İşte bu nedenle, binlerce insanın öldüğü bir dönem olan, devletin çeteler eli ile, mafya eli ile Kürt aydınlarını, ileri gelenlerini, işadamlarını vb. öldürdüğü bir dönem olan 1990’lara geri mi döndük tartışmaları gündemi doldurmaya başladı.
Aslında biliriz ki, tarihi geriye çevirmek mümkün değil. Ama bugün uygulanan şiddet, Saray’a bağlı gladio, çeteler, polis ve asker eli ile ortaya konan yeni savaş, 1990’lardaki ağır durumu hatırlattığı için bu benzetme yapılmaktadır. Ve doğrusu, şiddetin, katliama dönüştüğü bugün, aslında 1990’lardan daha da ağırdır. Ama ne PKK 1990’lardaki PKK’dir, ne Kürt legal örgütlenmesi o dönemdeki gibidir. Elbette ne bu ülkedeki halk, ne TC devletinin kendisi, ne de uluslararası koşullar aynıdır. Yani, sadece şiddetin devlet eli ile yeniden tek çıkış yolu olarak devreye sokulması anlamında bir benzerlik vardır o kadar.
Ama, bu benzetme, yine de bize bir şeyler anlatır.
Bizce 1990’lardan çok, 1909 öncesine benzemektedir. Matematikte sıfır, diğer rakamların neresinde, sayının hangi basamağında olduğuna göre çok şey ifade ediyor. Burada da 1990 ile 1909 aynı rakamlardan oluşuyor, dikkat çekmek için, bilerek böyle yaptık.
Ama 1909, eğer yanılmıyorsam, Adana’daki Ermeni-Süryani katliamının tarihidir. Sanki, böylesi felaketlerin öncesindeyiz. O tarihlere, 1900’lerin başına, Birinci Dünya Savaşı öncesine çok benzer dönemden geçiyoruz.
Elbette, her benzetme eksiktir, ancak bir miktar fayda sağlarsa anlamlıdır.
Bugün, Kürt illeri, ağır silahlara sahip ordu ve polis güçleri, biraz Saray çeteleri, biraz IŞİD çeteleri de içinde, düzen güçleri tarafından kuşatılıyor, bombalanıyor, ateşe veriliyor.
Aynı anda, tüm ülkede akıl almaz bir yalan makinası, halkın beynini esir almaya çalışıyor. Dün barış görüşmeleri yaptıkları Kürt siyasal hareketini, tam bir cani olarak, tam bir düşman olarak göstermeye çalışıyorlar. Buna karşı sesini çıkaranlar tutuklanıyor, sokaklarda TOMA’lar cirit atıyor, akıl almaz anti-demokratik uygulamalarla baskı tırmandırılıyor.
Binalar yıkılıyor, insanlar yakılıyor, öldürülüyor, tutuklanıyor. Gözdağı vermek üzere, tek bir aykırı ses çıkartanın üzerine yürünüyor.
Basında bir tek aykırı haber yayınlayanın işine son veriliyor. Her yolla tehdit ve korkutma devreye sokuluyor.
Devlete ne oldu da bu hâle geldi? Hendek kazdılar vb. tutumların yalan olduğunu, bizzat Davutoğlu istemeden de olsa itiraf etmişti. Davutoğlu, bu planın 2013’te yapıldığını açıklamıştır. Daha masa var iken, Barış görüşmeleri yapılıyorken, devlet, başka bir plan ve hazırlık içinde imiş.
Elbette böylesi bir hazırlığı Kürt hareketinin görmemesi mümkün değildir. Elbette onlar da, armut toplayacak değildi. Bugün bize söylendiğine göre, boş durmamışlar ve kendilerini korumak için hendekler kazmışlar, bombalar yerleştirmişler vb.
Buraya kadarki bölümden şunu anlamak lazım: Bu savaş, bu katliam politikası, sadece AK Parti’nin, İslam adına giriştiği “İkinci Hendek Savaşı” değildir. Tersine, tüm mekanizması ile, aralarındaki görüş farklılıkları ve çatışmalara rağmen, tüm devlet güçlerinin ortaklaşa giriştiği bir savaştır. Savaş, Ergenekon sürecini sona erdirmiş, Erdoğan’ı, ordunun emrine sokmuştur. Erdoğan, burada az gönüllü de değildir. Dahası var, bu savaş, ABD ve Batı’nın aktif desteği ile devreye konmuştur. Kürt halkına karşı girişilen katliamlara AB ve ABD’nin sessiz kalmasının ana nedeni budur. ABD, Kürt halkına karşı savaş yolu ile, Kürt siyasal hareketini, özellikle PKK’yi kendi denetimine alabileceği planlarını yapmıştır. Umut ettikleri budur. Ama hayat onların yazdığı bir senaryo da değildir.
Emperyalist güçler, Kobanê devrimini boğmak istemektedirler. Kobanê devrimi, TC devleti için, büyük bir korku kaynağı olmuştur.
Gezi Direnişi’ni de siz ekleyin.
Bu durumda tablo, son derece kritik hâle gelmektedir. İşte tüm devlet güçlerinin, Kürt halkı nezdinde tüm halklara, tüm ezilenlere, tüm işçi ve emekçilere karşı başlattığı bu savaş, arkasında bu tabloyu barındırmaktadır. Ve bu sadece Saray’ın, sadece AK Parti’nin, sadece Ergenekon-gladio gibi yüz yıllık devlet yapısının yürüttüğü bir savaş değildir. Tüm devlet güçlerinin, içinde TÜSİAD da dahil, MÜSİAD da dahil, tüm egemenlerin yürüttüğü bir savaştır.
Devlet, bu denli ağır silâhlarla Kürt illerine neden saldırmaktadır? Ağzını şiddet dışında bir sözle açmayan Erdoğan’ın dediği gibi bu, ilk insanla başlayan ve kıyamete kadar sürecek bir savaş mıdır? Devlet, bu yolla ne elde etme peşindedir?
Kanımızca tam da burasını tartışmak gereklidir.
Bir; biliniyor, bir Afganistanlaşma varsa, mutlaka bir Pakistanlaşma da vardır. Bugün Suriye Afganistanlaşıyorsa, Türkiye de, daha da çok devletin gönüllü tutumu ile Pakistanlaşmaktadır. Bu durum, devletin eline daha farklı çeteleri kullanma şansı da vermektedir. IŞİD çeteleri ile Ankara, Suruç vb. saldırılar bunun en açık ifadesidir. Bu durum, ABD açısından ise, kaosu büyütme olanağı sunmaktadır.
İki; Suriye’den gelmekte olan göç, devlet için, hem istendiğinde AB’yi tehdit etme aracıdır, hem de daha çok, TC devleti için bir nüfus hareketi yaratma olanağıdır. Maraş’ta Alevi köylerine açılmakta olan kamp uygulamaları gibi, bir nüfus hareketliliği yaratma politikası, 1900’lerin başından, hatta daha da önce 1870’lerden beri devlet eli ile yapılmış uygulamalardır. Devlet, bu uygulamalara ilişkin bir hafızaya sahiptir. 20. yüzyılın başında, 19. yüzyılın sonunda Osmanlı, bu nüfus hareketlerini kullanmıştır. Bir bölgeye yerleştirilen bu yeni göçmenler, insanlık dışı koşullarda, halkın ekmeğini şiddet ile alma yollarını denemiştir ve burada da devlet, kendi kullanacağı kadrolarla, bu süreci yönetmiştir. Bizdeki mafyanın temeli budur. Bu, çete tarzı devlet örgütlenmesidir.
Üç; Kürt illerindeki yıkım ve bombalamalar, halkın o bölgeleri boşaltmasını hedeflemektedir ve uzun vadeli bir politikadır. Bu nedenle, bu İslamî tandaslı bir devletin yeni hendek savaşı değildir. Binaları uzaktan imha etmek, çocukları öldürmek bu nedenle devreye sokulmaktadır.
Yoksa, devlet bu yolla PKK’yi yenmeyi umuyor değildir. Belki ABD, bu saldırıları durdurma karşılığında, TC devletini durdurma karşılığında Kürt hareketini kontrolüne almayı ummaktadır.
Ama elbette 1870-1919 arasında ortaya çıkan gelişmeler, katliamlar sürecinden farklı olarak, bugün, en azından Kürt halkı örgütlüdür.
Savaşın bugüne kadarki bölümünde, son bir yıl içinde binlerce insan ölmüştür. Ama Kürt halkının önemli bir direniş ortaya koyabildiği de açıktır. Dahası halk, yıkılan yerlere yeniden dönmekte ve yeniden imar için, gönüllü kampanyalar örgütlenmektedir.
Adana’da Ermeni ve diğer halkların katledildiği 1909 yılı, aslında 1915 kıyımının başlangıcı sayılmalıdır. Aynı şekilde devletin bugün ortaya koyduğu katliam politikası, ellerinden gelse daha büyüğünü organize etme hazırlığıdır.
Tüm bölgeyi saran savaş havası, küçümsenemez derecede yıkıcıdır. Ülkemizde 2000’in üzerinde insanın öldüğü son bir yıllık süreç, bu açıdan ölümlere alıştırıldığımız bir süreç olarak da görülebilir. Her gün ölüm haberleri ile süren bir yaşam içinde, medyanın yalanları ile halk, esir alınmaya çalışılmaktadır.
Bu açıdan da bakarsak, Gezi süreci, bu esir alma politikasına karşı bir ruhu, yaygın olmasa da bir direnişi ifade etmektedir. Üçüncü yılını geride bıraktığımız Gezi Direnişi, hâlâ egemenler için kimya bozucu bir varlıktır.
Elbette ki, bu savaşın içinde Saray, kendi politikaları ile, yol almak ve tam bir egemenlik oluşturmak istemektedir. Oysa bir türlü tam egemen olamamaktadır. Yeni Başbakan, her gün Erdoğan’a biat etse de, her konuşmasında ismini zikretse de, huzurlu bir Erdoğan egemenliği dönemi anlamına gelmeyecektir. Bu durum Binali’den kaynaklı değildir. İşin doğası gereği böyledir. Bir güçlenmeden çok bir çürüme dönemine işarettir.
Ekonomisi, dış politikası, eğitim sistemi, hukuk sistemi dökülmekte olan bir yönetim çarkının içinden başkanlık sistemi, Türk Usulü Başkanlık sistemi çıkarmaya çalışan Saray, bunu gerçekleştirdiğinde bile rahata erişemeyecektir.
İçeride ve dışarıda sürdürülen bu savaş, pek çok sonuca gebedir.
Dünya halkları, Birinci Paylaşım Savaşı’nın içinde, sosyalist devrimler çağını açmıştı. Bugün de başında ABD emperyalizminin yer aldığı dünya gericiliği, halkların direnişini kıramayacaktır.