesinde 13 Şubat 1961’de Türkiye İşçi Partisi’nin kuruluşu; 31 Aralık 1961 Saraçhane mitingi; 27 Ocak 1963’te kıvılcımlanan Kavel grevi; 13 Haziran 1969’da Çorum Alpagut Linyit işletmesindeki maden işçilerinin ücretlerini almak için direnişe geçip; üretime el koyan 786 işçiyle, 34 gün boyunca oluşturdukları komiteyle işyerini yönetip, üretimi yüzde 50 artırarak birikmiş ücretlerini almaları; 13 Şubat 1967’de DİSK’in kuruluşu; 22 Ağustos 1970’te Türkiye Petrolleri’ne ait Aliağa Rafinerisi inşaatında işçilerin greve çıktığı gün patron maşaları tarafından katledilen Necmettin Giritlioğlu; 15-16 Haziran 1970 büyük işçi direnişleri önemli yapı taşlarıdır. 15-16 Haziran direnişi ile işçi sınıfının bir sınıf olarak varlığını ve gücünü dost düşman herkese göstermesi…[12]

Özetle 1960’lar sonu ve ’70’ler başındaki yoğun mücadele döneminde işçiler “kendisi için sınıf” olma yolunda hızlı ve büyük adımlarla ilerledi. Sendikalaşma çabalarında başvurulan yöntemlerin radikalliği mücadelelerin sertliğiyle doğrudan bağlantılıydı.

Fabrika işgalleri ve grevler, bu direnişlerde uygulanan mücadele yöntemleri salt ekonomik mücadeleler olarak kalmadı. İşçiler yeni koşullarda bir yandan eski geleneksel kavga yöntemlerini dönüştürüyor, öte yandan 1960’lar başından beri sürüp giden fabrika dışındaki toplumsal mücadelelerden, anti-emperyalist mücadelelerden edinilen yordamlara da başvurmaktan geri durmuyorlardı.

EYLEMLERİYLE İŞÇİ SINIFI

İzmir- Basmane Meydanındaki ilk 1 Mayıs kutlamasından bu günlere 114 yıl geçti.

23 Temmuz 1908’de ilan edilen İkinci Meşrutiyet’in ardından 1908 ve 1909 yıllarında işçi sınıfı mücadelesi olağanüstü bir ivme kazandı.

1909’da 1 Mayıs, İstanbul başta olmak üzere İzmir, Ankara, Adana ve Bursa’da işçilerce kutlandı. Söz konusu kutlamalar 1910, 1911 ve 1912’de devam etti.

Çok sayıda iş yerinde ücretlerin arttırılması ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi amacıyla binlerce işçinin katıldığı grev ve işçi direnişleri gerçekleşti.

1872’deki Kasımpaşa Tershane İşçileri Grevi ardından, 1908’den önce de; tramvay, demiryolu, maden, inşaat, tütün, liman, mensucat, deri işyerlerinde irili ufaklı grev ve işçi direnişleri oldu. Ancak 1908 Temmuzu’ndan başlayarak 9 Ağustos 1909’da Tatil-i Eşgal Kanunu çıkana kadar birçok işyerinde binlerce işçinin katıldığı grev ve direnişler gerçekleştirilmiştir. 1908’in özgürlük ortamından işçiler de üst düzeyde yararlanmıştı.

Birinci Paylaşım Savaş şartlarında işçi sınıfı mücadele koşullarının kesintiye uğramadığını görürüz. Zor koşullarda olsa da, 1909-1918 kesitinde kayıt altına alınmış 83 grev var. 1918’de başlayan işgal yıllarında işçi sınıfı hareketinin tekrar canlandığını söylemek mümkündür.

1 Mayıs 1921’de Türkiye Sosyalist Fırkası öncülüğünde mavi işçi gömleği, kırmızı boyun bağları ve kızıl bayraklarıyla Kâğıthane Meydanı’nda görkemli miting yaparlar.

18 Mart 1922’de Ankara’da SSCB Büyükelçilik binası bahçesinde çok büyük katılımlı Paris Komünü anma toplantısı yapıldı; o dönemin ruhu diyebiliriz…

1 Mayıs 1922’de İstanbul, Ankara, İzmir’de büyük katılımlı, coşkulu mitingler gerçekleşir.

1923 ve 1924 yıllarında da 1 Mayıs kutlamaları yapıldı.

4 Mart 1925 tarihinde Takrir-i Sükûn kanunu çıkartılarak her türlü toplantı, yürüyüş, grev ve direniş yapılması yasaklandı.

Tüm yasaklamalara karşın 1927’de Fransız bir şirkete ait Adana demiryolu işçilerinin çalışma koşullarının düzeltilmesi ve ücretlerin arttırılması amacıyla gerçekleştirilen grev, baskı ve yıldırmalara karşın uzun zaman sürdü.

Yine 1927 İstanbul liman işçilerinin grevinde de sorun, düşük ücretler ile ağır çalışma koşullarıydı. Grev, polis ile ordu müdahalesi ile bastırılmış ve 17 işçi ile 5 polis ölmüş, 320 işçi de tutuklanmıştı.

1936’da çıkarılan Cemiyetler Kanununda 1923 İzmir İktisat Kongre kararı olmasına rağmen grev ve sendika sözcükleri hiç bahse konu olmamıştı. 1938 Dersim olayları bahane edilerek Cemiyetler Kanununa daha sıkı maddeler eklenerek sınıf esasına dayalı örgütlenmelerin önü tamamen kapatıldı.

1947 yılında 5018 sayılı sendika ve sendika birlikleri hakkında kanun ile sendikaların dernek niteliğinde kuruluşu sağlandı. Türk-İş 1952’de kuruldu.

Tek partili dönem bitip çok partili döneme geçtikten sonra Demokrat Parti muhalefette iken grev ve toplu iş sözleşme sözü verildiği hâlde bu konuda verdiği sözü yerine getirmedi. 1950-1960 kesitinde iktidar denetimi altındaki Türk-İş’in tüm vaatleri sözde kalmıştı.

1961’in 31 Aralık’ında işçi sınıfının ayağa kalktığı gün olarak tanınan ‘Saraçhane Mitingi’ ile hemen ertesindeki izinsiz Kavel Grevi ile sendikal planda yasal düzenleme çalışmaları hızlandı. 15 Temmuz 1963’te 274 sayılı Grev ve Toplu Sözleşme 275 sayılı Sendikalar Kanunu yürürlüğe girdi.

MESS’e karşı Maden-İş’in ve Kristal-İş Paşabahçe’ye karşı vermiş olduğu mücadelelerin, Türk-İş tarafından desteklenmemesi bardağı taşıran damla oldu. Sendikal anlayış farkının uçurumlaşması nedeniyle 13 Şubat 1967’de Türk-İş’ten ayrılan beş sendika Maden-İş, Basın-İş, Lastik-İş, Türk Maden-İş ve Bağımsız Gıda-İş sendikaları DİSK’i (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) kurmuştu.

Türk-İş 1967 yılında, 10 yıl sonra DİSK’e genel başkan olacak Genel-İş Başkanı Abdullah Baştürk başkanlığında işçi sınıfı ve sendikal mücadele karneleri pek de iyi olmayan Şevket Yılmaz, Şerafettin Akova, Kemal Özer ve İsmail Aras’tan oluşan DİSK’le mücadele komitesi oluşturur.

1968’e gelindiğinde işçi, emekçi, öğrenci gençlik rüzgârı bizde de kuvvetli esiyordu.

1968-1969 kesitinde iş yerleri ve fabrikalar için işgal yıllarıydı: Derby, Kavel, Demir Döküm, Emayetaş, Alpagut Kömür İşletmeleri, Akis Dokuma, Deniz Nakliyat, Altınel Pres, Bell Kimya, Yarımca Seramik vb.leri…

1969’da Türk-İş’in pek gündeme almadığı 1 Mayıs’ı DİSK ilk kez bir bildiri ile kutlar.

DİSK’in büyüyüp gelişmesi, işçiler içerisinde güven ve itibarının artması üzerine sermaye sahipleri ve o dönemin temsilcisi AP bir kanun teklifi hazırlayarak DİSK ve DİSK’e bağlı sendikaları etkisiz ve yetkisiz hâle getirecek, işçilerin kazanılmış sendikal haklarını budayacak 20 maddelik 1317 sayılı kanunu hazırlayıp komisyondan geçirdi.

Komisyonda Abdullah Baştürk ile beraber Şevket Yılmaz ve Enver Turgut vardı. CHP ve AP’li vekillerin onayı ve TİP milletvekillerinin karşı çıkmasına rağmen bu yasa meclisten geçti.

DİSK ve bağlı sendikaların iş yerlerinde toplantılar yaparak kararlar almaya çalıştı. Amaçları miting düzenlemekti, meşru tepki göstermekti. Süreç bu şekilde işlerken inisiyatif DİSK ve sendikaların elinden çıktı.

Doğal olarak ortaya çıkan işçi önderleri ile 15 Haziran günü 70 bin, 16 Haziran günü 150 bin işçi iş bırakarak İstanbul’da dalga dalga yollara döküldü. İzmit’te de işçiler Ankara yolunu kapatarak İstanbul’a doğru yola çıktılar. Devlet bu işçi sınıfı dalgasını durdurmakta zorlandı.

Yürüyüşte işçiler polis ve askerle çatıştı. 2 işçi, 1 polis, 1 esnaf hayatını kaybetti. DİSK Genel başkanı Kemal Türkler radyodan konuşma yaptı. Yasanın geri çekileceği sözünü açıkladı. 2 gün süren büyük ayaklanma yasa değişikliğinin çok ötesinde bir nedenle yapılıyordu. İşçiler topyekûn sömürü düzenine başkaldırmış ve ayaklanmıştı. 

15-16 Haziran direnişine önderlik eden öncü 5.000’in üzerinde işçi işten atıldı. DİSK ve Türk-İş bunun için ise bir şey yapmadı. Bazı kesimler katılmış ve destek vermiş olsalar da, 15-16 Haziran bir işçi hareketi, işçi kalkışması, işçi sınıfının sınıfsal atılımıdır.

15-16 Haziran işçi hareketine; tespitlere göre, 168 iş yerinden işçiler katılmıştır. 168 iş yerinin 121’inde Türk-İş’e bağlı sendikalar, 47’sinde ise DİSK’e bağlı iş yerlerinden işçiler katılmıştır. Ezici çoğunlukla Türk-İş üyeleriydi. Bu da gösteriyor ki, mesele yasa filan değil sömürü düzeniydi.

Coğrafyamızın 150 yıllık işçi sınıfı mücadele sürecinde ne öncesinde ne de sonrasında 15-16 Haziran direnişine ulaşan başka da bir sınıf hareketi olmamıştı. Hemen sonrasında 12 Mart 1971 muhtırası ile dönemin Genel Kurmay Başkanı Mehduh Tağmaç’ın, “Sosyal uyanış, ekonomik gelişmeyi geçti,” sözü de 15-16 Haziran’ın ne demek olduğunu sermaye açısından gayet özetliyordu.

1970’li yıllara gelince: Özellikle 1974’ten sonra gerek işçi sınıfı gerekse toplumsal mücadeleler açısından atılımların olduğu yıllar diyebiliriz.

1 Mayıs’lar ilk kez TSİP öncülüğünde Bursa’da büyük bir salon toplantısı ile kutlandı. 1976’da İstanbul Taksim’deki 1 Mayıs büyük ve görkemli bir miting ile sermayeye gözdağı veriliyordu.

1977 1 Mayısı yine görkemli şekilde kutlandı. 34 kişinin ölümüyle kana bulandı. 1978’de İstanbul Taksim Meydanı’nda çok büyük bir miting ile 1 Mayıs kutlandı.

70’li yıllar işçi sınıfı ve sendikaların çok güçlendiği bir dönem oldu. 1978’de DİSK’in kapatılmasında aktif rol alan Abdullah Baştürk sendikası Genel-İş ile birlikte Türk-İş’ten ayrılarak DİSK’e geçti. İlk DİSK Genel Kurulunda da Genel Başkan seçildi! (Ancak belirtmeden geçmeyelim: 12 Eylül darbesi ile 4 yıldan fazla tutuklu kalıp, 146/1 maddesinden idam ile yargılanırken mahkemeye, “Sen ancak benim ceketimi asarsın,” diyecek kadar da dik durmuştu).

70’li yıllarda çok sayıda grev ve işçi direnişi var. En etkili olan Yeni Çeltek kömür işletmelerinin Yeraltı Maden İşçileri Sendikası Genel Başkanı Çetin Uygur önderliğinde el konulup işçilerce işletilmişti.

DİSK’in 1975, 1976, 1977 yıllarında DGM Karşıtı Miting, direniş ve eylemleri, keza 141-142. maddelerinin kaldırılması, DGM’yi ezdik sıra MESS’te sloganında somutlaşan hedef eylemler etkili olmuştu.

Ayrıca 20 Mart 1978’de İstanbul Üniversitesi girişine atılan bomba ile 7 devrimci öğrencinin katli üzerine DİSK’in, iki saat iş bırakması etkili eylemlerdendi.

K. Maraş Alevî katliamını protesto için yarım günlük iş bırakma eylemi ve 1980’de DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler’in katledilmesi sonrası 1 günlük iş bırakma eylemi de önemlidir.

24 Ocak Kararları ile 1980 grevler yılı oldu. 12 Eylül 1980 geldiğinde 52 bin işçi grevde idi.

12 Eylül işçi sınıfının sendikal hakları ile toplumsal mücadelenin üzerinden silindir gibi geçti. Ağır bedeller ödendi. İşçi sınıfı hareketi geçici olarak bastırılıp, sindirildi.

Tüm bunlara rağmen 1986 Kasımı’ndan 1987 Şubatı’na uzanan 4 aylık Netaş Grevi ile Otomobil-iş sendikası işçi sınıfı sahneye çıkmasında önemli bir dönemeç oldu.

1987-1988 kesitinde yemek boykotu, toplu vizite gibi gaz almaya yönelik eylemler yapılırken; 1988 SEKA Grevi çok önemliydi.

Tüm bunların ardından 1989 İşçi Baharı kırılma yarattı. Türk-İş’e bağlı 720 şube yönetiminin 388’i; 34 sendikadan 15 sendika genel başkanı; 197 genel merkez yöneticisinden 97’si değişti.

Özelikle 1989 İşçi Baharı Türk-İş ve sendikaları sarstı.[13] Bahar Eylemleri 12 Eylül’ün yarattığı korku duvarını parçaladı ve işçi sınıfının yeniden kolektif bir güç olarak ağırlığını koymasını sağladı. 1989 Bahar Eylemleri Türkiye’de işçi kentlerinin bütününü sardı. Ülke yaygın yürüyüş ve direnişlere ve zengin işçi eylemlerine sahne oldu.

1990 Madenci Yürüyüşü işçi sınıfının önderliğinde bir kentin ayağa kalkışıydı. Yüzbinler başkente yürüyüşe geçti. 1990’lı yılların ortalarından sonra kamu çalışanlarının fiilî, militan örgütlenme ve mücadeleleriyle taçlandı. Milyonlar Kızılay’da meydanları doldurdu.

3 Ocak 1991’de bir gün işe gitmeme eylemi; 4-8 Ocak 1991’de Zonguldak maden işçilerinin 100 bin kişilik Zonguldak-Ankara yürüyüşü -1980 sonrasının- en etkin kitlesel eylemleriydi (1989, 1991, 1993 yıllarındaki toplu sözleşmelerle yeni bir süreç oluştu, sendika örgütlülük kapsamı dışında taşeronluk başladı).

1994’te başta Türk-İş, Hak-İş, DİSK, KESK, TMMOB, TTB olmak üzere 27 örgüt tarafından ‘Demokrasi Platformu’ örgütlenmesi oluşturuldu.

24 Nisan 1994 Ankara’da ‘İşsizlik ve Pahalılıkla Mücadele Mitingi’; 26 Kasım 1994 Ankara’da TBMM’ye Yürüyüş; 5 Ağustos 1995 Ankara’da ‘Emeğe Saygı Mitingi’; 5 Ocak 1997 Ankara’da ‘Türkiye’ye Sahip Çık Demokratikleşme İçin Mücadele Et Mitingi’; 1998 Ankara’da ‘Emek Platformu Mitingi’ yapıldı.

2010’daki Tekel direnişi neo-liberal kapitalizme ve yıkım programlarına karşı sınıfın dirayeti ve yaratıcılığını simgeledi. Tekel işçileri sokakla bütünleşti, sokak ve kavga oldu.

2013 Gezi/ Haziran bir kent ayaklanmasına dönüştü.

2012’deki Greif Direnişi vb.leri…

2015’te fiilî olarak gerçekleşen ve bir kent ve havza grevi şeklinde yayılan Metal grevleri, işçi sınıfının öfke patlamalarına örnek oldu.[14]

Özetle Karl Marx ile Friedrich Engels işaret ettiği, “Tarih hiçbir şey yapmaz. ‘Engin zenginliğe sahip’ değildir o. ‘Savaşımlara girişmez”! Tersine bütün bunları yapan, bütün bunlara sahip olan ve bütün bu savaşımlara girişen insandır, gerçek ve yaşayan insan; hiç kuşkunuz olmasın, insanı kendi erekleri için kullanan -sanki kendi başına bir kişiymiş gibi- tarih değildir; tarih, kendi öz erekleri peşinde koşan insan etkinliğinden başka bir şey değildir,”[15] gerçeğini hayata geçiren coğrafyamızın işçilerinin mücadelesi, “Fikirler hiçbir şeyi iyi bir sonuca vardıramazlar. Fikirleri iyi bir sonuca vardırmak için, pratik bir gücü kullanan insanlar gerekir,”[16] saptamasını da 15-16 Haziran ve eylemleriyle doğruluyorlardı.

15-16 HAZİRAN HAKİKÂTİ

 “15-16 Haziran 1970, Cumhuriyet tarihinin o güne kadarki en büyük işçi eylemi. Eylemi önemi kılan sadece hacmi, çapı, çok sayıda insanın katılmış olması değil elbette. Bu da eylemin önemini ortaya koyan bir gösterge. Ama esas olarak eylemin önemi, işçi sınıfının varlığını, gücünü, kimliğini ortaya koymasından, haklarını savunma iradesini ve becerisini göstermesinden geliyor. Eylemle işçi sınıfı, son derece gür ve tok bir tonda ‘Ben buradayım! Beni hesaba katmadan adım atmak mümkün değil!’ dedi. Eylemle birlikte ortaya çıkan pek çok gelişme, devletin, sermayenin, siyasetin, sendikal hareketin derinden etkilenmesi de teyit etmektedir ki 15-16 Haziran işçilerin protesto hareketi olmasının ötesinde anlam kazanmış, sosyal ve siyasal tarihte iz bırakarak bu günlere gelmiştir.”[17]

O, işçi sınıfımızın başyapıtıydı…

1970 yazına gelirken İstanbul 2 milyon 849 bin nüfusuyla 35 milyon nüfuslu Türkiye’nin en büyük kentiydi. Ülkede üretilen toplam toplumsal sermayenin yüzde 50’si, büyük ölçekli sanayi işletmelerinin yüzde 43’ü, sanayi işçilerinin yüzde 35’i İstanbul’da yoğunlaşmıştı. Madeni eşya, kimya, konfeksiyon ve elektrikli aletler sanayiinin de yüzde 50’den fazlası İstanbul’daydı. DİSK’in kaçınılmazca İstanbul’daki işçi hareketinin merkezinde yer alacağı örgütlenmesinin ilk üç yılında belli olmuştu.

1970 yazında 20’den fazla işçi istihdam eden 700 büyük işletmede 116 bin 605 işçi çalışıyordu. 4 büyük işletmede 3’er bin, 26 büyük işletmede 3 bin dolayında işçi istihdam ediliyor; 250 kadar işletmedeyse 100 ile 500 arasında işçi çalışıyordu. İstanbul’daki merkezîleşmiş ve yoğunlaşmış büyük ölçekli modern sanayi işletmeleri bu yapılarıyla Türkiye’nin modern sanayi işçilerinin ve onların sınıf mücadelelerinin döl yatağıydılar.

Özetle işçi hareketinin ve sendikal mücadelenin zemini DİSK’in üzerinde yeşerdiği 27 Mayıs sonrası koşullarda -1963 ile 1971 arasında- sanayide çalışmaya başlayan ve sendikalara katılan işçi sayısındaki büyük sıçramalarla birlikte genişlemişti: 1963’te 2 milyon 745 bin olan işçi sayısı 1971’de 4 milyon 55 bine yükselmişti. 1963’te 296 bin olan sendikalı işçi sayısı ise 1971’de 1 milyon 200 bindi. Aynı dönemde sendikalaşma oranı üç kat artışla yüzde 10.8’den yüzde 29.6’ya yükseldi. 1963’te imalat sanayiinde ücretlilerin büyük bir kesimi 10 kişiden az işçi çalıştıran işyerlerinde çalışıyordu. Toplam 354 bin işçi 158 bin işyerine dağılmıştı; 1968’deyse 100’den fazla işçi istihdam eden işyerlerinde çalışan işçilerin sayısı 1963’e göre yüzde 50 artarak 252 binden 360 bine çıktı.

Sermayenin üretim maliyetlerini yükselttiğinden sürekli olarak yakındığı ücretlerin maliyet içindeki oranı yalnızca yüzde 10.53’tü. Aynı dönemde iş kazalarıyla kaybolan işgünü sayısı grev ve direnişlerin yol açtığı kayıpların 8 katıydı. Resmî sayılara göre 1963’te 7 olan grev sayısı 1969’da 82’ye 1970’te 111’e yükselirken, greve katılan işçi sayısı 1963’te 1374 iken 1970’te 27 bine yükseldi.[18]

1960’lı yıllarda yükselişte olan işçi hareketi, sendika kanalıyla iş yerlerinde örgütlenebiliyor, hakları için mücadele ederek önemli kazanımlar elde ediyordu. 1960’tan 1970’e, pek çok grev ve direniş gerçekleşti. Mücadele etmesi gerektiğinin bilincine varan işçiler, devlet güdümündeki Türk-İş’ten sıyrılarak, o günlerde sendikal mücadelenin odağı hâline gelen DİSK’i kurdu…

DİSK, kurulduğu 1967’den 1970’e kadar güçlenerek ve bilinçlenerek yoluna devam etti. Birçok işyerinde örgütlenerek yetkiyi alıyor ve Türk-İş’e göre çok daha iyi toplu sözleşmelere imza atıyordu. İmzaladığı toplu sözleşmelerin etkisiyle de işçi sınıfı içinde gitgide bir çekim merkezi olmaya başlıyordu.

DİSK’in işçi sınıfı içinde kuvvetlenmesi, patronların çıkarlarını tehdit ediyor, Türk-İş’in ise işbirlikçi yönünü gittikçe ortaya çıkarıyordu. İktidardaki Adalet Partisi bu “tehlikeyi” önlemek için harekete geçiyor, sendikal özgürlükleri ve grev hakkını kısıtlayan bir yasa tasarısı hazırlıyordu. Erzurum’da toplanan Türk-İş Genel Kurulu’nda konuşma yapan dönemin Çalışma Bakanı Turgut Toker, yeni yasa tasarısıyla DİSK’in çanına ot tıkayacaklarını hiç çekinmeden ifade ediyordu.

CHP’nin de desteğiyle meclisten hızlıca geçirilen yasanın anayasaya aykırı olduğunu ilan eden DİSK, örgütlü olduğu tüm işyerlerinde Anayasal Direniş Komiteleri kurulmasına karar verdi. Yasaya karşı aldığı bir dizi kararı tartışmak üzere yüzünü kendi tabanına dönen DİSK, tüm işyeri temsilcilerinin katıldığı bir toplantı organize ediyordu. DİSK’in olmadığı zamanlarda çalışma koşullarının ne kadar zorlu olduğunun bilincinde olan işçiler, sendikanın gökten zembille inmediğini, onu kendilerinin var ettiğini ve gözbebekleri gibi koruyacaklarını, grevse grev, mitingse miting, ne gerekiyorsa yapacaklarını hep bir ağızdan söylediler.

TİP Milletvekili Rıza Kuas, Meclis’te CHP’li ve AP’li sendikacıların yasa değişikliği tasarısını engellemek için komisyonlarda tek başına mücadele etti ve 15-16 Haziran’dan 12 gün önce yani 3 Haziran 1970’te, İstanbul’daki DİSK Genel Merkezinde olağanüstü bir toplantıda 274 ve 275 sayılı yasalar konusunda bir “Uyarı Heyeti” kuruldu.

Heyette yer alan DİSK Genel Sekreteri Kemal Sülker, Cumhurbaşkanı, CHP Genel Sekreteri ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği’ne gönderilecek mektuplarla ilgili görevlendirildi. Genel Başkan Kemal Türkler de Başbakan’a yazılacak mektubu kaleme aldı.

İşte 9 Haziran 1070’te postaya verilen o mektuptan kısa bir bölüm:

“Sayın Süleyman Demirel, Başbakan/Ankara…

Hükümetinizin yanlış ve Anayasa’ya aykırı bir tasarıyı Büyük Millet Meclisi’ne götürmüş olması iktidarınızın bitaraf yönetim anlayışına sahip olmamasından ve partizanca bir tutumdan ileri gelmektedir. Çünkü hükümetiniz, işçi sınıfı ve çalışma hayatı ile ilgili bir tasarı hazırlarken işçi teşkilâtlarının görüşünü almayı düşünebilmiş olmasına rağmen bu kesimde sadece Türk-iş’in görüşünü almış ve yeterli görmüştür. Böylece antidemokratik bir çizgiye düşmüştür…

Onun için hükümetinizin bitaraf bir görüş açısından hareketle bu tasarıları Büyük Millet Meclisi’nden geri almasını ve bilahare DİSK’in de diğer kuruluşlarla aynı seviyede ve ölçüde görüşü alındıktan sonra yeniden hazırlanarak Büyük Millet Meclisi’ne verilmesini talep ediyoruz. Aksi taktirde Anayasadaki direnme haklarımızı kullanacağımızı şimdiden belirtiriz.

Keyfiyet arz olunur… Saygılarımızla… Genel Başkan/ Kemal Türkler.”[19]

DİSK’in Süleyman Demirel’e yazdığı mektup yaklaşan fırtınanın habercisiydi. Peki, Başbakan Demirel’in işçilere yanıtı ne olmuştu? Büyük işçi direnişinden bir gün sonra, 17 Haziran 1970’te işçilerin İstanbul sokaklarına dökülmesinden sonra Süleyman Demirel TBMM’de şöyle diyordu:

“Muhterem üyeler; Bu tasarı Millet Meclisi’nde görüşülmüş ve Millet Meclisi tarafından kabul edilmiş. Şimdi bunun üzerine DİSK diye bir teşekkül çıkmış diyor ki; (Bu tasarıyı kanunlaştırmayacağız), (Fabrika tahrip edeceğiz. Sokak savaşı açacağız. Ama parlamentonun iradesini istediği gibi kullanmasına engel olacağız). (Bu kanunlarla ilgili tasarılar gerçekleştiği taktirde işyerlerinde kan gövdeyi götürecektir) (İçinizden bir kişi dahi tutulsa ve bu arkadaş nereye götürülürse götürülsün orayı topluca basacağız ve arkadaşlarımızı alacağız)… Nitekim bunları yaptılar. Yani dünkü hareketlerin içinde bunlar var. (Kanun falan dinlemeyeceğiz) dediler, dinlemediler. (Fabrikaların tahrip edilmesi ve dinamitlenmesi de eylem sırasında düşünülecektir) dediler, bunu da yaptılar.”[20]

Başbakan Demirel’in ardından söz alan İçişleri Bakanı Haldun Menteşoğlu da tehditleriyle çerçeveyi tamamlıyor. Kısacası, eylemlerden işçiler ve DİSK yönetimi sorumlu tutarken Başbakan Demirel ve ekibi sermayeye ve emek düşmanlarına kalkan oluyordu…[21]

İşçi sınıfının birleşik mücadeleyi, başkaldırıyı gerçekleştirebildiğinin kanıtı olarak tarihe geçen 15-16 Haziran bulutsuz gökyüzünde çakan bir şimşek değildir. 1960’lı yıllarda gelişen, serpilen ve militanlaşan hareketinin zirvesidir.

Saraçhane Mitingi ile boy veren, Kavel greviyle yasakları aşan, Paşabahçe, Zonguldak, Derby, Sungurlar gibi direnişlerle önündeki her türlü barikatı yıkıp geçen işçi hareketinin tüm bu süreç içerisindeki toplam birikiminin sonucu, aynı zamanda onun ileri bir sıçramasıdır.

İşte birkaç çarpıcı örnek…

i) 2.500 kişinin çalıştığı Arçelik fabrikasının baştemsilcisinin konuşmasından: “Arkadaşlar, 1970 senesi Türk işçisinin bilinçlenme uyanma senesidir. Arkadaşlar, icap ederse o Türk-İş’i ortadan kaldıracağız, iktidarı ortadan kaldıracağız, bizler bir kahve içmeye paramız olmaz iken alın terimizi sömüren işverenle işbirlikçi o çoban sülü denen kişi bu akşam Hilton’larda Boğaz’larda eğlenmektedir. Arkadaşlar, onlar orda Viski içerken biz 15 kuruşluk bir Terkoz suyunu dahi bulamıyoruz. 2.500 kişi olarak yarın sabahtan itibaren savaşa hazırız arkadaşlar. Bugün alınan bu Türk İşçisinin Kurtuluş savaşı için alınan kararı sabırsızlıkla bekleyen Arçelik işçisine ilk müjdeyi vermeye hazır ve yarından itibaren ölümse ölüm, direnme ise direnme, yürüyüş ise yürüyüş, hükümet basma ise hükümeti basma, Türk-İş’i ortadan kaldırmaksa… hazırız arkadaşlar.”

ii) Lastik-İş’in Vinylex fabrikasından bir temsilci konuşmasında şöyle diyordu: “Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu [Türk-İş] uzun zamandan beri patrondan yana çalışmaktadır, patronla elele vermiştir. Devlet de bir patrondur, devletle beraber sırt sırta vermiş vaziyettedir.”

iii) Bir öğretmen Vilayet’e doğru ilerleyen yürüyüş kolunda Beyazıt dolaylarında olanları anlatıyor: “Tankın üstünde askerler! Ellerinde silah! Parmaklar tetikte! Kara önlüklü bir işçi kadın attı kendini tankın önüne: ‘Çiğne beni, çiğne!’ Bir an duraksıyor tank. İşçiler uçtu mu, sıçradı mı, şahlandı mı? Tankı aştı işçiler! Tank selin ortasında kalan karataş gibi zavallı! Geri geri gitmeye başlıyor. Önümüzdeki tanktan duvar yıkılıyor. Kara önlüklü genç işçi kadını yerden kaldırıyorlar.”

iv) Bir işçi temsilcisi Kadıköy’deki en büyük çatışmayı anlatıyor: “Söğütlüçeşme’ye geldiğimizde, Fenerbahçe Stadı çevresinde kalabalık işçi grupları ile polislerin çatıştığını gördük. Daha açık bir deyimle polisler kaçışıyor, işçiler kovalıyorlardı. Kadıköy istikametinden gelen bizim grup da polisin önünü kesince, polis sıkıştı, o semtlerde erişebildiği evlerin kapılarını zorlayarak korunmak amacıyla içeri girmeye çalıştı. Ancak çok evler kapılarını açmadı. Birçok polis önce başlarındaki beyaz miğferleri attı. Olmadı, üzerlerindeki resmi üniformaları çıkarıp attılar, polis olarak tanınmamak için… kendilerini Kurbağalıdere’ye atıp denize doğru yüzmeye çalışıyorlardı. Bu Kurbağalıdere’nin başka adla da bilindiği hatırlanınca herhalde kimse bunu istemezdi.”

v) Bir fabrikanın baş temsilcisi anlatıyor: “17 Haziran’da sıkıyönetime rağmen direniş bazı işyerlerinde devam etti. Benim çalıştığım Rabak Fabrikası’nın yanı sıra Demirdöküm, Elektrometal ve Sungurlar’da da direniş sürüyordu. 18 Haziran’da fabrikaya garnizon komutanı geldi, yanında yüksek rütbeli subaylar ve emniyet görevlileri vardı. Beni çağırıp işbaşı yaptırmamı istediler. Ben de kendisine ‘Buyurun siz söyleyin de çalışsınlar’ diye cevap verdim. İstanbul Garnizon Komutanı Sadettin Canberk ‘Neden çalışmıyorsunuz’ diye sorunca işçiler ‘Kanun değişsin, yöneticilerimiz serbest bırakılsın’ diye cevap verdiler.

vi) Sıkıyönetim ilanından sonra polis DİSK’in en büyük sendikası Maden-İş’e arama için gelmiştir. Sendikanın ve DİSK’in başkanı olan Kemal Türkler kendisinden, kilitli kapıları açmasını isteyen polislere, bu işlerle görevli insanların o anda sendika binasında olmadığını anlatarak kapıları açma talebine karşı direnmiştir. Gerisini bir Maden-İş üyesi işçinin ağzından dinleyelim:

“Sonra uzun süren bir tartışma oldu. Kemal Türkler çok sinirlendi ve polise nispet yaparcasına ‘Kapı öyle açılmaz böyle açılır’ diyerek gerildikten sonra tek bir tekme ile koca kapıyı aşağı indirdi. Polisler içeri girip arama yaptılar ama bir şey bulamadılar. Bu arada [Maden-İş Yönetim Kurulu Üyesi] Şinasi Kaya ‘Siz silah bulacağınızı sanıyordunuz. Maden-İş’te böyle bir şey bulamazsınız’ dedi ve orada bulunan işçileri gösterdi: ‘İşte bizim silahımız bunlar’…”[22]

Ya “Sonra” mı?

Çatışmalar son bulduğunda üç işçi, Yaşar Yıldırım, Mustafa Bayram ve Mehmet Gıdak, bir toplum polisi Yusuf Kahraman ve Kadıköy’de olayları izleyen esnaf Abdurrahman Bozkurt hayatlarını kaybetmiş, 200’ü aşkın işçi, polis ve asker yaralanmış; 162 işçi ve sendikacı tutuklanarak sıkıyönetim mahkemelerine sevk edilmiş ilk elde 422 işçi işlerinden çıkarılmıştı.

16 Haziran’da, işçilerin sokakta direndiği ve üç şehit verdiği bu görkemli günde, valilikte yapılan toplantıda yaşanan ihaneti, dönemin DİSK Genel Sekreteri (Kemal Sülker) şöyle dile getiriyordu: “Girişilen tahripkâr eylemle bir ilgimiz olmadığını İçişleri Bakanına söyledik. Ve kesinlikle de bu tahripkâr olayları tasvip etmediğimizi bildirdik. Ayrıca da işçilere de radyoda bir uyarma yaparak kötü cereyanlara alet olmamalarını istedik.”

Radyo konuşmasını DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler yaptı. Görkemli işçi direnişini karaladı; sokakta işçilere kurşun sıkan sermayenin kanlı ordusunu, “Gözbebeğimiz şerefli Türk Ordusu” ilan etti; Anayasa’ya bağlılığını bildirdi.

Sendika bürokratlarının ihanetine ve sıkıyönetime rağmen işçiler hemen teslim olmadılar. Türk Demir-Döküm, Sungurlar, Derby, Otosan, Rabak gibi büyük işyerlerinde işi durdurarak ya da yavaşlatarak günlerce direndiler.

DİSK yöneticilerinin ikinci büyük ihaneti, direniş sonrasındaki toplu tensikat sırasında yaşandı. Binlerce işçinin (toplam 6000) işten çıkarılmasına sessiz kaldılar. Dahası, bu militan işçi kuşağının fabrikalardan, dolayısıyla da sendikalardan temizlenmesine memnun bile oldular. ’60’lı yılları kapsayan mücadelenin eğittiği, öne çıkardığı bu işçiler, 15-16 Haziran Direnişi’ni de sürüklemiş ve yönetmişlerdi. Direnişin verdiği korkuyla yasal değişiklik konusunda gerileyen burjuvazi, sonradan intikamını bu öncü işçilerden almıştı.

15-16 Haziran burjuvazinin yüreğine korku ve kini iç içe işlemişti. Militan bir işçi kuşağının fabrikalardan temizlenmesi onu yatıştıramadı. Bu korku ve kini yıllarca yüreğinde taşıdı. 15-16 Haziran’ı her vesileyle suçladı; “Solun ihtilal provası” diye niteleyerek, hıncını burjuvazide hep canlı tuttu.

Siyasal bir önderlikten yoksun, kendiliğinden bir patlama olan 15-16 Haziran, işçi sınıfının birleşik mücadeleyi gerçekleştirebildiğini hepimize gösterirken; nasıl kazanacağımızı işçi sınıfına gösteren, öğreten bir örnek olarak; “1) 15-16 Haziran’dan çıkan ilk ders ‘mücadele’dir… 2) 15-16 Haziran’dan çıkan ikinci ders ‘birlik’tir… 3) 15-16 Haziran’dan çıkan üçüncü ders ‘dayanışma’dır…”[23]

50 YIL SONRA…

Yerkürenin yüzde 1’i dünyanın yüzde 85’inin gelirine sahipken; kapitalist üretim ilişkileri cehenneminde her 15 saniyede bir işçi, yılda 2.78 milyon işçi iş kazası ve işten kaynaklı hastalıklardan öl(dürül)üyor.

Milyonlarca işsiz gösterilse de aslına milyarlarca işsiz, örneğin gelişmiş denilen Almanya’da ayda 25 saat çalışan işsiz sayılmıyor. Fransa’da ayda 76 saat çalışan işsiz sayılmıyor.

Yine FAO’nun raporuna göre, dünyada 250 milyon insan açlıktan ötürü ölüm sınırında.

BM’ye göre, her gün 25 bin insan açlıktan ölüyor.

815 milyon insan yetersiz besleniyor; 3.1 milyon çocuk yetersiz beslenmeden ölüyor.

Birkaç milyar insan temiz su içemiyor.[24]

‘Oxfam’, dünyanın en zengin 2.153 kişisinin elinde bulunan servetin, 4.6 milyar kişinin toplam servetinden fazla olduğunu açıkladığı raporda, “Eğer herkes 100 dolarlık banknotlardan oluşan servetlerinin üzerinde otursaydı, dünyanın büyük kısmı yerde oturuyor olurdu. Gelişmiş bir ülkede yaşayan orta halli bir kişi bir sandalye yüksekliğinde otururken, en zengin iki kişi uzayda olurdu,” dedi.

Dünyanın en zengin kişisi olan Amazon’un kurucusu Jeff Bezos’un toplam serveti 116.4 milyar dolar seviyesinde. En zengin ikinci kişi olan Fransız patron Bernard Arnault ise 116 milyar dolarlık servete sahip.

Raporda yer alan bir diğer benzetmede ise bundan 5.000 yıl önce inşa edilmiş piramitlerin yapıldığı dönemde günde 10.000 dolar biriktiren bir kişinin toplam servetinin dahi servetinin en zengin beş kişinin servetinden yüzde 80 düşük olacağı vurgulandı.[25]

Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)’nun tahminlerine göre dünyada 3.3 milyar kişi Covid-19 salgınından, doğrudan ya da dolaylı olarak etkilenmiş durumda ve küresel iş gücünün yaklaşık yarısını oluşturan kayıt dışı ekonomideki 1.6 milyar işçi, geçim kaynaklarını kaybetme tehlikesiyle yüz yüzeyken; ILO, dünyadaki toplam işsiz sayısının 565 milyona çıktığını açıkladı.[26]

Bu kadar da değil! Salgın hastalık, başta kayıtdışı olmak üzere emekçide yüzde 60’a varan bir yoksulluğa neden olacakken; özellikle kayıtdışı emekçi hastalık ya da açlık ikilemi ile karşı karşıya.[27]

Ayrıca pandemi döneminde işçi hakları ihlâlleri artarken; emeğin üstünde baskı da yoğunlaştı…

Covid-19 salgınının dünya genelinde ekonomik ve sosyal tahribatları beraberinde getireceğinden hiç şüphe yok. Zira virüsün neden olacağı ekonomik krizin şimdiden 1929 Ekonomik Buhranı’ndan çok daha fazla yıkıcı etkilere neden olacağı sıklıkla dile getiriliyor.[28]

Coronavirüsün dünya ekonomisine, özellikle de çalışma yaşamına ilişkin olumsuz etkileri giderek belirginleşiyorken; IMF’nin 2020’ye ilişkin öngörüleri dünya ekonomisinin yüzde 3.7 (ABD ve AB’nin yüzde 5; Türkiye’nin yüzde 5.1) daralacağını öne sürdü.

Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) yayımladığı ‘Corona ve Küresel Çalışma Yaşamı’ başlıklı rapora, küresel çalışılan saatler 2020’nin ilk çeyreğinde, 2019’un son çeyreğine görece yüzde 4.5 oranında azalmış olduğuna ve 48 saatlik haftalık çalışma esasına göre, bu rakamında 130 milyon kişilik iş kaybı anlamına gelmekte olduğuna dikkat çekti. Dolayısıyla coronavirüs salgını krizinin dünya ortalama açık işsiz sayısını üç misli artıracak (işsizlik oranını yüzde 5’ten, yüzde 15’e fırlatacak) bir yıkım söz konusudur.[29]

Coğrafyamız da bu gidişatın bir parçasıyken; işgücü sayısı, 2020 Şubatı’nda 2019’un aynı ayına göre 1 milyon 102 bin kişi azalarak 30 milyon 982 bine düştü. İstihdam edilenlerin sayısı 602 bin kişi geriledi. İşsiz sayısı ise 4.2 milyon oldu[30] ve Mart 2020’de, “iş bulma ümidi olmayanların” sayısı Mart 2019’a göre yüzde 108.5 artarak 1 milyon 174 bin kişiye ulaştı.[31]

Ayrıca Covid-19 yerküresinde tüm olumsuzluklar işçi sınıfına ciro edilirken; coronavirüs salgınının etkisiyle 2020 Şubatı’ndan Mart’a istihdam 620 bin azalırken, bunun 423 bini kayıt dışı istihdamdan kaynaklandığı[32] coğrafyamızda nüfusun yüzde 40’ı yoksulluk sınırının altında.

Açlık sınırının AKP’li yıllarda 5.25 kat arttığı[33] coğrafyamızda ‘Birleşik Metal İş Sendikası’nın Mayıs 2020 raporuna göre açlık sınırı 2.394 TL, yoksulluk sınırı ise 8.282 TL olarak belirlendi.[34] Asgarî ücretin 3.5 katı!

Türkiye’de gelir dağılımı dünyanın en adaletsizlerinden. 36 OECD ülkesi arasında en diplerde. Nüfusumuzun yüzde 1’i, 800 bin elit insan, ulusal gelirimizin yüzde 54’üne el koyuyor. Resmî işsizlik 4,5 milyonu, geniş kapsamlı işsizlik 7 milyonu aşıyor.

DİSK-AR’ın 24 Nisan 2020 tarihli verilerine göre, Türkiye’de 15 milyon 799 bin işçinin 14 milyon 104 bini sendikal korumaya sahip değilken;[35] egemenler işçi sınıfının kıdem tazminatına el atmayı planlıyorlar.

1936 İş Yasası ile kabul edilen kıdem tazminatı, yasanın işçiyi koruyucu en önemli düzenlemesiyken; AKP iktidarı, istihdam kalkanı adı altında işçi sınıfının haklarına yeni bir saldırı paketi hazırlıyor. Hedefte yine kıdem tazminatı var. İşçilerin işten çıkartmalara karşı ellerindeki tek iş güvencesi olan kıdem tazminatı hakkının kaldırılması ya da tırpanlanması söz konusu!

Bunu durdurmanın tek yolu Rıza Kuas’lı yeni(lenmiş) 15-16 Haziran’lardır; tıpkı DİSK’e bağlı Genel-İş Sendikası Başkanı Remzi Çalışkan’ın, “İşçilerin kıdem tazminatı hakkı elinden alınırsa bu ülkedeki işçiler, 15-16 Haziran’da yaptıkları gibi, buna sessiz kalmayacak, emeklerine sahip çıkacaktır,”[36] deyişindeki üzere…

Son bir şey daha: ILO Genel Direktörü Guy Ryder’in, “Covid-19’un bu zorlu günlerinde, çoğumuz için en büyük sorun, ‘kendimi ve ailemi virüsten nasıl korurum, işimi nasıl kaybetmem’ düşüncesidir. Politika belirleyiciler açısından bunun anlamı, ekonomiye onarılamaz hasar vermeden küresel salgının alt edilmesidir,”[37] türünden defansif konumuna rağmen; iflaslar ve işsizleşen kitleler, küresel düzeyde işçi sınıfının potansiyel olarak büyümesine neden olarak; kapitalizmin kendine içkin toplumsal kutuplaşmasının, nesnel olarak büyüyen işçi sınıfıyla yeni bir sürece girmesine yol açacak. Bu nedenle Covid-19 melanetinin küresel düzeyde sonuçlarından biri, daha fazla işçileşen bir dünyada, insanlığın sermaye ile olan sosyal mesafesinin daha da belirginleşmesi olacaktır.[38]

16 Haziran 2020, İstanbul.


[1]    George Orwell.

[2]    Karl Marx-Friedrich Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, çev: Barışta Erdost, Sol Yay., 2002.

[3]    Che Guevara, “Devrimci Tıp Üzerine”, Che Guevara’nın 19 Ağustos 1960’ta Kübalı milislere hitaben yaptığı konuşma, Monthly Review, Ocak 2005.

[4]    Şükran Soner, “Sıkıyönetim Yetmedi, İşverenlerin ‘Kara Liste’lerle, Açlıkla Sindirmeleri Bitmedi,”, Cumhuriyet, 13 Haziran 2020, s. 11.

[5]    Karl Marx, 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1993.

[6]    Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s. 210-464.

[7]    Edward Palmer Thompson, İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu, çev: Uygur Kocabaşoğlu, Birikim Yay., 2004.

[8]    Aziz Çelik, “Tarihte İlk Toplu İş Sözleşmesi Efsanesi!”, Birgün, 8 Mayıs 2017, s. 10.

[9]    Osman Bahadır, “Genç Cumhuriyetin İşçi Politikası”, Cumhuriyet, 10 Şubat 2013, s. 9.

[10] Aziz Çelik, “Yel Kayadan Ne Koparır!”, Birgün, 4 Şubat 2016, s. 4.

[11]  “İşçim Dedi, 164 Grevi Yasakladı”, Cumhuriyet, 18 Haziran 2015, s. 9.

[12]  Erinç Yeldan, “Derinden Gelen Kökler…”, Cumhuriyet, 6 Eylül 2017, s. 9.

[13]  Erol Soğancı, “Pandemili Günlerde 1 Mayıs”, 3 Mayıs 2020… http://www.sosyalistgundem.com/pandemili-gunlerde-1-mayis-erol-soganci/

[14]  Volkan Yaraşır, “Geçmişten Geleceğe Yürüyenler: 15-16 Haziran 1970”, 14 Haziran 2020… https://www.avrupademokrat.com/gecmisten-gelecege-yuruyenler-15-16-haziran-1970-volkan-yarasir/

[15]  Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, [Feuerbach], Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.

[16]  Karl Marx- Friedrich Engels, Kutsal Aile ya da Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1976, s. 183.

[17]  Olcay Büyüktaş, “Zafer Aydın: ‘Hayır’ Diyenlerin İsyanı”, Cumhuriyet, 11 Haziran 2020, s. 10.

[18]  Ertuğrul Kürkçü, “50. Yılında 15-16 Haziran”, 15 Haziran 2020… https://avrupaforum1.org/50-yilinda-15-16-haziran-ertugrul-kurkcu/

[19]  Kemal Sülker Türkiye’yi Sarsan İki Uzun Gün, Yazko Yay., 1980.

[20]  Turgan Arınır-Sırrı Öztürk, İşçi Sınıfı, Sendikalar ve 15-16 Haziran, Sorun Yay., 1976.

[21]  Ercüment Akdeniz, “Demirel’in Yakasını Bırakmayan Slogan”, Evrensel Pazar, 21 Haziran 2015, s.4.

[22]  Sırrı Öztürk, İşçi Sınıfı ve Sendikalar 15/16 Haziran, Sorun Yay., 2001… ile Maden-İş Tarihi Çalışma Grubu, Derinden Gelen Kökler, Cilt: I, 2017…

[23]  Arzu Çerkezoğlu, “Mücadele ve Dayanışma”, Cumhuriyet, 16 Haziran 2017, s. 13.

[24]  Fevzi Kartal, “1 Mayıs’ın Güncel Anlamı Üzerine Bir Tartışma!”, 12 Mayıs 2020… http://rojnameyanewroz2.com/1-mayisin-guncel-anlami-uzerine-bir-tartisma-15479.html

[25]  “Dünyanın En Zengin 2.153 Kişisinin Serveti 4.6 Milyar Kişinin Servetinden Fazla”, 20 Ocak 2020… http://direnisteyiz27.org/oxfam-dunyanin-en-zengin-2-153-kisisinin-serveti-46-milyar-kisinin-servetinden-fazla/

[26]  Dünya Genelinde Pahalılık Geliyor”, 8 Mayıs 2020… https://marksist.org/icerik/Dunya/13960/Dunya-genelinde-pahalilik-geliyor

[27]  Olcay Büyüktaş, “Yoksulluk Hep Bana mı Düşer Usta!”, Cumhuriyet, 14 Mayıs 2020, s. 10.

[28]  Bülent Bulduk, “Covid-19 ve Askıya Alınan İş Hukuku”, Cumhuriyet, 1 Haziran 2020, s. 2.

[29]  Erinç Yeldan, “Küresel Çalışma Yaşamının Korunması İçin”, Cumhuriyet, 6 Mayıs 2020, s. 11.

[30]  “İşgücünde Büyük Düşüş”, Cumhuriyet, 12 Mayıs 2020, s. 12.

[31]  “Ümitsiz ‘İşsizler’ Zirvede”, Cumhuriyet, 11 Haziran 2020, s. 11.

[32]  “423 Bin İşçi Pandemiyle Birlikte Kovuldu”, 10 Haziran 2020…https://ahvalnews-com.cdn.ampproject.org/c/s/ahvalnews.com/tr/isci-haklari/hicbir-haklari-verilmedi-423-bin-isci-pandemiyle-birlikte-kovuldu?amp

[33]  “Açlık Sınırı AKP’li Yıllarda 5.25 Kat Arttı”, Cumhuriyet, 17 Haziran 2020, s. 15.

[34]  “Birleşik Metal İş Sendikası: Açlık Sınırı 17 Yılda 5.25 Kat Arttı”, 16 Haziran 2020… http://direnisteyiz27.org/birlesik-metal-is-sendikasi-aclik-siniri-17-yilda-525-kat-artti/

[35]  İnci Hekimoğlu, “Ne Muhalefet Farkında, Ne Sendikalar”, 30 Nisan 2020… https://artigercek.com/yazarlar/incihekimoglu/ne-muhalefet-farkinda-ne-sendikalar

[36]  Sena Yaşar, “Genel-İş Sendikası Başkanı Remzi Çalışkan: O Ruhla Yeniden”, Cumhuriyet, 13 Haziran 2019, s.9.

[37]  Guy Ryder, “Yeni Normal mi? Daha İyi Normal mi?”, Cumhuriyet, 1 Mayıs 2020, s. 11.

[38]  Ahmet Haşim Köse, “Toplumsal Mesafe Daralırken ya da Orta Sınıf İdeolojisi Çökerken…”, 6 Mayıs, 2020… https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2020/05/06/toplumsal-mesafe-daralirken-ya-da-orta-sinif-ideolojisi-cokerken/