1848-50 Avrupa Devrimleri ve Paris Komünü*

Paris Komünü'nün 150. yıl dönümü için 15 farklı ülkeden 41 sanatçının eserleriyle hazırlanan "Paris Komünü 150" başlıklı çalışmada yer alan bir eser. İsimsiz (Hindistan / Hindistan Öğrenci Federasyonu (SFI) / Genç Sosyalist Sanatçılar)

Sınıflı toplumların ortaya çıkışıyla birlikte iki sınıf arasındaki çelişki ve savaş tarihe damgasını vurmaya başlamış, maddeci tarihin ilerleyişinin motoru olmuştur. Önceki bölümlerde köleci egemenlikte gelişen sınıf savaşımları ile feodal egemenliğin hâkim olduğu Anadolu coğrafyasında, feodal egemenler ile yoksul köylülük arasındaki sınıf savaşımlarının öne çıkanlarını incelemiştik.[1]

Bu bölümle, kendisiyle birlikte sınıfları ortadan kaldıracak, ezen-ezilen ilişkisine son verecek sınıf olan proletaryanın, bir sınıf olarak tarih sahnesine çıkışını, mücadele tarihinde öne çıkan olayları ve iktidara uzanmasının ilk pratiğini incelemeye başlayacağız. Temelde inceleyeceğimiz konular 1848-50 Avrupa Devrimleri ile Paris Komünü olacaktır. Bu incelemeyi yaparken, proletaryanın ekonomik bir güç olmasının yanında, siyasal ve devrimci bir güç olarak tarih sahnesine ilk kez çıktığı diğer tarihsel süreç ve olayları da göz ardı etmeyeceğiz.

Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayanların sınıf olarak tarih sahnesine çıkışı

Sınıflı toplumların başlangıcından itibaren meta üretimi ve ücretli emek vardır. Ancak meta üretimi ve ücretli emeğin toplumsal bir boyut kazanması son sınıflı toplum olan kapitalizm ile mümkün olmuştur.

Ücretli emeğin sömürüsüne dayanan kapitalist üretim, zayıflamakta olan feodalizmin bağrında Batı Avrupa ülkelerinde 14. yüzyıldan itibaren gelişmeye başlar. Henüz cılız ve dağınık olan kapitalist üretim ilişkileri, feodal üretim ilişkilerini ağır da olsa parçalayarak gelişir. Floransa, Siena, Luca ve Bolonya kentleri kapitalist üretim ilişkilerinin embriyo hâlinde geliştiği ilk kentlerdir.

Avrupa’nın farklı kentlerinde ücretli emeğe dayalı üretim atölyeleri farklı tarihlerde ve koşullarda gelişir. Örneğin İngiltere’de ücretli işçi çalıştıran ilk dinkleme (kumaşı sıkı ve yoğun bir hâle getirmek için yapılan keçeleştirme işlemi) atölyesi 14. yüzyılda kurulur. Gemi yapımı ve inşaat başta olmak üzere pek çok işkolunda bu gelişim sürer. 15. yüzyılın sonlarında Fransa’nın Lyon kentinde ortalama 20 işçi çalıştıran farklı işkollarında atölyeler görülür. Avusturya Krallığı’nda 15. yüzyılda maden işletmelerinde yine bu gelişim ortaya çıkar. İspanya, Hollanda ve diğer Avrupa kentlerinde de bu süreç izlenir.

Ücretli emeğe dayalı kapitalist üretimin bu ilk biçimi basımevleri, dokuma atölyeleri, maden işletmeleri, demir işletmeleri ve gemicilik gibi pek çok sektörde görülür. Ancak çalışan ücretli işçi sayısı toplam üretim kitlesi içinde kayda değmeyecek kadar küçük bir bölüm oluşturur henüz.

  1. yüzyılda özellikle manifaktürün gelişimi ile birlikte kapitalist üretim ilişkileri yaygınlaşmaya başlar. Böylece kapitalist üretim istikrar kazanmaya, manifaktür üretim ise 18. yüzyıla, yani sanayi devrimine kadar tipik üretim biçimi olarak gelişimini sürdürür.

Ücretli emek sisteminin ön koşulu olan ilk birikim, tüccar ve tefecilerin elindeki sermaye olmakla birlikte, bu birikimi artıran bir faktör ise kapitalizm öncesindeki özgür, bağımsız köylü ve zanaatkârların üretim araçlarından ve mülklerinden koparılmasıdır.

Ev tipi atölyelerde tüccarlardan aldığı siparişleri üreten zanaatkârlar zamanla sahip olukları üretim aletlerini kaybederek manifaktür denilen çatıların altında işbölümü nedeniyle işin yalnızca bir kısmını üreten birer işçiye dönüşmeye başlar. Kırlardan sürülen dünün özgür köylüleri de bu süreci yaşar. Tarımsal üretimin özellikle dokuma sanayinin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden düzenlenmesi, ağır vergi yükleri ve topraklardan zorla sürülme gibi nedenlerle tarımsal nüfus büyük oranda iş bulabilmek umudu ile şehirlerde birikmeye başlar.

Büyük bir proleterleşme süreci olarak yaşanan bu süreç sonucunda, çalışma ve yaşam koşullarından koparılan, şehirlerde iş bulamayan, şehir hayatına ayak uyduramayan büyük bir kitle birikir. Bu büyük kitleyi, işçi olarak soğuracak büyüklükte gelişmemiştir kapitalist üretim henüz. Proleterleşme süreci ile kapitalist üretimin paralel büyümemesi nedeniyle, potansiyel emek gücü pazarı içinde serserilik, dilencilik, hırsızlık gibi yoksulluğun doğurduğu “yasa dışı” toplumsal bir olgu ortaya çıkar. Topraklarından sürülen, lümpenleşen bu halk kitlesine karşı, başta İngiltere olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinde çok kanlı ve sert yasalar çıkarılıp, mevzuatlar düzenlenir. İdam edilmek, kırbaçla dövülmek, kızgın demirle dağlanmak, her türlü işkenceyle zorla çalıştırılmak, köle olarak kullanılmak yalnızca öne çıkan ceza ve uygulamalar olur.

Manifaktür üretimle işler alabildiğine bölünüp, işbölümü şeklinde gerçekleşmeye başlar. Örneğin saat yapımı 30’u aşkın parçaya, kumaş imalatı 25’e yakın parçaya ayrılır. Bu ise her bir parça için bir zanaatkârın işçi olarak uzmanlaşmasını doğurur. İşbölümüne dayanan el emeği potansiyeli, sermaye sahiplerinin lehine meta üretimini hızlandırıp, zaman ve emek kaybını azaltıp, kârı sürekli artırır.

Emeğin sermayenin boyunduruğuna girmesinin süreci de olan manifaktür üretim ile sınıfsal karşıtlığın iki tarafına, emek gücü dışında satacak hiçbir şeyi olmayanlar ile sermayeye sahip olanlar yerleşip, kendilerini net ve açık olarak ortaya koymaya başlarlar. Manifaktür öncesinde bir atölyeye ve üretim aletlerine sahip olan zanaatkârlar ile yoksulluğunu hafifletmek için sermaye ile geçici tarzda ilişkiye giren yoksul köylüler, sahip oldukları mülkiyetler nedeniyle, sermaye ile ilişkileri görece bağımsız olup, tam bir boyunduruk ilişkisine girmemiştir. Manifaktür üretimin rekabetine dayanamayan zanaatkâr ile toprağından sürülen yoksul köylü mülksüzleşip, işçileşerek sermayenin boyunduruğu altına girmeye başlar artık. İşbölümünün getirdiği parça üretimi ve uzmanlaşma sayesinde yanıltıcı bir perde olmaksızın yoğun sömürü kendini çıplak bir şekilde görünür kılar. Beraberinde ise mutlak ve göreli artı-değer oluşumunun ve sermayenin büyümesinin kapıları daha fazla açılır.

Manifaktür biçimle devam eden kapitalist gelişim henüz gençlik dönemini yaşamaktadır. Olgunluk çağına erişmesi ise sanayi devrimiyle olacaktır. Ancak daha şimdiden sınıfsal ayrışma ve ortaya çıkan kârlılığı sermaye adına haklı çıkarmak için ideolojik çabalar ortaya çıkar. Kapitalistin kârdan daha fazla pay almasını, aldığı riskin kaçınılmaz bir sonucu olduğunu iddia eden burjuva tarih yazımına Marx yanıt verir. Karl Marx, bu ideolojik saldırıyı, riskin kapitalistin payına düşmesinin tek nedeninin, kapitalistin üretim araçlarını gasbetmiş olması gerçeğini koyarak bertaraf eder.

Proleterlerin sınıf savaşımlarına katılımının ilk biçimleri

Kapitalist ile ücretli işçi arasındaki kavga sermayenin ilk doğuşuna kadar gider. 1345 yılında Floransa’da bir yün tarayıcısı ücretli işçileri örgütlemeye başlar ve idam edilir. Bunun üzerine işçiler atölyeyi terk ederler. 1371 yılında Perugia’da, 1378 yılında yine Floransa’da ücret zammı talebinin yanında siyasi taleplerle işçiler ayaklanır.

Manifaktür üretimin geliştiği 1501 yılında Lyonlu matbaa işçileri, ücretlerinin artırılmaması durumunda iş bırakma tehdidinde bulunurlar. Yine 1539 yılında Lyonlu matbaa işçileri, ücret artışı ve daha iyi yemek talebiyle 5 ay sürecek bir grev gerçekleştirirler.

Lyonlu ve Parisli matbaa işçileri 1540-41 ve 1570-72 yıllarında yine greve çıkarlar. 1640 yılında Londra’daki silah atölyelerinin işçileri talepleri kabul edilinceye kadar iş bırakırlar. 1637 yılının nisan-mayıs aylarında evden çalışan yaklaşık 500 işçi, düşük ücretler ve aynî ödemelere karşı taleplerini haftalarca dile getirir. Talepleri karşılık bulamayınca işçiler patronun evini ve malların biriktirildiği depoyu ataşe verip kül ederler. 1688 yılında Amber’deki kâğıt fabrikasında çalışan işçiler, daha kısa iş günü, daha iyi yemekler ve keyfî işten çıkarma yapılmaması talebiyle iş bırakırlar. 1718-19 yıllarında Hollanda’da giyim sanayiinde ve tersanelerde bir dizi grev örgütlenir. 1729 yılında tekrarlanan bir grev sonucu işçiler ile kapitalist arasında toplu iş sözleşmesi yapılır. Bu bir ilktir. Kapitalist üretimin daha geç başladığı ülkelerde de işçi eylemleri gelişmeye başlar.

Dönemin en ağır iş koşullarında çalışan çıraklar da birleşerek eylemlere çıkmaya başlarlar. 1610 yılında İngiltere’de dokuma atölyelerinde çalışan 100 çırak greve çıkar. Grev büyüyerek kentteki diğer işçileri de içine alır. Çok geçmeden grev bastırılır ve grevcilerin birçoğu hapse atılır. Yine 1617 yılında Londra dolaylarında küçük çıraklarca büyük bir grev gerçekleştirilir. Hükümet bir bildiri yayınlayarak gösteri ve ayaklanmanın ülkenin barışına ve sükûnetine zarar verdiği duyurur. Grevin büyümesi üzerine silahlı kuvvetler teyakkuza geçirilir. 1624, 1626 ve 1633 yılında tekrarlanan ve derme çatma silahlarla tekrarlanan grevlere karşılık hükümet, grevlere her an müdahale etmeye hazır silahlı kuvvetler oluşturur.

1700’lü yıllar işçilerin, ücret ve çalışma koşullarına karşı geliştirdiği eylemlerin yanında, manifaktür atölyelerde makina kullanımına karşı eylemler de geliştirdiği yıllar olur. İğne imal makinası ve rüzgârla çalışan bıçkı makinalarının atölyelere alınmasına işçiler karşı çıkarlar. 1758 yılında ilk kırkma makinasının kurulmasına yine binlerce işçi karşı çıkar. Köln ve Hamburg’da düzenlenen protestolar bu makinaların kullanımının yasaklanmasıyla sonuçlanır. Dantel kumaş dokuma tezgâhı Lyonlu dokuma işçilerinin karşı çıkması üzerine uygulama alanı bulamaz ve kireçtaşı fırınları tahrip edilir. Zaten ağır olan çalışma ve yaşam koşullarının, makinaların kullanımı nedeniyle daha da ağırlaşacağını düşünen işçilerin bu eylemleri, üretimde makinanın kullanımını geciktirirken, sömürünün asıl kaynağının işçiler nazarında hâlâ perdeli olduğunu da gösterir. Kapitalist üretimin bu manifaktür döneminde, henüz embriyo hâlinde olan sınıf mücadelesine işçilerin duygularının yön verdiğini söylemek abartı olmayacaktır.

17-18 saati bulan günlük çalışma saatleri, ücretlerin düşük oluşu ve ücretlerin çoğunlukla kalitesiz ve kötü olan aynî ödeme yoluyla yapılması, işçiler arasında huzursuzluğun ve öfkenin gün gün daha da büyümesine neden olurken, bunun yanında örgütlenme arayışlarını da ortaya çıkarır. Dostluk cemiyetleri, meslekî işçi birlikleri, yardımlaşma ve dayanışma sandıkları, sendikalar bu örgütlenmelerin ilk örnekleridir. Çalışma ve yaşam koşullarının düzeltilmesi talepleri etrafında kurulan işçi örgütlenmelerinin bazıları ise gizli ve askerî tarzda örgütlenmişlerdir. Örneğin Lyon ve Paris’te matbaacılarca kurulan “companionages” adlı ve yoldaşlar anlamına gelen birlikler, ortak bir fona sahip olup, askerî tarzda örgütlenirler. Toplantılarını gizli yapan bu örgütlenme yüzbaşı ve teğmen unvanlarını taşıyan bir hiyerarşiye sahiptir.

17. ve 18. yüzyılda ortaya çıkan işçi örgütlenmeleri 19. yüzyılda Kıta Avrupası’nın tüm ülkelerinde yaygınlaşmaya başlar. Bu örgütlenmeler, proletaryanın ekonomik, siyasal mücadelesinin tartışılıp örgütlendiği, sınıfsal kurtuluş yolunda farklı akımların geliştiği örgütlenmeler olur.

Şehir ve kırsal yoksulların en alt tabakasını oluşturan ücretli işçiler, kendileri için günlük mücadeleye girişmenin yanında feodalizm karşıtı burjuva hareketlerde de yer alıp, yer yer aktif rol oynarlar. İlk burjuva devrimlerden biri olan Hollanda devrimi, 1789 Fransız Devrimi, Amerikan kolonilerindeki bağımsızlık savaşı ve burjuva devrimi, İngiliz burjuva devrimi proleterlerin aktif rol oynağı burjuva devrimlerdir. Feodal egemenliğe karşı burjuva devrimler adına katıldığı mücadelelerden kazandığı deneyimler sayesinde ana çelişkisinin burjuva sınıfıyla olduğunun farkına varmaya başlayan proleterler burjuvaziye karşı da savaşmaya başlarlar. İngiltere’deki Çartist hareket, Fransa’daki Lyonlu dokumacıların ayaklanmaları, Almanya’daki Silezya dokumacılarının ayaklanması proletaryanın henüz siyasal ve devrimci bir sınıf olgunluğuna erişmeden geliştirdiği önemli sınıf mücadelesi deneyimleridir.

Proletaryanın sınıfsal ve toplumsal kurtuluş mücadelesinin, makina kırıcılığından genel eşitlik, oy hakkı ve refah mücadelesine, safça ve ütopik arayışlardan bilimsel komünizme varması oldukça zorlu ve kanlı bir tarihsel seyir izlemiştir. Marksizmin gelişimine kadar devam eden bu süreç, kendisi için sınıf olma, sınıfsal çıkarları doğrultusunda hareket etme noktasında olgunlaşmasının da sürecidir. Diğer bir deyişle kendinde bir sınıf olmaktan çıkıp, kendisi için bir sınıfa dönüşme sürecidir bu tarihsel seyir.

Edilgen bir sınıf olarak sömürülen proletaryadan, ekonomik ve toplumsal mücadele içinde aktif bir güç olmaya, buradan da ezen-ezilen sınıfsal ayrımları ortadan kaldıracak, sömürüye son verecek devrimci bir güç olmaya doğru aldığı yol, proletaryanın tarihsel evriminin aşamalarını da verir bizlere.

Sanayi devrimi ve sanayi proletaryasının gelişimi

18. yüzyılın sonlarına doğru önce İngiltere’de daha sonra Kıta Avrupası ülkelerinde ve Kuzey Amerika’da yaşanan birçok teknik buluş sanayi devriminin temelini oluşturur. Bu teknik buluşlar ile üretim köklü bir şekilde değişirken, üretimdeki el emeği yerini makinalara, el aletleri ise yerini mekanik makinalara bırakır. James Watt’ın geliştirdiği buhar makinasının icadı ile kapitalizmin gelişimi muazzam hızlanır. Böylece manifaktürden fabrikaya geçiş sağlanırken sanayi proletaryasının da doğuşu gerçekleşir.

Manifaktür üretimin aksine fabrika üretimi büyük işçi gruplarını bir araya toplarken, farklı vasıflara sahip heterojen emek gücünü büyük oranda homojenleştirir. Proleterler arasındaki sınıfsal konumların eşitlenmesi nedeniyle sınıfsal çıkar birliği de belirginleşir.

Makinanın üretimde kullanımının yaygınlaşmasıyla manifaktür ve zanaatkâr atölyeleri, rekabet nedeniyle bir bir ortadan kalkar. Mekanik çıkrıklar el çıkrıklarıyla çalışan eğirmeciyi, mekanik dokuma tezgâhları el tezgâhıyla çalışan dokumacıyı işinden ederken, basit el aletleriyle çalışan tüm işkollarında aynı gelişmeler yaşanır. İflas etmiş zanaatkârlar, merkezî ve dağınık olarak üretim yapan manifaktür işletmelerin vasıflı elemanları, küçük ve orta ölçekli atölyelerde çalışan ücretli kalfalar ve çıraklar, topraklarından sürülmüş topraksız köylüler sanayi proletaryasının farklı toplumsal kategorilerini oluşturmaya başlar. Özetle kentli ve köylü emekçilerin geniş katmanları fabrikalarda sanayi ordusuna katılırlar.

Makinalar, kadın ve çocuk emeğini, hatta sakat olanların dahi emeğini üretim sürecine dâhil edip sayılarını sürekli artırır. Vasıflı ve de kaba kuvvete ihtiyacı büyük oranda kaldıran makinalı üretim ile kârlılık büyümeye, sömürü ve yoksulluk derinleşmeye başlar. 1835 yılında kadın ve 13 yaş altı çocuklar, tüm tekstil sanayii işçilerinin %61’ini oluşturur İngiltere’de. Yine 1834-1847 yılları arasında İngiltere’deki tüm pamuk fabrikalarında yetişkin erkekler toplam işçi sayısının yalnızca ¼’ünü oluşturur. Bu iki veri dahi aynı işi daha ucuza yapan kadın ve çocuk emeğinin üretime yaygın bir şekilde sokulduğunun açık kanıtları olur.

Sanayi devriminin bir başka sonucu ise, toplam proletarya içerisinde sanayi proletaryasının gün gün artarak asıl gücü oluşturmaya başlamasıdır. Örneğin sanayi devriminin ilk geliştiği İngiltere’de 1801 yılında 1,4 milyon işçi çalışırken, bu sayı 1831 yılında 3 milyonu aşar. 1811 yılının Fransa’sında 200 kişiden fazla işçi çalıştıran çelik fabrikası sayısı yalnızca 1’dir. Bu fabrika 230 kişi çalıştıran Scheider fabrikası iken 1840 yılına gelindiğinde 200 kişiden fazla işçi çalıştıran fabrikaların sayısı 18’e çıkar ve 8 çelik fabrikasına ise 500-999 arası işçi çalıştır hâle gelir.

Proletaryanın hem kentlerde hem de fabrikalarda toplanması, birleştiklerinde güç olduklarının bilincinin gelişmesine de katkı sağlar. Proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıfsal karşıtlık buralarda kendini daha açık ortaya koymaya başlar.

Göz alabildiğince uzanan tarlaların ve hoş kokulu çayırların yerini fabrika bacalarının dumanı, derme çatma evlerden oluşan yeni işçi semtlerinin isi, kiri ve pis kokuları sarmaya başlamıştır her yanı artık. Buharlı makinaların homurtuları, aktarma kayışlarının gürültüsü, metal gıcırtıları, dünün dingin kırsal yaşamı ve sessizce üretimin yapıldığı atölyelerle tam karşıtlık içindedir. Mekanik aletlerin başında, makinanın bir aparatı olarak yapılan tekdüze çalışma, dünün yaratıcı emek gücü sahiplerinde tiksintiye yol açar. Dünün ev tipi atölyelerinde bir arada olan aile bireyleri artık her biri bir fabrikada çalışmaya başlarken, sosyal, kültürel tüm bağlar zayıflamaya başlar. Gün doğumuyla başlayıp, gün batımıyla biten, çoğunlukla da 16 saati bulan iş günleri, üretime yabancılaşmanın yanında kendine ve çevresine karşı da işçilerde bir yabancılaşmaya yol açar. Günlük çalışma ve yaşam koşullarındaki tüm bu değişimler proleterleşen sınıfta korku ve umutsuzluğu büyütürken, kendinden vazgeçen ve günlük geçim dışında amaçsızca bir yaşamı ortaya çıkarır. Bu durum, proletaryanın sınıfsal olarak ayağa kalktığı ve kavgaya giriştiği anlara kadar sürer. Ancak çok kez ayağa kalkıp, çok kez yenileceklerdir. Her yenilginin ardında yeniden doğrulup savaşacak, yeniden yenileceklerdir. Her kavga ve yenilgi sınıfsal mücadelede tecrübeye dönüşüp, gerçek kurtuluş için kılavuz çıkarana kadar devam edecektir. Ama buna daha on yıllar var.

Proleterlerin ortaya çıkışından sanayi proletaryası hâline gelişi sürecini kısaca bu şekilde özetlemek mümkündür. Ancak bu, sürecin yalnızca ekonomik yanıdır. Kapitalist gelişimi ve burjuvazinin mezar kazıcısı olarak proletaryanın tarih sahnesine çıkışını hızlandıran burjuva devrimleri de incelemek zorunludur. Sürecin siyasal yanını oluşturan bu süreci izlemek boşlukları dolduracaktır. Bu yüzden de kapitalist gelişimde iki önemli evreyi oluşturan iki burjuva devrimine, İngiliz burjuva devrimi ile Fransız burjuva devrimine de kısa da olsa bakmakta yarar varır.

İngiliz burjuva devrimi

İngiltere’de burjuvazinin iktidarı alması diğer Avrupa ülkelerine nazaran erken başlayıp, yüzyıllar süren gelişimi ve mücadelesi sonrasında gerçekleşir.

Köleci Batı Roma’nın egemenliğindeki İngiltere, 11. yüzyılda boyunduruktan kurtulur. Normanların istilasından önce adadaki krallıklarda “Vitan” denilen meclislerde krala yakın feodal güçler ile kont, baron ve yüksek rütbeli subaylar üzerinden farklı toplumsal kesimlerin temsiliyeti sağlanır. 1066 yılında Normanların istilasıyla henüz zayıf olan feodal işleyiş, tüm adada hâkim olmaya başlar ve bir tür danışma meclisi olan “Magnum Concilium”lar, “Vitan”ların yerini alır. “Magnum Concilium” denilen meclisler ile mutlak krallık arasındaki güç dengelerine göre kralın yetkilerinin sınırlandırıldığı dönemler olur. Bu güç dengesinin kral aleyhine işlediği 1215 yılında, ilan edilen “Magna Carta Libertatum” (Büyük Özgürlük Fermanı) ile egemenlik mutlak krallık aleyhine kısıtlanır. En büyük feodal bey olan krallık ile baron olarak anılan mülk sahibi yerel beyler ve halk arasındaki mücadeleler sonucunda bu ferman imzalanır.

Feodal işleyişin hâkim olduğu, mülk sahibi toplumsal kesimler arasındaki savaşın egemen olduğu bu Magna Connciliumlar, önce Parlamento adını alacak ardında ise yerini “Lordlar Kamarası”na bırakacaktır.

Mutlak krallığın istediği gibi vergi koyma ve toplayamamasının güvencesi olan parlamentoda, süreç içinde gelişmekte olan burjuva sınıfının da temsiliyeti sağlanır. 1295 yılında Galler ve İskoçya’ya açılan savaşın bütçesini karşılamak için gerekli olan vergileri toplama amacıyla parlamento toplanır. Bu parlamento toplantısına baronlar, din adamları, şövalyeler ve burjuvalar da katılır.

1350’li yıllara doğru ise toplumun farklı kesimleri ayrı ayrı toplanmaya başlar. Krala daha yakın soylu kesimler “House of Lord” olarak anılan “Lordlar Kamarası”nda toplanırken, şehir temsilcileri yani burjuvalar ise “House of Commons” denilen “Avam Kamarası”nda toplanmaya başlar. Bu iki toplumsal güç, mutlak krallığın iktidarının sınırlandırılması yönünde mücadelede işbirliği içinde olurken, aynı zamanda üstünlük sağlama yönünde de birbirleriyle mücadele ederler.

Mutlak krallık karşısında, krallığı sınırlayan meclislerin güç kazanmasına ve Avam Kamarası’nın Lordlar Kamarası karşısında üstünlük kurmasına rağmen burjuva sınıfı yasama gücünü kendisine kazandıracak kadar güçlenmemiştir hâlâ.

Mutlak krallık ile meclisler arasındaki mücadele 1455-1485 yılları arasında yaşanan “Çifte Güller Savaşı” nedeniyle bir dönem askıda kalır. İngiltere tahtı üzerinde hak iddiasında bulunan “York”lar ile “Lancester”lar arasındaki savaş boyunca iki kral, iki parlamento tarafından yönetilir İngiltere. Büyük yıkımlara sebep olan “Çifte Güller Savaşı” döneminde birçok soylu aile öldürülüp, idam edilirken, ekonomik alanda dönüşümler de yaşanır. İki hanedanın barışı ile oluşturulan Tudor hanedanlığı 1485 yılında yönetimi birleştirirken, kapitalist üretimin önü açılmaya başlar.

Köylü ayaklanmalarıyla toprak köleliği ve angarya çalışma kaldırılırken, yeni bir sınıf olarak bağımsız toprak sahibi olan “Yeomanlar” ortaya çıkar. “Yeni Soylular” olarak anılan mülk sahibi “Yeomanlar” kurdukları imalathaneler sayesinde ticaret ile uğraşıyor ve yerel feodal beyler yerine gelişmekte olan burjuva sınıfı ile ilişkilerini geliştirir.

Yeomanların sahip oldukları toprak parçaları üzerinde çalışan yoksul köylüler ise acınası şartlarda çalışır ve izbe kulübelerde yaşamlarını sürdürürler.

Öncesinde ağırlıklı olarak Hollanda’ya dokuma hammaddesini ihraç eden İngiltere’de dokumacılığın gelişimiyle birlikte tarımsal üretimin yapıldığı kırsal topraklar daha kârlı olduğundan, yerini hayvancılığa bırakmaya başlar. Hayvancılık için gerekli olan nüfustan fazlasının (200 kişinin tarımsal üretim yaptığı topraklarda, 2-3 çobandan başkasına ihtiyacın kalmadığı koşullarda) zorla sürüldüğü, kırsal nüfusun büyük şehirlere göç ederek proleterleştiği bu süreç 15. yüzyılın sonlarından başlayıp sonrasındaki 17. ve 18. yüzyıl boyunca devam edip 1832 reformu ile son bulur. Bu dönem de Yeomanlar, topraklarını şehirli tüccarlara kiralayıp toprak rantından zenginleşen bir sınıf olurken, üretimdeki yerini tarım sanayicisi hâline gelen tüccarlara bırakır.

Mutlak krallık ile ona yakın feodal soyluların oluşturduğu parlamentonun, yeni gelişmekte olan mülk sahibi Yeomanların yol açtığı bu uygulamayı önleme çabaları yeterli olmaz. Her geçen gün topraklar daha fazla hayvancılığa açılmaya, hazine toprakları gasbedilmeye ve buralardaki kırsal nüfus göçertilmeye devam edilir. En son mutlak krallığın hâkimiyetinin ve feodal sistemin koruyucusu olan kilisenin topraklarının yağmalanmaya başlanması ekonomik işleyişi kökten değişmeye zorlar. Ele geçirilen toprakların satılması ve kiralanması, buralara sermayenin gelişini hızlandırırken, beraberinde tarımsal üretimde de üretim ilişkileri değişmeye başlar. Kapitalist çiftliklerin kırlarda ortaya çıkmasıyla, sermaye ile emek arasındaki ilişki giderek yaygınlaşmaya başlar.

Dokuma sanayiinin gelişiminin, ticaretin her yanı kaplamasının, zengin ve güçlenen bir burjuvaziyi ortaya çıkarmasına rağmen, ekonomik ve siyasal iktidarın burjuvazinin eline geçmesi önünde, feodal yapıya dayanan meslek loncaları ile mutlak krallık ve onun temel ekonomik işleyişi engel oluşturmaya devam eder.

17. yüzyılın hemen başında İspanya ile girilen savaşın ardında, krallık hazinesi, girilen mali bunalımı aşmak için hazine topraklarını satışa çıkarıp, yeni mali kaynaklar için baron ve soyluluk unvanları satışa çıkartır. Bu satışlarla ülkede adeta “soylu enflasyonu” yaşanır. Bu gelişmeler mutlak krallığın siyasal dayanağı olan monarşinin çözülüşünü hızlandırır.

Feodal yapıya dayanan mutlak krallığın çözülüşü ile gelişimi hızlanan kapitalist işleyiş arasındaki çekişme ve çatışma süreklilik kazanır. Uzun yıllar süren bu çekişme ve çatışmalar yer yer krallığını lehine sonuçlanırken yer yer gelişmekte olan burjuva sınıfının ve kapitalist işleyişin lehine olur. Bu denge durumu iç savaşla bozulur.

1641 yılında başında I. Charles’ın başında olduğu krallıkla parlamento arasında iç savaş başlar ve 1 yıl boyunca yaşanan çatışmalar nedeniyle I. Charles Londra’yı terk ederek İskoçya’ya sığınır ve iç savaşı buradan yönetir. 1649 yılına kadar süren iç savaş sonrasında I. Charles yakalanıp idam edilir ve cumhuriyet kurulur.

Böylece İngiltere’de tarımsal üretim ile uğraşan yeni soylu sınıf (Yeomanlar) ile burjuvazinin ittifakı sonucu, siyasal iktidar el değiştirir. Burjuva devriminin gerçekleşmesiyle, artık ticaretin, ücretli el emeğine dayalı sanayinin ve tarımdaki kapitalist gelişimin önündeki tüm engeller ortadan kalkar. Devrim sonunda küçük toprak sahibi köylülerin yani Yeomanların çözülüşü hızlanır. Yeomanların yerine, Yeomanlar tarafından ele geçirilen toprakları kiralayan ve işleten kiracı çiftçiler bir diğer anlamıyla kapitalist çiftçiler ortaya çıkmaya başlar.

1789 Fransız Devrimi:

Saraylara savaş kulübelere barış!

1789 yılında gerçekleşen Fransız İhtilali ile kapitalist işleyiş dünya ölçeğinde feodalizme karşı egemenliğini ilan eder. Her ne kadar iktidar Fransa’da burjuvazi ile feodal soyluluk arasında gidip gelse de toplumsal ekonomide artık kapitalist işleyişin hâkimiyetini kurduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Burjuva devrimler tarihinde, Fransız Devrimi ilk sırada yer almamakla birlikte dünya ölçeğinde belirleyici bir yerde durur. Fransız Devrimi’nden önce 1649 yılında İngiltere’de burjuva devrimi gerçekleşir. 1776 yılında ise İngiliz koloniciliğine karşı gerçekleşen iç savaşın ardından, Kuzey Amerika’da burjuva devrim gerçekleşir. Ancak ilkinin kısa süreli olması, ikincisinin ise deniz aşırı bir coğrafyada gerçekleşmesi ve dünyadaki ekonomik ve siyasi merkezin Avrupa oluşundan kaynaklı, her ikisi de Fransız devrimi kadar bir etkiye sahip olamamışlardır. Burjuva devrimler demişken 1648 yılında Westfalya Antlaşması’yla sonuçlanan ve İspanyol egemenliğine karşı uzun süreli bir mücadelenin ardından bir ulusal bağımsızlık mücadelesi de olan Hollanda devrimini de unutmamak gerekir. Kapitalist gelişim bu coğrafyada hız kazanırken, bu burjuva devriminin de Avrupa kıtasının siyasi ve ekonomik yapısına etkisi belirleyici olmamıştır.

Bir burjuva devrimi olarak

1789 Fransız Devrimi

“Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” diyerek feodal egemenliğe karşı başlayan Fransız Devrimi, kararlı ve şiddete yaslanan geniş halk yığınlarını arkasına alır. Tüm toplumun taleplerini hedefine koyar. Fransız Devrimi ile feodal engeller silinip atılırken, iktidara sanayici orta sınıf ile finans ve ticaret burjuvazisi gelir. Hareketin öncülüğünü yapan burjuvazi, farklı kesimleriyle birlikte Fransa’da ilk kez bir sınıf olarak iktidarı alır.

Siyasi anlamda büyük bir olay olan Fransız Devrimi, iktidara ulaşınca, barikatlarda dövüşen, devrimin motor gücü olan proletaryaya sırtını döner. Döner, çünkü bu bir burjuva devrimidir. Hâliyle devrimin kitle gücü olarak Fransız Devrimi’ne katılan proletaryanın payına ne özgürlük, ne eşitlik, ne de kardeşlik düşer. Fransız Devrimi’ni kendi devrimi olarak gören ve burjuvaziye eklemlenen proletaryanın, “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” hedefine ulaşması için, Paris Komünü’ne kadar daha pek çok barikatta dövüşmesi ve kanını dökmesi gerekecektir.

Fransız Devrimi ile sermayenin hareketini sınırlayan feodal düzenlemeler ve kurallar ortadan kalkarken, sanayi devrimiyle de üretici güçlerin verimliliği sayesinde sermaye birikimi daha da hızlanmaya başlar.

Bu durum, burjuva sınıf açısından ekonomik ve siyasal açılardan büyük bir avantaj sağlar ve burjuvazi için dizginsiz bir boyunduruk alanı açılır. Henüz ekonomik bir güç olan proletarya için ise sömürü, temel hak ve özgürlüklerden yoksunluk ile zaten hiç insanî olmayan çalışma ve yaşam koşulları daha da derinleşir. Ancak, sanayi proletaryası ama kendiliğinden, ama yönsüz, ama hedefini ve araçlarını tam belirleyemediği bir mücadele çizgisiyle tarih sahnesine çıkmaya başlayacaktır.

[1]* Bu yazı dizisi, Kaldıraç dergisi İzmir Temsilciliğinde yapılan derslerdeki sunumların derleme çalışmasıdır.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz