“Ne geçmiş tükendi ne yarınlar
Hayat yeniler bizleri.”[1]
50 yaşındaki ‘68 Hareketi, ‘71 çıkışı ile Mayıs(ımız) ve İbrahim Kaypakkaya gerçeği, -içerdiği müthiş tarihsel önem nedeniyle!- üzerinde hassasiyetle durulup, irdelenmesi gereken bir başlıktır.
Hepimize, “Ne geçmiş tükendi ne yarınlar” dedirten bu kalıt, “Bahar isyancıdır” şiarının tüm canlılığı ve öğreticiliyle karşımızdadır hâlâ…
“In principio erat verbum/ Önce söz vardı” genellemesine, Friedrich Engels’vari, “Hayır… Önce eylem vardı”[2] dedirten öğretici gelenek; üzerinde tepinmeye kalkışan ödlek liberallerin kavramaktan aciz olduğu bir devrimci içeriğe sahip olması yanında; hepimize Vassilis Vassilikos’un şu uyarısını anımsatır:
“Ölüler konuşmaz. Sırtlarında ölümün güzelliği, hiçbir ilkbahar ve tomurcuklarının bize açıklayamayacağı sırları birlikte götürürler. Soğuyan kemiklerin çevresinde oluşan tuz gibi, yapılamayan açıklamalar, boğulup giden savunmalar, muhtıralar, yetki itirazları, yargılama yöntemleri, olayların yorumuyla kabardıkça kabaran topraktır onlar.”
Biz, geride kalanlar için üzerinde tepinilen bir zemin değil; yaşamın yeniden üretildiği mekândır geçmiş(imiz).
Liberaller bu gerçekten bihaber olsa da, devrimciler onu asla unutamaz; tıpkı Lansgton Hughes’un, “Sıkı tutunun hayallerinize… Çünkü hayaller ölürse, hayat kanadı kırık bir kuş olur, uçamayan,” uyarısına Rahmi Öğdül’ün eklediği gibi:
“Geçmişe dair yapılar birer birer yok oluyor. Toplumsal bellekle birlikte kişisel belleklerimiz de. Ama geçmiş asla kaybolmuyor, nesnelerin içinde gömülü, yeniden keşfedilmeyi bekliyor ve ‘Aklın, bize geçmiş diye sunduğu şey aslında geçmiş değildir. Hayatımızın her saati, tıpkı kimi halk efsanelerindeki ölülerin ruhları gibi, ölür ölmez somut bir nesnenin içine gizlenerek onda vücut bulur. Oraya hapsolur ve biz o nesneye rastlamazsak, temelli olarak orada hapis kalır. Biz nesne aracılığıyla onu tanır, çağırırız, o zaman kurtulur,’ diyor Marcel Proust… Geçmiş yok edildiğinde, zorbaların yarattığı belleksiz mekânlar kaplıyor her yeri; sular yükseliyor, şimdinin katmanında çaresizce bekliyoruz, yüzümüz geleceğe dönük. Godot’nun gelecekten geleceğini düşünüyoruz. Gelecek dediğimiz, geçmişin uzantısıdır. Godot geçmişte saklı. Umudu geçmiş büyütüyor.”[3]
Geç(me)mişin değerlendirmeleri tam da böylesi bir kavramsal çerçevede ele alınmalıyken; “Oldu bitti, geride kaldı” denilmesi mümkün olmayan Onlardan bize, “Bir deli birçok deli yaratır, birçok deli ise deliliği,” diyen Roman atasözündeki yıkıcı yaratıcılığın, romantik cüretin ısrarı miras kaldı.
Söz konusu miras, “yoldaşlık” kavramında ifadesini bulan cüretkâr realitedir.
Yoldaşlık, özü itibariyle “arkadaşlık” ve “yol arkadaşlığı” olarak tanımlanmıştır. XX. yüzyılın başından itibaren ise dünyayı ve toplumu değiştirmek için yola çıkan Komünistler tarafından kullanılmaya başlanmıştır.
Bu biçimiyle yoldaşlık kavramı; yeni bir toplum tasavvuru için gerekli olan yeni insan tipi ve ilişki biçimlerinin gereklerine yanıt veren düşünce ve davranıştır. Yani, insanlık tarihinin binlerce yıldan beri ürettiği en yüce insani değerlerlerin toplamıdır.
Devrimci insana ve insan ilişkilerine ait olan hiçbir şeye yabancılaşmayıp, yeni bir dünya (ve buna bağıntılı yeni insan tipini) yaratmak için “ahde vefa”ya sırt dönmeyen yoldaşlık, devrimciler için geçmişten geleceğe yönelen (devrimci kopuşlar içindeki) sürekliliktir.
Geleceğin önün açan bu (devrimci kopuşlar içindeki) süreklilik, egemenlerin örtbas ettiği hakikâtin üzerindeki manipülatif örtüyü kaldırıp, iktidar gerçeğini deşifre etmiştir.
Bilindiği üzere iktidar hakikâtin üzerindeki örtüyü kaldırmayı yasaklanmıştır. Hakikâtin üzerindeki örtülü hep kalmalıdır. Çünkü kendini “hakikât” olarak dayatan egemenlik pisliklerini bu örtünün altında saklarken; 50 yaşındaki ‘68 Hareketi, ‘71 çıkışı ile Mayıs(ımız) ve İbrahim Kaypakkaya gerçeği onu ortaya çıkarmıştır.[4]
O hâlde öncelikle ‘68’den başlayalım…
‘68
‘68; muhafazakârlığa, statükoya karşı bir özgürleşme hareketi olup, muhtelif (düzen içi ve dışı) versiyonlarıyla bir özgürlük ve Memet Baydur’un, “Alışkanlık kötü bir şey. Korku gibi bir şey,”[5] diye tarif ettiği her türden tutuculuğa karşı bir özgürleşme hareketidir.
Burada parantez açıp hatırlatalım:
“Özgürlük isyan değildir. İsyan özgürlüğe uzanan bir ara bölgedir… Özgürlük, insanın kendi gelişiminde rol oynamasıdır… Kişi özgür değilse bir tür otomat hâlini almıştır.”[6]
Bu hatırlatmalardan hareketle “ ‘68 neydi?” sorusuna yanıt arayacak olursak: 1968 kuşağının ilk tohumları ABD’de 1940’larda atılır. Kentlere göç eden siyahlarla birlikte 60’lara damgasını vuran ilk öğrenci eylemleri o zamanlardan başlıyor. Bir öğrenci kuşağı, kurulu düzene yalnız sokaklarda değil; toplumsal ve siyasal alanda da karşı çıkabileceğini gösteriyor. İnsanlar hiyerarşiye, otoriteye, dayatmacılığa, yaşadığı topluma öfke içindeydi.
Böylelikle kapitalist demokrasi illüzyonuna, ırkçılığa, emperyalist savaşlara, halk baskılayan mekanizmalara, sermayenin egemenliğine, ailenin kutsallığına, burjuva kültürüne yani “olağan” denilen kurulu düzene karşı çıkıldı…
1960’ların ikinci yarısından itibaren dünya, devrimci dalganın yükselişine tanık olur. 1950’lerde Vietnam Savaşı, Cezayir’in ulusal kurtuluşu ve Küba Devrimi ile başlayan devrimci süreç, 60’ların ikinci yarısında sanayileşmiş batı ülkelerinde kitlesel öğrenci gösterileri, militan işçi direnişleri ve sokak çatışmalarıyla birlikte giderek şiddetlenir. ABD’de Vietnam Savaşı karşıtı gösterilere on binler katılır, yurttaş hakları hareketi ortaya çıkar, Colombia Üniversitesi’nin 1968’de işgali gerçekleşir ve Kara Panterler Partisi kurulur.
Avrupa’da direnişin ilk başladığı ülkelerden biri olan Almanya’da ise SDS’nin öncülüğünde Vietnam Savaşı’nı protesto eden militan gösteriler gerçekleşir, 1968’de diğer ülkelerden öğrencilerinden katılımıyla uluslararası Vietnam Kongresi toplanır. Alman oligarşisinin yükselen devrimci harekete cevabı ise önce 1967’de İran şahı karşıtı gösterilerde Benno Ohnesorg’un katledilişi, ardından 1968’de Almanya Sosyalist Öğrenciler Birliği’nin (SDS) lideri Kızıl Rudi’ye (Rudi Dutschke) yapılan suikast girişimidir (Rudi başından vurulduğu bu saldırıdan sağ kurtulmayı başarsa da asla tam anlamıyla iyileşemez. 1979’da epilepsi krizi sonucu yaşamını yitirir).
Direnişin daha kısa süreli ama en yoğun geçtiği ülke ise Fransa’dır. Yükselen öğrenci hareketlerine ve üniversite işgallerine ek olarak 14 Mayıs 1968’de Nantes’da Sud-Aviation şirketinin çalışanları fabrika işgallerini başlatır. Grev dalgası kısa sürede tüm ülkeye yayılır ve 18 Mayıs’ta iki milyon, 20 Kasım’da ise 6 milyon kişiye ulaşır grevci sayısı. Sokak ve fabrikalardaki çatışmalarda öğrenci ve işçiler barikatlarda yan yana direnir. Tüm bu sürecin sonunda ise De Gaulle parlamentoyu fesheder ve seçimlere gider. Bir ay sonra yapılan seçimlerde De Gaulle’ün partisinin mecliste çoğunluğu sağlamasıyla hareket durağanlaşır. İtalya’da ise devrimci dalga Fransa’dan bir yıl önce 1967’de üniversite işgalleriyle başlar ve Fransa’nın aksine uzun bir sürece yayılacak olan işçi direnişleri, militan anti-faşist mücadele, sokak çatışmaları ve şehir gerillasıyla 1980’lerin ortalarına kadar yoğun bir şekilde devam eder.
ABD, Almanya ve diğer birçok ülkede da öğrenci hareketi Vietnam başta olmak üzere üçüncü dünyada süren mücadelelere ilgi ve üniversite içinde öğrencilerin de karar sürecinde yer alacağı bir dönüşüm talebiyle başlar. 1967 Nisan’ında tepkiler doruğa ulaşmıştır… Vietnam savaşı karşıtlığı, üniversitelerdeki buyurgan yapı, cinsiyetler arasındaki ayrımcılık, geleneksel ahlâk ve tabular ayaklanmanın başlıca nedenleridir…
Öncesinde yani 1964 Ağustos’unda Amerika Kuzey Vietnam’a havadan saldırdı. Ormanları, tarlaları, fabrikaları napalm bombalarıyla yaktı. Bu konuda bir öğrenci şöyle diyordu: “İnsanları ve beni de en çok şaşırtan, böyle gelişmiş bir ülkenin, Vietnam’a saldırmasıydı. Kendi ülkende sömürülen bir azınlığın haklarını vermiyorsun ama senden ta uzaklarda başka bir etnisite ve kültürden bir köylü toplumunu, hiç sebepsiz bombalıyorsun!”[7]
Oysa bunlar hiç de nedensiz değildi! ABD, Güneydoğu Asya ile Pasifik’i kendi çıkarları için yaşamsal bir bölge olarak düşünüyordu… 1967 sonbaharında ‘Celbi Durdurma Haftası ve Pentagona Büyük Yürüyüş’ gerçekleştirildi… Bu dönemde Çiçek Çocukları (Hippie’ler) yeni bir yaşam kültürü oluşturmaya başladı. Siyasetten uzak olan bu akım, özelikle Vietnam savaşından etkilenerek siyasallaşmaya başladı. Karşı kültür, 1950’lerin Beat kuşağından da esinlenmişti.[8]
“Amerikalılar, savaştan önce bıraktıkları hayata, kaldıkları yerden devam etmek istiyorlardı. Genç nesilden, okula gitmesi, iş bulması, hayatını ahlâk kuralları çerçevesinde yaşaması, evlenip çocuk yapması, sonra da ebeveyninden aldığı bu hazır ambalajlı yaşamın meşalesini, kendi çocuklarına aktarması bekleniyordu. Riayet etmek, iyi bir vatandaş olmanın düzen tarafından konulmuş güvenli önkoşuluydu. Ancak, emniyet ve asayişin her an ortadan kaldırılabilecek bir görüntüden ibaret olduğunu düşünenler de vardı. Dünya, Yahudilerin gaz odalarında öldürülmesinin, Avrupa’nın ırzına geçilişinin, ‘Küçük Çocuk ve Şişman Adam’ın Japonya’da yüz binlerce insanı öldürmesinin artçı şokları ile hâlâ yalpalamaktaydı. Bu ‘gerçeklerden kaçan’ sessiz toplumdan, paketlenmiş yapay bir hayatı yaşamayı reddeden bir grup hipster ortaya çıktı. Onları radikal, tehlikeli, serseri diye adlandıran tutucu kesime göre hayat tarzları bir skandaldı ve Amerika’daki zenginliği reddedişlerine anlam veremiyorlardı. Bu aykırı nesil, Beat Kuşağı idi… Beat Hareketi, yaratıcı katkıları ve ektikleri uyumsuzluk tohumları ile büyük bir zafer yaşadı. 1960’lara gelindiğinde bir başka nesil onların tarlalarında ekin biçecek, sosyal adaletsizliğe ve savaşa karşı çıkacaktı.”[9]
Bu savaşımda ‘68’in en öne çıkan kareleri Paris’dedir… ‘68’i en iyi betimleyen o günlerde Paris duvarlarından eksik olmayan “Yasaklamak yasaktır!” “Gerçekçi ol, olanaksızı iste!” “Tüm iktidar hayalgücüne!” sloganlarıydı… ‘68’in elbette 1789’a, 1848’e, 1871’e uzanan bir tarihsel arka planı, geleneği vardı…
1789 Fransız Devrimi patlak verdiğinde Paris sokakları “Liberté! Egalité! Fraternité!”, “Özgürlük! Eşitlik! Kardeşlik!” sloganlarıyla çınlıyordu.
1848’de Parisli işçilerin Haziran ayaklanması sırasında 30’undaki Karl Marx’la 28’indeki Friedrich Engels’in kaleme aldıkları Komünist Parti Manifestosu elden ele dolaşıyordu.
1871 Paris Komünü günlerinde barikatlardan “Vive la Commune!”, “Yaşasın Komün!” haykırışları yükseliyordu.
1968 Mayıs’ında ise Paris’in üniversiteleri ve meydanlarında “Egalité! Liberté! Sexualité!”, “Eşitlik! Özgürlük! Cinsellik!” sloganları yankılanıyordu. Duvarlara asılı afişlerden birinde ise şu sözler okunuyordu: “Eğer hiçbir şeyin değişmeyeceğini sanıyorsam alığın tekiyim, eğer düşünmek istemiyorsam korkağın teki ve eğer hiçbir şeyin değişmemesinin benim çıkarıma olacağını düşünüyorsam alçağın teki…”
Aslında Fransa’da her şey öğrencilerin kapitalizme, tüketim çılgınlığına, ABD emperyalizmine, geleneksel kurumlar, değerler ve düzene karşı protesto ve işgal eylemleriyle başlamıştı. Başkaldırı çok geçmeden fabrikalara sıçramış, 11 milyon işçiyi kapsayan grevler birbirini izlemişti.
Kuşkusuz, Mayıs ‘68 Fransa’ya gökten zembille inmemişti. Vietnam, Kamboçya ve Laos’un Amerikan emperyalizmine karşı kurtuluş savaşı tüm hızıyla sürüyor; ABD’de üniversite yerleşkeleri ve sokaklarda özgürlükler uğruna, ırkçılığa ve Vietnam Savaşı’na karşı protestolar büyüyor, feminizm yükseliyor, çevreci hareket filizleniyor, biyolojik ve nükleer silahlara karşı eylemler birbiri ardına geliyordu. Afrika ulusları sömürgeciliğe karşı uyanıyor; Filistin halkı ayağa kalkıyordu…
Tam 50 yıl önce Fransa ve Paris’i kuşatan Mayıs ‘68, politik bir hareket olduğu kadar, kültürel, hatta ruhsal bir isyandı. Köhnemiş eğitim sistemine başkaldırı, işçilerin de katıldığı bir gençlik isyanına dönüşmüştü.
Çok geçmeden coğrafyamız gençliğini de kucaklayacak olan Mayıs ‘68, yalnızca politik olarak değil, kültürel, sanatsal, ruhsal olarak da, bir yaşam tarzı olarak da bir kuşağı biçimlendirecek, bir kuşağa adını verecekti.[10]
En çok, “gerçekçi olup imkânsız”ın istendiği o günlerde insan(lık) gençti, güzeldi ve dünyayı değiştirmek istiyordu; ‘68 isyancıları buna delicesine inanmıştı.
“Yasaklamak yasaktı” o günlerde; baskıya, totalitarizme son verilmek isteniyordu.
Militarizme ve savaşlara “Hayır” deniliyordu!
Sınırları kaldırmak isteyen evrensel bir destan ilmek ilmek örülüyordu…
Evrensel bir destana dönüşen ‘68 Mayıs’ı, elbet o yıl olup bitmedi. Yüzlerce yıl öncesinde başlayıp; yüzlerce yıl sonrasına devam edecekti.
Paris ve Nanterre lise ve üniversitelerindeki isyan, gücünü 1789’dan, 1848’e ve 1871’e uzanan bir tarihsel birikimden alıyordu.
Politik, ekonomik, toplumsal ve kültürel bir değişimi hedefleyen ‘68, Paris’ten Prag’a, İstanbul’dan Meksiko’ya, Londra’dan Washington’a dünyanın her yerini tutuşturan bir ateşti. Yaşamın her ama her alanına yayılmıştı. Evrenseldi. Simgeleri de evrenseldi.
Batı kapitalizmine karşı direnen işçi sınıfının sloganı “Patron sana muhtaç, sen ona değil” haykırışı, öğrencilerin dilinden düşmüyordu. “Özerk ve demokratik üniversite” talebi ise sendikaların da derdi olmuştu.
Ayırımcılığa baş kaldırılan o günlerde; Che’nin katline isyan edip; Vietnam Savaşı’na karşı çıkılıyordu…
İtiraz günlerinde doğaçlama serbestti. Şiirseldi. Müzikle, sanatla, yaratıcılıkla besleniyordu.
Tam da o günlerde Liverpool taşrasından gelen dört genç, ‘Beatles’ popüler olup, müzikte devrim yaratıyorlardı.
John Lennon’ın, ‘İmagine/ Düşle’ şarkısındaki üzere daha güzel bir dünya rüyası dört yanı kucaklıyordu. Amerika’da 20’lerinde genç bir şarkıcı Joan Baez, çıplak ayakları ve gitarıyla savaş aleyhine şarkılar söylüyordu.[11]
Dünya çapında yayılan isyan dalgası, coğrafyamıza 68’i Haziran ayında getirdi. 68 Haziran’ında başta İstanbul Üniversitesi ve İstanbul Teknik Üniversitesi olmak üzere Türkiye’nin üniversiteleri işgal ve boykot hareketleri ile sallandı.
Ekim ayında ODTÜ’ye sıçrayan işgal ve boykot dalgası artık öğrenci hareketlerine yeni bir çehre kazandırıyordu. Talepleri için üniversitelerini terk etmeyen öğrenciler kitlesel forumlar örgütlüyor, “boykot ve işgal komiteleri” kurarak iş yapıyor ve bu komiteleri “boykot ve işgal komiteleri konseyi” şeklinde örgütleyerek merkezileştiriyordu. Öğrenciler böylece üniversitelerine ve geleceklerine sahip çıkıyor, memleketin geleceğine damga vuracak bir mücadelenin taşlarını döşüyorlardı. Üniversite öğrenci hareketlerine kazandırılan bu yeni çehre, günümüz öğrenci hareketlerine tutulmuş bir ışık, çizilmiş bir yoldur. İşte bugün de iktidarın bölünme tasarısına karşı fakültelerini ve meydanları dolduran öğrenciler üniversitelerine sahip çıkarken aynı zamanda üniversitelerin talan edilmesine karşı halkın hakkını ve çıkarlarını savunmalıdır.
1968 öğrencilerinin içinde yanan devrim ateşi, sadece üniversiteyle sınırlı değildi elbette. Üniversitelerine layıkıyla sahip çıkan öğrenciler, aynı zamanda memleketlerine de sahip çıkmayı bildiler. Amerikan 6. Filosuna Gümüşsuyu yokuşunu dar ederek, binler olup NATO’ya ve emperyalizme karşı meydanları doldurdular. 6. Filoyu Dolmabahçe’den denize dökecek kadar ileri giden 68’liler, bu yılın ertesinde, 6 Ocak 1969’da Türkiye’ye büyükelçi olarak atanan Vietnam Savaşı’nın ünlü işkencecisi Robert Komer’in aracını ODTÜ’de ters çevirip ateşe verdiler. Bu eylemin ardından yedi öğrenci hakkında tutuklama kararı çıktı, fakat bu karar öğrencileri sindirmeye yetmedi. Tutuklama kararının ardından 3 binden fazla ODTÜ öğrencisi savcılığa dilekçeler ile başvurarak kendilerinin de yakma eylemine katıldıklarını bildirdi. Emperyalizme karşı bu kararlı duruş, NATO’nun kan gölüne çevirdiği Ortadoğu’da bugün hepimiz için ilham kaynağıdır.
1968 yılında öğrenci hareketinin başını çeken devrimciler, yüzlerini devrime dönerek mücadele ettiler. Deniz Gezmiş ve arkadaşları bizzat Filistin’e gidip direniş kamplarında bulundular. Siyonizm’e sözde değil, pratikte karşı durdular. Sinan Cemgil ile yoldaşları Kürecik’teki ABD üssünü basmaya giderlerken katledildiler.
Kızıldere, Vartinik ve daha nicesi yaşandı…
Bu tabloda 50. yılında ‘68’in derslerini çıkartmak, söz konusu tarihsel mirasa devrimci mücadeleyi yükselterek sahip çıkmanın yegâne yoluyken; olup da bit(mey)en bizlere, Søren Kierkegaard’ın, “Yola çıkmak kaygıyı çoğaltmaktadır; yola çıkmamaksa kendini kaybetmektir,” uyarısını anımsatıyordu.
MAYIS(IMIZ)
“İsyanlar boşuna hep baharlarda çıkmaz. Ve ‘kötüler’ bahardan boşuna korkmaz… Yasakları ve yasaları hiç umursamadan; kendi içinizde ya da dışınızda dünyalar yıkıp dünyalar kurabilirsiniz,”[12] diyen Mine Söğüt’ün vurgusundaki üzere isyankâr bir bahardır Mayıs(ımız)…
‘68’in başlangıcı o yılın Mayıs ayıysa da; başkaldırının ilk kıvılcımı 11 Nisan 1968’de Rudi Dutschke’nin (“Kızıl Rudi” ) Berlin’de bir faşist öğrenci tarafından kurşunlanması üzerine Almanya’nın çeşitli kentlerinde başlayan protestolardı.
2 Haziran 1965 seçimlerinden 9 gün sonra, 11 Haziran günü Ankara Dil, Tarih ve Coğrafya ve İstanbul Hukuk fakültelerinde arka arkaya boykot başlatıldı… Ünlü fotoğraf… Üniversiteli gençler sloganlar haykırarak İstanbul Üniversitesi rektörlük binasına doğru ilerliyor. Ön planda, hapisten yenilerde çıkan Deniz Gezmiş’i, Enver Nalbantoğlu’nu seçiliyor. O ana kadar devrim stratejisi konusunda farklı çizgideler… Ama yeni dinamikler artık Sosyalist Devrim’cilerle Milli Demokratik Devrim’cileri daha uzun ve engebeli bir mücadele yolunda bir araya getiriyor.
68 isyanının eğitim boykotu aşaması 25 Haziran’da sona erdi…
Öğrenci hareketi artık “Ordu-Gençlik elele”yi aşmaya yöneliyordu.
Sarı sendikacılık oyunlarına karşı İstanbul’da Derby Lastik fabrikasını işgal ediyordu işçiler. İşgalin ikinci günü İstanbul Teknik Üniversitesi İşgal Konseyi oradaydı. Harun Karadeniz işçilere sesleniyordu:
“Bu halkın evlatları olan bizler, halka dönük düzeni kurana dek çalışacağız. Bugün burada sizin yanınızdayız. Gerektiğinde yine geleceğiz ve her hareketinizde sizinle beraber olacağız!”
İşçiler 15-16 Haziran 1970’de İstanbul’u üç koldan işgal ediyor, 68 öğrenci direnişi kitlesel işçi direnişine bağlanıyordu.
Ritim hızlanıyordu. Sıkıyönetim… OYAK’ta sermayeyle bütünleşen ordu artık işçiye ve gençliğe karşı net tavır koyuyordu. 12 Mart’ın kaldırım taşları döşeniyordu…
Aslında bu sürecin başı 68 de değil, daha gerilere, çok gerilere uzanıyor… Türkiye 68’inin, önce Almanya’da başlayıp sonra Fransa’ya, diğer Avrupa ülkelerine ve ABD’ye yayılan öteki 68’lerden farkı da galiba burada.
68 bir başkaldırıysa, köhnemişi reddedip yeniyi aramaksa, yeni insan yaratma aşkıyla tutuşup yanmaksa, bunun kıvılcımları daha gerilerde çakıyor…
Emperyalizm ve militarizmin hizmetindeki TBMM genç devrimcilerden intikam almakta gecikmiyordu… 9 Ekim 1971’de 15 genç devrimcinin THKO davasında idama mahkûm edilmesiyle başlayıp 6 Mayıs 1972’de Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan’ın idam edilmesiyle noktalanan yedi aylık süre, Türkiye sosyal ve siyasal mücadeleler tarihinde en acılı, ama acılı olduğu kadar da devrimci özverinin ve yiğitliğin en çarpıcı örneklerinin verildiği dönemlerden biriydi.
15-16 Haziran 1970 işçi direnişi karşısında ilk kez açıkça burjuvazinin yanında yer alan, Mayıs 1971 kitlesel tutuklamalarıyla sınıfsal tavrını daha da netleştiren Ordu, özellikle 30 Kasım 1971’de Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, Ziya Yılmaz, Cihan Alptekin ve Ömer Ayna’nın askeri hapishaneden kaçmasından sonra insan avına, işkenceye ve hukuk dışı yargılamalara daha da hız veriyor.
30 Mart 1972 Kızıldere katliamı bu hunharlığın doruk noktası…
37 gün sonra Meclis çoğunluğu, üç gencin idam sehpasına gönderilmesini onaylayarak bu hunharlığa sahip çıkıp, ordunun cürmüne resmen ortak oluyor ve son sözlerinde, “Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği” diye haykıran Deniz’le Yusuf ve Hüseyin 6 Mayıs 1972’de idam sehpasında katlediliyordu.
Ve de Diyarbakır Zindanı’nda dört ay işkenceye tabi tutulduktan sonra 18 Mayıs 1973’te katledilen İbrahim Kaypakkaya da onlar gibi ölümsüzleşiyor…
“Mayıs şehitlerinin takipçileriyiz”[13] denilen ve bahar aylarının güneşin sıcaklığıyla yaza evrildiği, sevginin, aşkın, direnişin, öfkenin zirveye çıktığı ayıdır Mayıs. Ama ne yazık ki, diğer yandan Mayıs ayı zulümlerin, katliamların da bolca olduğu bir aydır.
Bu ay, Sabahattin Ali’nin, “mayıs ayların gülüdür/ taze bir çiçek dalıdır/ içerim ateş doludur/ mayıs’ta gönlüm delidir/ yeşil dağlara göçülür/ kızıl şaraplar içilir/ yarim dökülür saçılır/ mayıs’ta gönlüm delidir,” dizeleriyle betimlenen bu kesitte aklımıza hemen 1 Mayıs 1977’de Taksim’de katledilenlerimiz gelir. O gün Taksim meydanında yüz binlerce işçinin, emekçinin üzerine otel odalarından, resmi binalardan ve plakasız araçlardan yüzlerce mermi sıkıldı. O gün Taksim’de 30’u aşkın canımız alındı.
Mayıs ayı denince aklımıza 4 Mayıs 1937 de Bakanlar Kurulunun Dersim Soykırımı (Tertele) kararı ve bu kararın uygulanması sonucu 1937-1938’de Dersim’de katledilen genç, yaşlı, kadın, çocuk onbinlerce can gelir. Seyit Rıza ile yoldaşları, binlerce hizmetçi veya evlatlık verilen çocuk, başka şehirlere sürgüne yollananlar gelir.
Evet, şairin dediği gibi Mayıs ayı güllerin ayıdır. Mayıs aylarında sayısız kızıl gülümüzü yitirdik. 6 Mayıs 1972’de Karşıyaka’nın üç gülünü, Deniz, Yusuf ve Hüseyin’i yitirdik.
Mayıs ayı denince Kürt yurtsever hareketinden Haki Karer’i anımsamamak mümkün mü?
Ya 13 Mayıs 1980’de Karakoçan’da ölümsüzleşen Ermeni devrimci Armenek Bakırcıyan (Orhan Bakır)?[14]
1982 Mayıs ayının 17’sinde Diyarbakır zindanında 12 Eylül işkencelerini, zulmünü ve ihanetini protesto etmek için bedenlerini ateşe veren Ferhat Kurtay, Eşref Anyık, Necmi Üner ve Mahmut Zengin’ yani her biri bir ateş topuna döndüğü dörtleri unutmak mümkün mü?
Sonra 18 Mayıs 1973’te Diyarbakır zindanlarında 68’in sembol isimlerinden İbrahim Kaypakkaya. O, işkence altında 3.5 ay boyunca direniş destanları yazarak, ser vermek pahasına sır vermeyerek, “Esasen biz komünist devrimciler, prensip olarak siyasi kanaatlerimizi ve görüşlerimizi hiçbir yerde gizlemeyiz. Ancak örgütsel faaliyetlerimizi örgüt içinde bizimle beraber çalışan arkadaşlarımızı ve örgüt içinde olmayıp da bize yardımcı olan şahıs ve grupları açıklamayız. Ben buraya kadar anlattıklarımı samimiyetle inandığım Marksist-Leninist düşünce uğruna yaptım ve sonuçtan asla pişman değilim. Ben bu uğurda her türlü neticeyi göze alarak ve can bedeli bir mücadeleyi öngörerek çalıştım ve neticede yakalandım. Bir gün sizin elinizden kurtulursam yine aynı şekilde çalışacağım,” diyen TKP-ML önderiydi.
Sonra 31 Mayıs 1972’de Nurhak’da Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan…
Ve 31 Mayıs’ta Haziran/ Gezi İsyanı ile başlayan süreçte Abdullah, Mehmet, Ethem, Medeni, Ali İsmail, Ahmet, Hasan Ferit ve Berkin Elvan’ın yıldızlaşarak aramızdan ayrılmaları gelir.[15]
Nihayet Paris’te 18 Mart’ta başlayan Paris Komünü, -baharı boyunca- iki ay iktidarda kalan 28 Mayıs 1871’de barikatlarda dövüşerek, düşmüş ve insan(lık)a müthiş bir umut armağan etmişti…
1971’İN ÖZELLİĞİ
1971, yasallığa teslim olmuş reformizme “Hayır” diyen ihtilalci bir hareketti, silahı ve siyaseti örgütleyen devrimci eylemdi.
Ancak tek özelliği bu değildi…
“68’liler, o kuşağı oluşturan gençler okullarının en parlak talebeleriydiler; müzikle, sanatla, edebiyatla, tiyatroyla içli dışlıydılar; vurulup öldürüldüklerinde üzerlerinden bir parça yiyecek ve birkaç kitap çıkıyordu. İdama giderken Rodrigo’nun gitar konçertosunu dinlemek istiyorlardı.”[16]
Bunun yanında “Şiirimizde, a-politik ve bireyci bulunan, bazı keskinler de daha ileri gidip burjuva şairi, diye yaftalamaya kalkıştıkları İkinci Yeni şairlerinden, onun ana sütunu olarak nitelenen Edip Cansever ile Turgut Uyar THKP-C’ ye düzenli aylık para yardımı yapmışlardı. Ayrıca Cemal Süreya, İlhan Berk, Ece Ayhan şiirleriyle 71 hareketinin Nâzım Hikmet, Ahmet Arif ile beraber en fazla sevip okuduğu şairler oldukları, sır değildi.[17]
Bu arada Mahir Çayan’ın şair olduğunu bilir misiniz; “Güneşi batmayan bir ada/ Ben ne şuralıyım, ne buralıyım/ Adalıyım… Adalıyım,” dizeleriyle…
Eşi Gülten Çayan atletti: 400 metrede milli takım seviyesinde bir koşucuydu…
Hüseyin Cevahir edebiyat eleştirmenliğine Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde başladı. Şiir de yazdı. Tunceli Alevî Dedesi torunu Hüseyin Cevahir, Rolling Stones dinlemeyi de çok severdi. SBF’nin en çalışkan öğrencisiydi; “devrimci başarılı olmalıdır” diyordu hep arkadaşlarına. Dürbünlü silahla hedef alınarak öldürüldüğünde 26 yaşındaydı.
SBF’nin efsanevi hocalarından Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya, derslerinden hep tam not alan Cihan Alptekin’i yakından tanımak için evine davet etti. “Laz uşağı” Cihan yaşasaydı belki önemli anayasa profesörlerinden biri olacaktı. Öldürüldüğünde 25 yaşındaydı.
Dersim’de yakalanıp işkenceyle katledilen İbrahim Kaypakkaya’nın elinden; Varlık, Papirüs, Soyut, Türk Dili gibi edebiyat dergileri düşmezdi. Türk dilinin yapısını, sözcük hazinesini, şiirdeki gücünü ve müzikalitesini araştıran şair Kaypakkaya öldürüldüğünde sadece 24 yaşındaydı.
Futbolu severlerdi kuşkusuz… Devrimci Öğrenciler Birliği’nin tümü Beşiktaşlı’ydı. 68’lilerden futbol takımı kurulsa Deniz Gezmiş ilk 11’e mutlaka alınırdı. Deniz’in ayrılmaz parçası Cihan Alptekin de… Mahir Çayan ise kesin teknik direktör; çok sevdiği futboldan iki bacağına takılan platin çubukları nedeniyle erkenden koptu. Deniz Gezmiş sahada kesin hakemi kandırmaya çalışırdı.
Onun mizahçı yönü bilinmeden Deniz Gezmiş portresi yazılabilir mi? Beyaz at üstünde ODTÜ yurdunda kız arkadaşına serenat yapan bir romantikti o. İdam edildiğinde henüz 25 yaşındaydı. Aşkı da yaşadılar doyasıya…
Sevgilisini son bir kez daha görmek için saklandığı evden çıkan ODTÜ’lü Koray Doğan, sırtından yediği polis kurşunuyla sevgilisinin evinin önünde can verdi. O da 25 yaşındaydı. O kuşak 1 kişiyi bile öldürmedi; ama tam 43 can verdiler.
Oysa… Okul koridorlarında gazoz kapağıyla futbol oynayan bir kuşaktı onlar. Sanmayın ki fasulyesine poker ya da blöflü pişti oynamadılar? Sanmayın ki kolalı votka içmediler? Ya da rakı? Emel Sayın konserine gitmediklerini mi düşünüyorsunuz? Muhammed Ali, Joe Frazier’e yenildiğinde üzülmediklerini mi sanıyorsunuz? Ya da hiç küfür etmediklerini mi? En güzelini de bir ağız dolusuyla Deniz Gezmiş ederdi. Ve yine Deniz Gezmiş her fırsatta en sevdiği türküyü söylemez miydi: “Ne ağlarsın benim zülfü siyahım/ Bu da gelir bu da geçer ağlama/ Göklere erişti feryadım ahım/Bu da gelir bu da geçer ağlama…”
Delikanlıydılar. İdealisttiler. Devrimciydiler. Bozulmamış saf bir kuşaktı onlar. Kızıldere’de katledilen Kazım Özüdoğru gibi, “halka inmeyi” ayakkabı boyacılığı yapmak sanıyorlardı. İşten atılan Çorumlu belediye işçileri için yürüdüler. Kürtler için de yürüdüler; Kürtçe slogan atıp, Kürtçe şiirler okudular. Varto Depremi nedeniyle kan bağışı kampanyası düzenlediler. Azgın Zap Suyu’na köprü inşa ettiler. Pancar, tütün, fındık, haşhaş mitingleri yaptılar.
Mahkemedeki savunmaları sırasında, Mevlana resmi çizip altına “Ben İnsanım” yazıp hâkime gönderecek kadar bu ülke değerlerine inanan bir kuşaktı.
Resimden, edebiyattan gelmişlerdi. Ellerinden kitap düşmedi hiç. Nice yazarlar çıkarmaları boşuna değil…
İBRAHİM KAYPAKKAYA
İbrahim Kaypakkaya, bu süreç ile Maoist Kültür Devrimi’nin senteziydi.[18]
Çapa’dan bir arkadaşının, Celal Temel ifadesiyle “İbrahim, müthiş zekâsı ve ışıltılı yüzüyle pırıl pırıl bir Anadolu çocuğuydu. Benden bir yıl sonra (1965’te), Ankara Hasanoğlan İlk Öğretmen Okulu’ndan Çapa’ya gelmişti. Onu Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’nun meşhur çinili ders çalışma salonunda tanıdığımda, ikimiz de fizik bölümü öğrencisiydik. Çalışma masamız yan yanaydı. Çok okuyordu. Okudukları fizik dersinden çok, sol yayınlar, Marksist klasiklerdi. Günün koşullarında, okuduklarını biraz saklayarak ve adeta yutarak okuyordu. Ders çalıştığı ve fakülteye gittiği pek görülmezdi. Ama ilk dönemlerde fakültede asılan not listelerinin tepesinde görürdük onu. Notları 100 üzerinden 80’nın, 90’nın üzerindeydi. Dahi denilecek derecede zekiydi. Sarı benizli, ufak cüsseli, hafif mavi gözlü, derin bakışlı, sakin, kararlı, mütevazi bir Anadolu çocuğuydu. Sürekli gülümsemesiyle dikkat çekiyor, bilgisiyle çevresini etkiliyordu. Masasından, önceleri “Yön”, sonraları “Devrim”, “And” ve “Türk Solu”(bu günkü dergi gibi değil!) gibi dergiler eksik olmazdı. Okurken, çalışırken sürekli onu izliyordum. Kısa zamanda, Çapa’daki sol grubun teorisyeni ve lideri oldu.”[19]
25 yıllık ömrüne uzun soluklu bir devrim maratonu, soluksuz bir mücadele ve işkencelere karşı destansı direnişler sığdıran İbrahim Kaypakkaya işkence ile katledilmesi üzerinden 45 yıl geçti.
Türkiye Komünist Partisi/Marksist-Leninist TKP/ML kurucusu olan ve 1968 Türkiye devrimci rüzgârı içerisinde yer alan öncülerden biriydi.
1949 yılında doğup, ilkokulu akrabalar ve tanıdıkların yanında çevre köylerde okuyan İbrahim Kaypakkaya, Hasanoğlan Öğretmen Okulu’nu kazandı. Okulun son sınıfında Yüksek Öğretmen Okulu’nu okumak üzere İstanbul’a gitti. İstanbul Üniversitesi Matematik-Fizik Bölümü’nü kazandı.
İstanbul’daki Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’na ve aynı zamanda İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi – Fizik Bölümü öğrencisi olan Kaypakkaya, sol düşüncelerle burada tanıştı. Mart 1968’de Çapa Fikir Kulübü’nün kurucuları arasında yer aldı. Bu yıllarda kendini politik mücadeleye bütün varlığıyla verdi. Toprak işgali eylemlerine ve grevlere destek verdi. Yazılar yazdı, konuşmalar yaptı. Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun Çapa Şubesi’ni 6 arkadaşı ile birlikte kurdu.
Çapa Fikir Kulübü’nün başkanı olan Kaypakkaya, 6. Filo’ya karşı bildiri yayınladığı gerekçesiyle Kasım 1968’de okuldan atıldı. FKF ve TİP içinde ortaya çıkan ayrışmada Millî Demokratik Devrim (MDD) tezini savunan kesimde yer aldı. Sol hareket içinde o dönem yaşanan ayrışmada (çıkardıkları dergilerin kapak renklerinden dolayı Kırmızı Aydınlık-Beyaz Aydınlık deniyordu) Beyaz aydınlık (Proleter Devrimci Aydınlık: PDA) saflarında yer aldı.
1972 yılına kadar PDA (TİİKP) saflarında çalışan Kaypakaya, Doğu Perinçek ve çevresinin saptırımcı (revizyonist) ve fırsatçı (oportunist) olduklarını iddia ederek ayrıldı. Ayrılık sonrasında TKP/ML TİKKO’yu kurdu. Kaypakkaya, Kürt sorunun da şovenist çizgiden ayrılan ilk öncülerden biri oldu.
PDA’nın “halk savaşı” söyleminin laf kalabalığından başka bir anlam ifade etmediğini öne sürerek iktisaden geri, devletin hâkimiyetinin zayıf olduğu ve tarihsel bakımdan isyan hareketlerini desteklemeye elverişli bölgelerde siyasal çalışmalarını yoğunlaştırdı.
1971’de kaleme aldığı sosyolojik açıdan şaşırtıcı bölge raporları, onun derin gözlem gücünü ortaya koyması bakımından önemli metinler olarak tarihteki yerini aldı.
24 Ocak 1973’de Dersim/Çemişgezek ilçesi Vartinik köyü Mirik mezrasında etrafları sarılarak, pusuya düşürüldüler. Çatışmada TİKKO’nun ilk komutanlarından Ali Haydar Yıldız yaşamını yitirirken, Kaypakkaya yaralı olarak çatışma alanından uzaklaşır. Beş gün kadar dağda yaralı saklanan Kaypakkaya, yiyeceğinin kalmaması üzerine indiği köyde Cafer Atan isimli bir öğretmenin ihbarı sonucu yakalandı. Yaralıyken ayaklarının donması üzerine her iki ayağı kesilir.
İbrahim Kaypakkaya, Diyarbakır’da süren dört aylık sorgulama ve işkence (parmaklarının, ellerinin, ayaklarının kesilmesi gibi) sürecinden sonra 9 Mayıs 1973’te babasına sorgusunun bittiğini ve görüşmelerinde sakınca olmadığını belirtip, Çapa FKF ile ilgili hakkında açılan bir soruşturma için bazı belgeleri getirmesini istedi. Mahkemeye çıkartılmasına az bir zaman kala, görgü tanıklarına göre 16 Mayıs 1973’te son bir kez sorguya götürüldü ve 18 Mayıs 1973’te yapılan işkence öldürüldü.
3.5 aylık işkenceli sorgulardan sonra 18 Mayıs 1973’te Diyarbakır’da işkencede katledildi. Cesedi ailesine bir torbada teslim edildi. İşkencede “ser verip sır vermeme”nin devrimci simgesi oldu.
O müthiş komünist direngenliği kadar insan olan ve kalan İbrahim Kaypakkaya konusunda -ağabeyinin kendisine ilk olarak Gündoğdu Marşı ile Enternasyonel Marşı’nı öğrettiğini söyleyen- kardeşi Feride Ayata’nın, “Çok farklı bir çocuktu” vurgulu anlatımında müthiş ipuçları vardır:
“Abim Hasanoğlan Öğretmen Okulu’nda okuyordu. Sömestr tatili olduğu zamanlarda ağabeyim ile birlikte köyde okuyan 5-6 civarında çocukla beraber köye geliyorlardı. İbrahim’in arkadaşları giydikleri elbiseler ve yaklaşımları ile köylü kesiminden üstün olduklarını ima ederlerdi. Ama ağabeyimi biz hiç o takım elbiselerle gezdiğini görmedik. Köye geldiği zaman hemen okul üniformalarını çıkarır normal elbiselerini giyerdi. Bir diğer farklılığı ise köye gelir gelmez köyün en fakiri olan buzağıcı Hasan’ın evine gider onunla dayanışma içerisine girerdi…
Onun köyde en çok göze batan özelliği, üretime katkı sunmasıydı. Çünkü babam inşaat işçisiydi. Dolayısıyla annem ev ve tarla işlerinde yalnız kalıyordu. Ağabeyim bilirdi ki kendi gücüne ihtiyaç duyuluyor. Bilirdi ki bir kişi demek, birçok işin altından kalkmak demekti. Annemle beraber tarlalara giderdi. Buğday biçerlerdi. Anlayacağınız İbrahim ağabeyim küçük ömrüne binlerce anı sığdırdı…
Ağabeyim tarlalardaki insanlarla karşılıklı türküler söylerlerdi. ‘Hadi bir türkü söyleyin’ derdi. Ağabeyim en çokta ‘Burçak Tarlası’nı söylerdi. Onu çok severdi. Annemle yan yana gelir, anneme türküler, ezgiler söyletirdi. Annem hep hasret, acı, hüzünlü türküler söylerdi. ‘Ana hayata dair bir şeyler söyle. Niye hep kötü şeylerden dem vuruyorsun. Bak biz yanındayız, çocukların yanında. Hani eskilerden kalma halay makamları yok mu onları söyle’ derdi.”
Kaypakkaya’nın ders notlarının yüksek olmasından kaynaklı İstanbul Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’na geçtiğini ve orada mücadeleye aktif olarak başladığını belirten Ayata Kaypakkaya, “İbrahim Fikir Federasyonlarında aktif çalışmaya başlıyor ve ilk olarak Doğu Perinçek’le düşünce olarak ters düşüyor. Milli çizgide ilerliyor Doğu Perinçek. Ağabeyim kabul etmiyor bunu. Daha sonra Kürt meselesi üzerinden Kemalizm’e getirdiği eleştiriler yüzünden çok tepki alıyor İbrahim. Mevcut hükümet, düzen onun düşüncelerini çok tehlikeli bulurken, Türkiye solundan bazı gruplarda onun düşüncelerini tehlikeli buluyor” diye belirtti.[20]
Yine bir diğer kardeşi Ali Ekber Kaypakkaya’nın naklettiği üzere: “İnşaat işçisi bir babanın, ev işçisi bir annenin 6. çocuğuyum. Arada ölen birçoğunu saymazsak tabii. Çocukluğum hep maddi bakımdan sıkıntılar içinde geçti. Babam ilkokulu dışarıdan bitirmesine karşın bilge bir insandı. Annemin okuma/yazması yoktu. Dünyanın belki de en naif insanıydı.
Çocukluğumuzda, babam başucumuzda Yaşar Kemal’den, Fakir Baykurt’tan romanlar okur; romanlarda anlatılan öykülerin hayalleriyle uykuya dalardık. (Daha sonraları ablam bu görevi devraldı. Ben de çocuklarımın başucunda romanlar okudum). Okuma alışkanlığım hâlen devam ediyor.
Ev ahalisi kalabalıktı. Ankara’ya okumak için gelen halamın oğlu, ninem, 7 çocuk, anne, baba… derken curcunası hiç eksik olmayan bir ev. Ev ekonomisine katkı yapmak amacıyla henüz şebeke suyuyla tanışmamış bir gecekondu bölgesinde eşekle su taşıyoruz gecekondulara. Ayağımızda ayakkabı, sırtımızda giyecek düzgün bir kıyafetimiz bile yok. Annem, babam iyi bir tahsil görmemiz için çırpınıyorlar.
Bu yoksulluğun arasında 9 yaşındaki (benden 1.5 yaş büyük) ağabeyim Kemal zatürreden öldü. İbrahim ağabeyim aranıyor. Ara sıra Ankara’ya uğradığında tebdil-i kıyafet geliyor eve. Zayıflamış, rengi solmuş… Polisler evi kontrole geliyorlar sık sık. Yolun hemen altındaki çeşmeden evlerine su götürmek için toplanan gecekondulu kadınlara, çocuklara soruyorlar: ‘Gelen giden var mı Kaypakkayalara?’ Gecekondulular susuyor.
Ocak ayındayız. Yıl 1973. Komşumuz Bahattin Amca alışılmadık bir ziyarette bulunuyor evimize. Babam işten eve yeni gelmiş; ‘Radyo’yu açın da akşam ajansını dinleyelim’ diyor. Bahattin Amca itiraz ediyor. Muhabbet etmek istiyor. Israr ediyor. Ağabeyimin yaralı yakalandığı haberini radyodan dinlemiş daha önce. Belli ki, duymasını istemiyor. Babam o gittikten sonra açıyor radyoyu; acı haberi duyuyor: ‘Ali oğlu İbrahim Kaypakkaya, Tunceli kırsalında yaralı olarak ele geçirildi.’ Babam ‘eyvah’ diyor, ‘keşke ölseydi, şimdi bin kez öldürecekler oğlumu’.
Günler hızla geçiyor. Aylardan Mayıs. Babam, ağabeyimin cenazesini getiriyor evimize, asker-polis konvoyu eşliğinde. Tepelere büyük projektörler kurularak evin çevresi aydınlatılıyor geceleri. Karanlıktan korkan ben, projektörlerle ışıl ışıl aydınlatılmış gecenin içinde dipsiz kuyulara sürükleniyorum sanki. Çocuk dünyam daha da çok kararıyor…
Samimi, sıcak, yüzünden gülümsemesi eksik olmayan birisiydi. Ölümüne sebep olan işkenceli sorgulara girmeden önce hastanede kesilen parmaklarının pansumanını yapan hasta bakıcı Zekeriya Amca da aynı şeyi söylüyor: ‘Ayak parmakları kesik, karyolaya kelepçelenmiş olduğu hâlde beni hep gülümsemeyle karşılardı’ diyor.
Köye gelir gelmez hemen işe koyulan, diğer okuyan çocuklar gibi kendini yüksekte görmeyen çalışkan bir insan. Siyasi yaşamında sert bir polemikci olmasına karşın son derece sevecen… Aşık olmayı, sevmeyi bir zafiyet olarak görmeyen biri.
Toplumun en alt kesimlerine, çobanlara, hamallara, ağır işçilere, topraksız köylülere ayrı bir sempatisi var. ‘Ellerinden öpülmesi gerekenler bunlar’ diyor.”[21]
Burada durup, “İbrahim Kaypakkaya, insanlığın komünizme doğru yürüyüşünün, ileri adımlarından birisidir” alt başlığında bir parantez açarak ilerleyelim:
“İbrahim Kaypakkaya, Türkiyeli devrimciler açısından genellikle birbirine zıtmış gibi görünen iki farklı başlık altında değerlendirilir. Bir kısmı İbrahim’i ‘ser verip sır vermeyen’ bir devrimci olarak tanımlarken, diğer bir kısmı onu Mao Zedung’un düşüncelerini kopya eden bir köylü devrimcisi olarak görür. Bu iki farklı bakış açısının kesiştiği ortak nokta, her ikisinin de İbrahim’i anlamaktan son derece uzak olmalarıdır.
İbrahim’i ser verip sır vermeyen yönü ile öne çıkaran bakış açısının temel sorunu, İbrahim’i yalnızca işkencedeki tutumu ve direnişi ile yücelterek, onu bu yönü ile kahramanlaştırmasıdır. İbrahim’in yalnızca bu yönü ile öne çıkarılması, ister istemez onun bütünü ile anlaşılmasını güçleştirdiği gibi uğruna serinden geçtiği sırrın da üzerini örter.
Diğer bakış açısı ise Mao Zedung’a dair olumsuz değerlendirmelerden yola çıkıp, İbrahim’in fikirlerini ve eylemlerini küçümseyerek gözardı eder. Böylece İbrahim’in komünist niteliği hem olumsuzlanan Mao dolayımıyla, hem de uvyerist (işçici) bir yaklaşımla değersizleştirilir.
Dolayısıyla İbrahim’i kendi gerçekliği içinde değerlendirebilmek adına öncelikle bu iki bakış açısı ile hesaplaşılması gerekiyor. Çünkü her ikisi de İbrahim’i egemenler açısından tehdit edici olmaktan çıkartıyor. İbrahim’i kahramanlaştırıp bir ikona dönüştürmek ya da küçümseyip görmezden gelmek arasında sistem açısından tehlikeli bir fark bulunmuyor.
Oysa, İbrahim bu coğrafyada, kapitalist sistem açısından dönemin en tehlikeli komünisti olarak görülüyordu. Böyle görülmesinin temel sebebi ise Lenin’in ‘devrimci teori olmadan, devrimci pratik olmaz’ sözünü, kendi özgünlüğünde gerçekleştirmeye başlamış olmasıdır. Bu özgünlük İbrahim’in komünist niteliğini Kemalizm ile barışık olarak değil, onun dışında ve karşısında inşa etmesine dayanır. Kemalizmin sınıfsal niteliğinin analizine yönelik çalışmaları, İbrahim’in teorik açıdan pek konuşulmayıp, üzerinin örtülmesinin de temel bir nedenidir. Özellikle İbrahim’i yukarıda bahsedilen iki bakış açısından herhangi biriyle değerlendirmekte ısrar edenler, bu nedenle onun fikir ve eylemlerinin görmezden gelinip, hasır altı edilmesine de ister istemez katkıda bulunurlar.
İbrahim, Kemalizmin karakterinin analizinden hareketle Kürt Ulusal Sorunu’nu, TKP’nin revizyonist tarihini, Dersim Katliamını ve başta Ermeni ve Rumlar olmak üzere tüm halkların maruz kaldığı kırım ve baskı politikalarını deşifre ederek bu meselelere dair süren sessizliği bozdu… Özellikle Büyük Proleter Kültür Devrimi ile dünya çapında yaratılan devrimci dalga İbrahim’in TC’nin resmi tarih ve ideoloji ile hesaplaşabilmesinin zeminini hazırlamıştır.
İbrahim’in Mao’yu taklit eden, basit bir köylü devrimcisi olarak ele almak, onun bulunduğu her bölgeyi analiz etmesinin ve oradaki yerel halkla devrimci mücadelenin kuvvetlenmesine yönelik ilişki geliştirmesinin sebeplerini anlamaktan da uzaktır. Gerçeklik şudur ki, İbrahim’in teorisi gibi pratiği de devrimcidir ve komünist bir içeriğe sahiptir.
Dolayısıyla İbrahim’in uğruna serinden geçtiği sırrın hakikâti, TC’nin esas dayanaklarına vurulan devrimci darbelerin şiddetiyle örülüdür. Bu şiddetin, egemenler açısından ne kadar sarsıcı görüldüğünü, İbrahim’in parça parça edilerek katledilmesine yol açan öfkeden anlaşılıyor.
Bugün komünist bir devrimci hareketin zayıf kalmasının en önemli nedenlerinden biri olarak İbrahim’in yeterince tanınmaması ve anlaşılmaması gösterilebilir. Kimilerince bu iddia abartılı olarak değerlendirilebilir. Fakat İbrahim’in mücadele hayatı ve teorik yazıları devrimci bir ciddiyetle incelendiğinde görülecektir ki, İbrahim bugün politik gündemi belirleyen temel meselelerin birçoğunu 18 Mayıs 1973 tarihine kadar ele almıştı. Bundan dolayıdır ki Kemalizmin putlarını kıran İbrahim Kaypakkaya, açığa çıkmayı bekleyen bir hakikât olmaya hâlâ devam ediyor!”[22]
Çünkü İbrahim Kaypakkaya; Denizler, Mahirler ile birlikte coğrafyamızın sınıf mücadelesi tarihinde devrimci bir sıçramanın, ihtilalci sosyalizmin önderlerinden birisi olarak; parlamentarist ve cuntacı girişimlerden kökten bir kopuşun simgesiydi.
Bu bakış açısını Kemalizm tespitlerinde görebilmek olanaklıdır. O, Kemalist rejimin sadece ezilen halk sınıf ve tabakalarına değil ülke sınırları içinde yaşayan diğer milliyetlere karşı da amansız bir baskı uyguladığını ifade ederek milli meselede de radikal bir kopuşa imza attı.
“Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkını” sosyalist devrim sonrasına erteleme veya ona bağlama anlayışını, sol hareketin büyük bir bölümünü karşısına alma pahasına kıyasıya eleştirdi. Burjuvazinin ve toprak ağalarının, Rum ve Ermeni toprakları ile varlıklarına el koyarak palazlandığına da dikkat çekti.
Bu radikal çıkışlar, devletin dikkatini bu hareketin üzerine yoğunlaştırmasına yol açtı. Kurduğu siyasi parti, dönemin MİT raporlarında en tehlikeli Marksist-Leninist siyasi örgüt olarak değerlendirildi.
Ölümünden sonra yazıları ‘Seçme Yazılar ve Yayınlanmamış Yazılar’ başlığıyla toparlansa da, THKP-C ve TKP üzerine incelemeleri içeren yazıları ise kayboldu.
İyi de İbrahim Kaypakkaya’dan bizlere kalan miras ne midir?
i) Kemalizm ve ulusal sorunu ele alış biçimi; ii) İşkencelerdeki direniş ve cesareti; iii) Keskin gözlem ve analiz gücü, parlak zekâsı, destansı çalışkanlığı ve üretkenliği ve iv) Öğretici komünist duruşudur.
O hâlde “Önümüzde çetin ama şanlı mücadele günleri var, sınıf mücadelesinin denizine bütün varlığımızla atılalım! Bu mücadelede kahraman işçi sınıfımıza, fedakâr ve çilekeş köylülerimize, yiğit gençliğimize sonsuz bir güven duyalım,” diyen İbrahim Kaypakkaya’nın bugün hâlâ tartışılıyor olmasının kökeninde de bu miras(lar) yatmaktadır zaten; hem de ‘Ser Verip Sır Vermeyen Bir Yiğit’indeki, halka bağlılık ve inancın karşısında işkencenin gücünü yitirişini seslendiren Nihat Behram’ın, o döneme ışık tutan satırları, 40 yıl önce yazılan yapıtı[23] 25 yıl sonra tekrar yasaklandığı gibi…
YAŞIYOR(LAR), YAŞAYACAK(LAR)
‘68’in 50. sene-i devriyesinde “Onlar öldü. Peki biz yaşadık da ne oldu?”[24] Ya da “Hangi ölüler bu kadar canlı?”[25] soruları orta yerdeyken; bugün(ümüz)de William Blake’ın, “Arzulayıp da eylemeyen hastalık üretir,” uyarısını anımsamamak mümkün mü?
Eric Fassin’e göre, “siyaseti siyasetsizleştirme”yi düstur edindiği[26] lanetli bir kesitten geçerken; ‘68 Hareketi, ‘71 çıkışı ile Mayıs(ımız) ve İbrahim Kaypakkaya gerçeğini anımsamak “olmazsa olmaz”dır.
Eğer bu “olmazsa olmaz”lığa “es” geçmişsek; gerçeği görmemiz mümkün değildir. Zaten gerçeği görmemenin nedeni – gelecek şimdiki zamanda biçimlendilirken- yeterince cesur olamayışımız değil de nedir ki?
Bilirim: Tarih tekerrür etmez. İnsan(lar), olması gerek (ideal) ile olası (reel) ikilisi arasında gidip gelirlerken; Georg Wilhelm Friedrich Hegel, ‘Zeit Geist/ Zamanın Ruhu’ diyalektiği ile “tarihi görünmez bir Ruh’un inşa ettiğini” savunur.
Karl Marx ise, “Hegel’in Geist (mistik ruh) felsefesi tersinden okunmalı” (1848), diyerek, “Tarihi yapan Zeit Geist değil, Zeit Geist’ı yaratan, üretim ilişkileridir,” gerçeğine işaret eder.
Michel Foucault’nun, “Yaşamın ve çalışmanın temel yönelimi, başlangıçta olmadığınız başka biri hâline gelmektir,” diye tarif ettiği üretim ilişkileri de, onları değiştirmek de bir sınıf mücadelesi meselesidir.
Tarihin bizlere bir kez daha hatırlattığı buyken; “Yeryüzünde hiçbir şey insana hiçlik kadar baskı yapamaz,” diyen Stefan Zweig’ın vurgusu eşliğinde anımsayın:
Hayat ne uyandığımızda hayra yoracağımız bir düş, ne de çocukken kurduğumuz hayaller gibidir. Kocaman bir kara kutudur hayat. Acısıyla tatlısıyla her şey orda saklıdır…
İnsan ise umuduyla vardır orada.
Günler acının, hüznün kıskacında olsa da umut her dem yanı başımızdaysa tüm soru(n)lar, tüm zorluklar bize vız gelir…
Tarifi zor zamanlarda gelir. Tüm yollar kapanmış, yöntemler çuvallamış olsa da tam o zamanlarda gelir. Ne aklın kısır döngüsü ne duyguların ufuk çizgisi sınırlayamaz onu. Bir sevdiğinizin yanağınıza kondurduğu bir öpücük gibi… Gelir dağıtır başımızda dolaşan kara bulutları. Gelir çalar yüreğimizin kilitli kapısını…
Ömrüne cinnetler sunduğumuz hayat bir karanfil uzatır gibi hep bir umut sunar bize. Şairin dediği gibi; “Sen o karanfile eğilimlisin/ Alıp sana veriyorum işte/ Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel./ O başkası yok mu bir yanındakine veriyor/ Derken karanfil elden ele.”[27]
‘68 Hareketi, ‘71 çıkışı ile Mayıs(ımız) ve İbrahim Kaypakkaya gerçeği, “karanfilin elden ele” nasıl çoğaldığını anımsatır ve nasıl çoğaltılacağını öğretir insanlara…
12 Mayıs 2018 15:48:28, İstanbul.
N O T L A R
[*] 13 Mayıs 2018’da İstanbul PSAKD Alibeyköy Cemevi’nin ‘Bahar Şenliği’nde yapılan konuşma… 26 Mayıs 2018’de Partizan’ın ‘50. Yılında ‘68 Hareketi, ‘71 Devrimci Çıkışı ve Kaypakkaya’ başlıklı Sempozyumu’nda yapılan konuşma…
[1] Murathan Mungan.
[2] Friedrich Engels, Doğanın Diyalektiği, Çev: Arif Gelen, Sol Yay., 1970.
[3] Rahmi Öğdül, “Geçmişe Dalmak Tehlikelidir”, Birgün, 16 Mart 2018, s.15.
[4] “Geçmişimizin olduğu kadar kendimize layık gördüğümüz geleceğin de çocuğuyuz. Öyle ki çoğu kez, önümüzdeki seçenekler arasındaki tercihlerimizi belirleyen bu etken, geçmişin kalıntılarını da temizleyerek, başlangıçta bulunmayan yepyeni sonuçlara yol açabilir… Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Mahir Çayan ve İbrahim Kaypakkaya gibi isimlerle simgelenen ve onlarla beraber ‘yeni bir dünya’ için mücadele eden bütün bir devrimciler kuşağı, hiç kuşkusuz 60’lı yılların devrime doğru gittiği duygusu veren dünyasının, ama aynı zamanda bu yeni dünyanın nasıl bir şey olabileceğine dair kendi tasarımlarının da çocuklarıydı.” (Aydın Çubukçu, “Geleceğin Gücü”, Birgün Pazar, Yıl:14, No:530, 7 Mayıs 2017, s.12.)
[5] Memet Baydur, Toplu Oyunları-1 (Doğum/ Limon/ Yalnızlığın Oyuncakları/ Kadın İstasyonu), Mitos Boyut Yay., 1993.
[6] Rollo May, Kendini Arayan İnsan, Çev: Kerem Işık, Okuyan Us Yay., 2013, s. 147-153-164.
[7] Ronald Fraser, 1968-İsyancı Bir Öğrenci Kuşağı, Çev: Kudret Emiroğlu, Belge Yay., 1988.
[8] San Francisco’da (North Beach), Güney Kaliforniya’da (Venice Beach) ve New York’un Greenwich Village mahallelerinde 1950’lerde birbirlerinden neredeyse bağımsız bir grup bohem sanatçı, ortak bir dil bularak sosyal ve edebi bir hareket başlattılar. ‘Yorgun’, ‘yıpranmış’ anlamına gelen ‘beat’ asi bir neslin kendini nasıl hissettiğini iyi ifade ediyordu. Daha sonraları ‘beat’, kalp atışını yansıtan ritmik caz temposunu anlamına ekledi. Bunların yanı sıra, ‘neşe veren’, ruhsal olarak aydınlatan anlamını gelen ‘beatific’ sözcüğünü de anlam zenginleştirmek için kullanmaya başladılar, bu sayede şiirler daha derin bir felsefeye oturtulmuş oluyordu. Akımın öncülerinden Fransız-Kanada asıllı Jack Kerouac (1922-1969) İkinci Dünya Savaşı’nda ordudan şizofren tanısıyla ihraç edilmişti. Beat Hareketi’nin en tanınmış ismi Allen Ginsberg’di (Asuman Kafaoğlu-Büke, “Dünyaya Kafa Tutanların Hikâyesi”, Radikal Kitap, Yıl:10, No:538, 8 Temmuz 2011, s.10.)
[9] Diane Huddleston, Beat Kuşağı, Çev: Burcu Deniz, Sub Yay., 2016.
[10] Celal Üster, “Tüm İktidar Hayalgücüne!”, Cumhuriyet, 4 Mayıs 2018, s.12.
[11] Zeynep Oral, “Gençtik, Güzeldik, Dünyayı Değiştirecektik”, Cumhuriyet, 3 Mayıs 2018, s.13.
[12] Mine Söğüt, “İsyankâr Bahar”, Cumhuriyet Pazar, No:18, 6 Mayıs 2018, s.6.
[13] “Cemal Şerik: Mayıs Şehitlerinin Takipçileriyiz”, Gündem, 19 Mayıs 2016, s.11.
[14] “Armenak Bakırcıyan’da Hrant Dink ile birlikte Kaypakkaya’nın Ermeni halkına ilişkin yazdıklarını okumuş ve Kaypakkaya’cı TİKKO’ya katılmışlardı. ‘Milliyetçi/ırkçı tepkinin örgütsel çalışmalarına zarar vereceği’ kaygısıyla, Hrant, Fırat adını alırken, Armenek Bakırcıyan’ın mahkeme kararıyla Orhan Bakır adını alması Türkiye’nin/ Solu’nun trajik gerçeğiydi… Armenak, tutuklandığı İzmir Buca cezaevinden yoldaşları tarafından kaçırılacaktı. 1978’in 13 Mayıs’ında Elazığ-Karakoçan’da, bir eylem hazırlığı içindeyken polis tarafından katledilecekti. Vurulduğunda 23 yaşındaydı. Örgüt içerisinde inançlı, disiplinli, haksızlığa tepkili olduğu kadar arkadaşlarına karşı saygılı ve mülayim davranışlarıyla sempati uyandırmıştı. Cenazesi yoldaşları tarafından, polisin gömdüğü yerden alınarak, onun vasiyetine uygun bir şekilde bir zamanlar Ermeni atalarının yaşadığı Dersim/ Mazgirt’in yükseklerindeki Faraç tepesine defnedilecekti. Ermeni soykırımını anlamak mı istiyoruz, Armenaklar’a, Hrantlar’a bakmalıyız.” (Celalettin Can, “Mayıs’ta Toprağa Düşen Devrimcileri Unutmayalım!”, Gündem, 20 Mayıs 2016, s.14.)
[15] Erdal Yıldırım, “Mayısın Kızıl Gülleri”, 17 Mayıs 2017… http://eyildirim.de/index.php/280-mayisin-kizil-guelleri
[16] Ayşe Emel Mesci, “ ‘68’ Bir Ruh Hâliydi”, Cumhuriyet, 10 Mayıs 2018, s.14.
[17] Murat Bjeduğ, “Ulaş Bardakçı 44 Yıl Önce Bugün Öldürüldü: THKP-C’nin Kutup Yıldızı”, 19 Şubat 2016… http://t24.com.tr/yazarlar/murat-bjedug/ulas-bardakci-41-yil-once-bugun-olduruldu-thkp-cnin-kutup-yildizi,13921
[18] “İbrahim Kaypakkaya”, Politika, Yıl:4, No:50, 30 Nisan 2018, s.17.
[19] Celal Temel, “Okul Arkadaşım İbo”, 18 Mayıs 2016… [email protected]
[20] “Feride Ayata Kaypakkaya: Kürt Halkıyla Dayanışmaya Devam”, Gündem, 19 Mayıs 2016, s.11.
[21] Ali Ekber Kaypakkaya, “44 Yılın Ardından İbrahim”, 22 Mayıs 2017… http://noktahaberyorum.com/44-yilin-ardindan-ibrahim.html
[22] Ümit Ağgül, “Kızıl Bir Put Kırıcı: İbrahim”, 18 Mayıs 2016… http://direnisteyiz3.org/kizil-bir-put-kirici-ibrahim-umit-aggul/
[23] Nihat Behram, Ser Verip Sır Vermeyen Bir Yiğit, Everest Yay., 2015.
[24] Ahmet Tulgar, “Deniz Yusuf Hüseyin Hareket Eden İsimler”, Cumhuriyet Pazar, No:18, 6 Mayıs 2018, s.5.
[25] “Hangi Ölüler Bu Kadar Canlı”, Cumhuriyet Pazar, No:18, 6 Mayıs 2018, s.1.
[26] Eric Fassin, Popülizm: Büyük Hınç, Çev: Gülener Kırnalı-İlker Kocael, Heretik Yay., 2018.
[27] A. Hicri İzgören, “Karanfil Elden Ele”, Özgürlükçü Demokrasi, 15 Mart 2018, s.11.