İçinden geçtiğimiz dönemde, kriz, giderek derinleşiyor. Bu aslında, 2018 ile başlayan ekonomik krizin yükseliş sürecinden daha önce başlamış bir krizdir. 2018 Ağustosu’nda, kurlarda meydana gelen yükselme, sadece krizin daha da derinleşmesinin işareti idi. Bir nevî, “hasta”nın ateşinin yükselmesi idi. Yani, kriz öncesinden de vardı.
Kriz, gerçekte, 2008’de başlayan kapitalist sistemin genel krizinin de bir parçasıdır. Aslında 2008’de başlayan “finansal kriz”, gerçek anlamı ile salt finansal alanla sınırlı bir kriz değildi, hiç olmadı. Bu krizin ülkemize yansıması, giderek ağırlaşan bir fatura şeklinde gerçekleşti. Emperyalist merkezler, sistemin ana ülkeleri, elbette krizi sömürge ülkelere transfer etme mekanizmalarına sahiptirler. Bu krizin Türkiye’ye yansımaması ya da “teğet” geçmesi mümkün değildi, zaten öyle de oldu.
Ama aslında kriz, 2008 krizi, 1917 Ekim Devrimi’nden bu yana, ilk kez, “özgün” bir tarzda ortaya çıktı. 1917 Ekim Devrimi, gerçekte, emperyalist dünya içinde “paylaşım savaşı”nın biçim değiştirmesine neden olmuştur. Ekim Devrimi ile sistemden, kapitalist dünyadan kopuşun başlamış olması, tüm kapitalist-emperyalist dünyanın egemenlerinin, devrime karşı önlemler geliştirmeyi öncellemelerine neden oldu. SSCB’yi boğmak için birlik, öne geçti. Paylaşım savaşımları ise, bunun arkasına düştü. Asla ortadan kalkmadı ama arkaya düştü. Hitler faşizmi bunun en açık kanıtıdır. Hitler, tüm emperyalist ülkelerce desteklenmiş, dünya tekellerinin açık desteğini almıştır ve SSCB’yi boğmak için bir olanak olarak görülmüştür. Hitler’in SSCB’ye saldırısı, sadece Alman burjuvazisinin heveslerinin ürünü değildir. Tersine, tüm emperyalist dünyanın ortak hevesidir. İkinci Dünya Savaşı SSCB’nin zaferi ile sonuçlandıktan sonra, işler değişmeye başladı.
ABD, dünya emperyalist efendileri adına, öncü rol alırken, atom bombasını Japonya’ya attı. Bu, savaşın gidişatı açısından, ABD-Japonya savaşının gereği değildi. Daha çok, Kızılordu’nun Berlin kapılarına dayanmasını durdurmak için, Japonya’ya bomba atarak SSCB’yi durdurma girişimi idi. Ve gerçekten de işe yaramıştır.
ABD hegemonyası, daha önceden başlamış olsa da İkinci Dünya Savaşı sonrası tescillenmiştir. Bu tescilde, atom bombasının atılmasının katkısı önemlidir.
İşte İkinci Dünya Savaşı sonrasında, emperyalist güçler arasında, SSCB ve sosyalist devrimlerin boğulması daha da öne geçti. Bu nedenle, alttan alta süren emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımı daha da derinden sürmeye başladı. SSCB çözüldükten sonra, bu durum değişti. Paylaşım savaşımı, yeniden öne çıkmaya başladı.
İşte 2008 krizi, sadece derin bir kriz olmakla kalmıyor, dahası paylaşım savaşımının etkileri ile daha da derinleşiyor. Bunu görmek gerekir.
Yani kriz, paylaşım savaşımının gerekleri ve gerçekleri ile birleşiyor.
Aynı biçimde, ülkemizdeki kriz de, bu etkilerin altındadır.
2018’de kurların yükselmesi, TL’nin düşmesi ile ortaya çıkan “ateş”, hastalığın derinleştiğinin göstergesi idi. Ama bu kadarı yeterli değildir. Aynı zamanda, sürmekte olan paylaşım savaşımının da etkilerini hesaba katmak gerekir.
Eğer Türkiye, bağımsız bir kapitalist ülke olsa idi, kapitalist bir ülke de olsa, kendine ait bazı kararlar verebilirdi. Ama durum böyle değil. Türkiye bir sömürgedir. Siyasal açıdan ABD’ye bağımlı, ekonomik açıdan ise AB’ye bağımlı bir ülkedir. Tüm soğuk savaş dönemi boyunca, Türkiye, emperyalist ülkelerin “ortaklaşa sömürgesi” olmuştur. Bugün, paylaşım savaşımının yeniden kızıştığı bugün, Türkiye’nin siyasal alanı kontrol eden ABD’nin ekonomik alanı da kontrol etmesi ile tam bir ABD sömürgesi mi olacağı ya da ekonomik alanı kontrol eden ama bunu siyasal alanda bir güce dönüştüremeyen AB’nin bunu başarması ile AB sömürgesi mi olacağı sorusu gündemdedir.
Bunun ekonomik kriz ile elbette yakından ilişkisi vardır. Mesela Türkiye, ekonomik kriz sürecinde, Çin mallarına karşı vergi uygulanması kararını uygulamaya koymuştur. Bu, bağımsız bir ülke olsa idi yapmayacağı bir şey idi. ABD ve AB bu konuda ortak tutum içindedir ve hemen Çin mallarına karşı artan vergiler koymak TC devletinin tereddüt bile etmeyeceği bir konu olmuştur. Bu, aslında bu paylaşım savaşımının kriz üzerindeki etkilerine örnektir. Daha ciddi örnekler de var. Mesela Türkiye eğer kapitalist olduğu hâlde, “bağımsız” bir ülke olsa idi, Suriye savaşına böylesine dalmazdı. Elbette bu bir yandan “Osmanlıcılık” hayallerinin ürünüdür, diğer yandan, Saray Rejimi’nin “milliyetçiliğe” duyduğu ihtiyacın gereğidir, ama bir o kadar da ABD’nin emridir. Sadece emri olması da yeterlidir. Saray Rejimi, tam bir ABD tetikçisi olarak iş görmektedir ve bilindiği gibi tetikçi “emir alır”. Örnekler uzatılabilir ama bizim konumuz esas olarak kriz değil. Bu nedenle toparlamalıyız.
Demek ki, kriz, paylaşım savaşımı, üstüne ülkemizin kendi çevresinde yürüyen ve içine daldığı savaşlar birbirinin üzerine biniyor. Pandemi, işte tüm bunlarla birleşiyor.
Savaş, rant ve yağma ekonomisi, krizi daha çok artırmakla birlikte, esas olarak krizin faturasını emekçilere yıkma aracıdır da.
Pandemi, ekonomik krizin nedeni değildir. Dahası, kitlelerin tepkilerini sokağa taşırma sürecini engellediği için, krizin örtülmesi için bir araç olarak bile kullanılabilir ve kullanılmaktadır. Pandemi, bir saldırı ve savaş aracı ise, bu paylaşım savaşımına bağlı bir hamledir.
Demek oluyor ki, tek başına işleyen bir şeyden söz etmiyoruz; kriz ve paylaşım savaşımı üst üste etkiler yaratıyor.
TC devleti, bir çözülüş süreci yaşıyor ve bu yeni değildir. Bu çözülüşün üç kaynağı vardır: Kürt devrimi, Gezi Direnişi ile birlikte ortaya çıkan toplumsal direniş ve uluslararası alanda süren ve Türkiye’yi de içine alan paylaşım savaşımı.
Bu çözülüş sürecini, kriz ve paylaşım savaşımı daha da hızlandırmaktadır.
Ekonomik kriz, bunun üzerine binmiştir. Bu nedenle daha da sarsıcıdır.
Ama sürece, hep sistem ve egemen sınıf açısından olup bitenleri anlamak gözü ile bakmak yeterli değildir. Sürece, işçi sınıfı cephesinden bakmak gereklidir.
Biz, direnişten söz ettiğimizde, birçok solcu bize “Gezi Direnişi bitti” diye sesleniyor. İşte tam bu nokta bizim tersini düşündüğümüz noktadır. Gezi Direnişi, Taksim dahil alanları saran milyonlarca insanın tepkisi, örgütsüz hareketi elbette artık aynı biçimde yok. Ama Gezi Direnişi, bir toplumsal patlama olarak etkilerini korumaktadır. Direnmek, suya yazı yazmak gibi değildir. Direnmek iz bırakır. Gezi Direnişi, bugün dahi, Saray Rejimi’nin uykularını kaçırmaktadır. Gezi Direnişi, bir toplumsal tepki olarak ortaya çıktı, ancak haftalar süren direniş, son derece renkli eylemlere sahip olmuştur ve bu eylemler oldukça kalıcı izler bırakmıştır.
Şimdi, direniş dediğimiz zaman, yine milyonların Taksim’de toplanmasını anlayanlar varsa, elbette hatalı bir sonuç çıkarmış olurlar. Gezi Direnişi, o kadar silinmez izler bırakmış ki, artık her direniş denildiğinde, akıllara Gezi Direnişi geliyor ve bir fabrika önünde, bir okulda, bir mahallede ortaya çıkan az sayıda insanın direnişi, “direniş olarak sayılmaz” olanlar hanesine yazılıyor.
Bu, son derece yanlış bir bakış açısıdır. İleri eylemlerin, kalabalık eylemlerin olmasını istemek ayrı bir şeydir, ama bu eylemler yok diye, daha az kalabalık eylemleri “yok” saymak, sınıf mücadelesini bir dirhem anlamamaktır.
Eğer, direnişin en küçük olanını hesaba katmıyorsanız, eğer siz kendi eylemsizliğinize bir bahane aramıyorsanız, öyle ise sınıf savaşımı konusunda hurafelere inanıyorsunuz demektir. Eğer küçük eylemler, eğer adım adım mücadele yükselmeyecekse, büyük eylemler kendiliğinden eylem olmanın, bir sosyal patlama olmanın ötesine geçemez. Ve elbette, siz kitleleri iktidar savaşımına hazırlamamışsanız, ne kadar geniş katılımlı olursa olsun, kendiliğinden eylemler sistemi yıkmaz, yıkamaz.
Kendiliğinden eylemler, ister çok sayıda yerel eylem olsun, isterse geniş kalabalıkları kucaklayan kitlesel eylemler şeklinde olsun, gerçekte, yönetenlerin eskisi gibi yönetemediğini ve ilave olarak yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istemediğini gösterir.
Yönetilenler, eskisi gibi yönetilmek istemediklerini ortaya koymaya başladıklarında, bu gelişmiş bir bilincin ürünü olan bir tutum değildir ve “ne istediklerini” ortaya koymuş olmazlar. Ne istemediklerini bilirler.
Tribünlerde seyirci localarında yer bulan eski solcu arkadaşlarımız, gelişmekte olan kendiliğinden eylemlere bakıp, “bak görüyor musun, sosyalizm demiyorlar, ne istediklerini bilmiyorlar” diye söylenmektedirler. Öyle ya, sınıf bilinçli işçi olmadan devrim olmaz. Öyle ya, sınıf bilinçli işçi, ne istediğini bilir. Bu tribünlerde seyirci locasını ebediyen kiralamış eski solcu arkadaşlarımız, “böyle olmaz, örgüt lazım” demekten de geri durmuyorlar.
Bu bize acaba, sadece Fatih Terim gibi futboldan bir dirhem anlamayan birisinin antrenör olmasının sonucu olarak, seyircinin her maç seyrederken kendini antrenör olarak görme tepkisinin sonucu mudur? Sanmıyorum.
Bu bizim eski solcularımızın, Marksist klasikleri, yarım yamalak okumalarının, hatta her şeyi yarım yamalak okumalarının beslediği, kendi eylemsizlikleri karşısında bilgiçlik taslama tutumudur. Bir yandan, “teori” ile bakıp, direnişleri, eylemleri yorumluyorlar. Haklarıdır, yapmalıdırlar. Ama kendiliğinden eyleme bakıp, “burada örgüt yok” demek, kırmızıya kırmızı, beyaza beyaz demek gibidir. Şükürler olsun ki, kırmızıya kara diyenlerden değiller. Zaten o nedenle burada onlar hakkında tartışıyoruz. Oysa zaten kendiliğinden eylemde, örgüt arkadan gelir, başında var olmaz. Kendiliğinden, zaten bu anlamdadır. yani, eylem örgütlü olunca, kendiliğinden olmuyor. Demek ki, arkadaşlar, “örgüt” arıyorlar. Bu son derece yerindedir. Örgütsüz bu işler olmaz. Bunu biliyorlar. Ama onlar, örgütü bulup mücadeleye katılmak için aramıyorlar. Örgütü bulup, haberdar olup, sonra da “işte örgüt bu ise bu devrim olmaz” demek için arıyorlar. Yani kendilerine, seyirci tribünlerinde iken dahi, “haklı” bir gerekçe bulmak istiyorlar.
İnsanın kendi konumunu teorileştirmesi sanıldığından yaygındır.
Demek ki, kendiliğinden eylemler bize, işçi ve emekçilerin rahatsızlığını ifade ediyor.
Mesela, son bir yıldır yapılan anketlere bakalım. AK Parti oy kaybediyor, ama CHP oy kazanamıyor. Bunu anlamakta da zorlanıyorlar. Komik bir akıl yürütme, kolaycıdır, yürütme var ama akıl? İşte o belli değil. Bu arada anket şirketleri diyorlar ki %22 “kararsızlar” var. Ve “kararsızlar”, bir karar vermiş gibi ele alınmıyorlar. Ankette soruyorlar, ekonomik krizi kim çözer, Erdoğan %21 çıkıyor, hiç kimse çözemez diyenler ise %22’yi geçiyor. Anket uzmanları, “hâlâ en yüksek oran Erdoğan’da” diye yayın yapıyorlar. Nasıl oluyor? %22 hiç kimse çözemez diyor. %22’ye “acaba devrim mi lazım” diye soran var mı? 22, 21’den büyük değil mi? “Erdoğan çözer” demek mi daha zor yoksa “hiç kimse çözemez” demek mi? İşte içinde akıl olmayan bir akıl yürütme türü.
Geri dönelim, gerçekten de bu işler örgütsüz olmaz.
Önce, bilime daha yakın durmalarını öneriyoruz bu “bizim yolumuzdan bizden önce yürüdüklerini” iddia edenlere. Bu önerimizi biraz daha açacağız
Kapitalist toplum uzlaşmaz çıkarlara sahip iki sınıfın varolduğu bir toplumdur. Biri kapitalistlerdir, sermaye sahipleri, diğeri işçilerdir, emekçi olanlar. Bu sınıflar arasındaki savaşımın tarihi, büyük ölçüde kapitalizmin tarihidir. Sınıf savaşımları, bu tarihin motor gücüdür. Bilim bunu söylüyor.
Duyuyoruz, iyi ama işçi sınıfı bitti diyenler var. Üstelik yeni de duymuyoruz. İki karşıt sınıftan biri kapitalistlerdir, o bitmiyor, o yok olmuyor, ama işçi sınıfı bitiyor! Biraz daha ciddi biçimde bilimle ilgilenmek gerekmez mi? İnanmak istediğiniz şeye inanabilirsiniz, ama o şeyi bize bilim diye satamazsınız. Bu iki sınıftan biri, yani kapitalist, varlığı işçi sınıfının varlığına bağlı olan sınıftır. Yani, işçi sınıfı yok oldu ise kapitalist çoktan yok olmuş demektir. Sizin, “böyle olmaz” dediğiniz devrim, işçi sınıfının iktidarı alması ile başlar. Önce sömüren sınıfı, burjuvaziyi, kapitalist sınıfı, yeryüzünde yok eder ve bunu başardığı gün, kendisi de yok olmuş olur. Demek ki, kapitalist sınıf, işçi sınıfından daha önce “ölecek”, yok olacak.
Kaldı ki, “işçi sınıfı” bitti tarzında söylemler, eskide kaldı. Bunu ortaya atanlar, bugünlerde kendilerinin yanlış anlaşıldığını söylemektedir.
Bugün, dünya kapitalist sisteminin 1989’da SSCB’nin çözülmesi ile başlayan zafer dönemlerinde yaşamıyoruz. Tersine, kapitalizm krizle sarsılıyor, paylaşım savaşımı Üçüncü Dünya Savaşı biçimlerine doğru evriliyor. Birçok ülkede işçi sınıfı, yeniden sahneye çıkıyor.
Evet işçi sınıfı, henüz, nasırlı ellerini toprağa bastırıp, sürünmekten kanamış dizlerinin üzerinde yürümeye son verip ayağa kalkmış değil. Ama sahnede yerini ayırtmış durumdadır, yakındır, ayağa kalkacaktır. Ve bugün, kapitalist sistemin temel iki sınıfı arasındaki çatışma artmaktadır, kapitalist sistemin temel çelişkisi olan üretimin toplumsallaşması ile mülk edinmenin özel karakteri arasındaki çelişki hayatın her alanında kendini öne çıkarıyor.
Sınıf savaşımı, toz bulutları içinde, dumanlar arasında, yeniden ön plana geçmektedir. Emperyalist paylaşım savaşımı, bugün, hâlâ önde olsa da, bu süreç işlemektedir.
Bu elbette sınıf savaşımının da keskinleşeceği anlamına gelecektir. Yani, artık, tribünlerde rahat rahat durma dönemi bitmektedir. Herkes bir saf seçmek zorundadır. Ya artık ömrünü tamamlamış, ömrünü uzatmak için bir canavar gibi her şeyi yiyen, insanlığı yok etmekte olan kapitalist sistemden yana olacaksınız ya da işçi sınıfından yana. Fark şurada, 1917’den farklı olarak bugün, kapitalizmi yıkmak, işçi sınıfının sınıf çıkarlarının gereği olduğu kadar, aynı zamanda bir insanlık ihtiyacıdır. İnsan olarak kalmak istiyorsak, kapitalizme karşı savaşımda işçi sınıfının cephesinde bir nefer olarak yer almak zorundayız.
Gerçek budur.
Sadedir, yalındır. Ama etkileyici olmadığını düşünmeyin, aceleye gerek yok, daha renkli günler önümüzdedir. Yani, bu açıdan da artık tribünlerde olmanın bir cazibesi kalmayacaktır.
Elbette devlet de sınıf savaşımına göre şekillenir. Zaten öyle de olmuştur. Bugüne ait değil, her zaman öyledir.
1917 Ekim Devrimi Avrupa’ya yayılamadı. Alman Devrimi 1919’da yiğit evlatlarını kaybederek yenildi. Liebknecht, Luxemburg ve arkadaşlarının ölümlerinin 101. yılındayız ve anıları önünde saygıyla eğiliyoruz. Devrimin Avrupa’da yayılışının durdurulmasının ardından, devlet yeniden organize edildi. Karşı-devrim örgütlendi.
Devlet, burjuva devlet diye daha özele taşıyalım, kapitalist sınıf adına sınıf savaşımını yürütür ve o savaşlardan öğrenir. Öğrenmek, yeni örgütlenmeler, yeni organizasyonlar demektir.
Faşizm, karşı-devrimin ortaya çıkardığı ilk biçimdir. Faşizm, SSCB’nin zaferi ile yenildi. Hitler öldü. Ama gözleri hâlâ bakmaktadır. Tekelci burjuvazinin diktatörlüğü olarak tanımlanan faşizm gidince, demokrasi mi geldi? Tekelci burjuvazinin egemenliği yerini “küçük burjuvazinin de içinde yer aldığı bir başka burjuva egemenliğe” mi bıraktı?
Faşizm, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan tüm burjuva devletlerce içselleştirildi. Tekelci Polis Devleti, tam da günümüz burjuva devletini analiz etmek için kaleme alınmıştır. Okumayan solumuza, okuması için önerebiliyoruz. Kaldıraç’tan çıkmıştır.
Bugün, bizim adına Saray Rejimi dediğimiz rejim, gerçekte Tekelci Polis Devleti’nin olağanüstü koşullardaki şekillenişidir. Burada olağanüstü koşulları yaratan, Kürt devrimi, Gezi sonrası Batıdaki devrimci direniş ve emperyalistler arasındaki paylaşım savaşımının etkileridir. Saray Rejimi, yağma, rant ve savaş ekonomisi üzerine yükselmiştir. Burjuvazinin yönetme güçlüğünün de açık kanıtıdır.
Eğer bugün, baskılar arttıkça, “faşizm geliyor” derseniz, ister istemez, önceki döneme “demokrasi” demiş olursunuz. Oysa öncesi de istenir bir şey değildir. Ne AK Parti’nin 2015 öncesi “demokrasi”dir, ne de AK Parti’den öncesi.
İkincisi, faşizm, öyle gidip gelen, sarkaca benzer bir şey değildir. Devletler böyle ele alınmaz, alınmamalıdır.
Üçüncüsü, Tekelci Polis Devleti, “polis devleti”nden daha farklı bir şeydir. Tekeller çağının devlet örgütlenmesini ifade eder ve doğrusu, zaten detaylıca yazılmış olduğu için burada bir kere daha o detaya girmeye gerek yoktur.
Ve evet, devletin baskısı, saldırıları artmaktadır. Daha da artacaktır. Ancak, bu, çaresizliklerinin ifadesidir. Dinin ve milliyetçiliğin bu denli öne çıkartılması, buna rağmen bunun istenilen sonuçları vermiyor oluşu, bunun en açık kanıtıdır.
İşte bu koşullarda, bugün, burjuvazinin içinde “kurtuluş” arayışları gelişmektedir. Bunlardan birisi, “iktidarı sürdürmek”, ne pahasına olursa olsun Saray Rejimi’ni devam ettirmektir. Bunu Bahçeli, biraz daha güçsüz bir şekilde Erdoğan dile getirmektedir. İkincisi “devletin yıprandığını” söyleyen, kişileri değil de devleti kurtarmayı öneren “burjuva muhalif” görüştür. Bunu Kılıçdaroğlu, Akşener dahil, tüm burjuva partiler söylemektedir. Buna göre, “güçlendirilmiş parlamenter sistem”e dönmek üzere, devleti kurtarma projesi devreye sokulmalıdır. Üçüncüsü, burjuva demokratik muhalefet ve liberallerin savunduğu, “demokrasi”ye dönüş alternatifidir. Bu görüş, aslında ikincisi ile aynıdır, sadece yeni anayasanın demokratik olması için ilave öneriler içermektedir. İkinci görüşte “devleti kurtarmak” egemen iken, bu “demokrasi”ye dönüş projesinde bazı hakların üzerinde durulması daha öndedir.
Peki işçi sınıfının görüşü nedir?
Tam da işçi sınıfının çözümünün tartışılması gereken bir noktadayız. Öyle ya, krizin faturasını, Saray Rejimi, işçi ve emekçilere yıkıyor. Madenciler soruyor: “Bu ülkede sadece patronlar mı yaşıyor?” Yerinde bir sorudur. Bizim rahatsız ama eylemsiz bilgili kesimimize bu madencilerin yaranması mümkün değildir. Soru yerindedir, ama bizim rahatsız-muhalif-eylemsiz bilgili kardeşimiz, hemen söyleyecektir, “örgüt yok, sorsan ne olur?” Madenciler adına biz yanıt veriyoruz, örgüt yok diyerek örgüt kurulmaz.
Krizin faturasını işçilere yıkıyorlar. Peki “güçlendirilmiş parlamenter sistem” olsa, işçilere yıkmayacaklar mı? “Demokrasiye dönüş” olsa, yıkmayacaklar mı? Krizin faturasını kim ödeyecek, patronlar mı?
Sahi, krizin faturasını kapitalistlere, patronlara ödetecek tek şey, işçi sınıfının iktidarı değil midir? Öyle ise krizin faturasını samimi olarak reddetmek demek, devrimci mücadeleye katılmak, direnmek demektir.
İşçi sınıfına dönük baskıların artması, acaba, Erdoğan gidince, kendiliğinden bitecek mi? Erdoğan’ı biz işçiler indirirsek, evet, ama efendiler “senin süren doldu, şimdi de şu gelsin” dedikleri için inecekse, baskı ve zülüm bitmez.
Demek oluyor ki, işçi sınıfı, kendi eylem cephesini oluşturmak zorundadır.
Biz buna Birleşik Emek Cephesi diyoruz. Birleşik Emek Cephesi; (a) Birleşik mücadeleye çağrıdır. Yani, tüm sol örgütleri, tüm kitle örgütlerini, kadın hareketini, çevre hareketini vb. mücadele etmekten yana olan herkesi kapsar. (b) Emekten yana tutum almaya çağrıdır. Yani, burada ilke, “demokrasi” gibi her yere çekilen kavramlarla yürümek değil, işçi ve emekçiden yana, emekten yana tutum almaktır. (c) Buna bir cephe diyoruz, platform vb. değil, çünkü, bu sadece bugünlük mücadele için gerekli değildir, uzun bir mücadeledir bu ve işçi sınıfının cephesinin tüm farklılıklarına rağmen yerini belirtmek amacı güder.
Diyelim ki bir kişi “demokrasi” mücadelesini, burjuva anlamda değil de, işçi sınıfının ve emeğin dünyasından bakarak tarif ediyor ve buna “demokrasi mücadelesi” demeyi seçiyor, bizim açımızdan bir sakıncası yoktur. Ama liberallerin, burjuvaların, hatta faşistlerin “demokrasi” diyebildiği bir dünyada, demokrasi kavramına çok da yaslanmak bize doğru gelmez. ABD, Irak, Afganistan, Libya gibi ülkelere “demokrasi” götürüyordu. Bugün, ABD Kürtlere Barzani’nin terziliğini yaptığı bir “demokrasi” elbisesi giydirmek istiyor.
Diyelim ki, bir kişi, artan baskılara dikkat çekerek “anti-faşist” mücadele ile meseleye yaklaşıyor olsun. Eğer burada anti-faşist mücadele, burjuva demokrasisi için bir mücadele anlamına gelmiyorsa, bizim için emekten yanadır ve Birleşik Emek Cephesi’nin içindedir.
Diyelim ki, bir kişi, dinin rant ve yağma için kullanılmasına vb. karşıdır ve mücadele etmek istiyor. Eğer dine, burjuva sistemin bir yapıştırıcısı, sömürünün gizlenmesinin aracı olarak değil de, insan inancı olarak yaklaşıyorsa, eğer mücadelenin din üzerinden değil de, ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen, sermaye ve emek üzerinden yürüdüğünü anlıyorsa, bizim açımızdan yeri Birleşik Emek Cephesi’dir.
Barolara yönelik saldırılar, Tabipler Birliği’ne dönük saldırılar, Mimar ve Mühendis Odalarına dönük saldırılar, işçi sınıfının geniş bir tanımı olduğunu da göstermektedir. Hem avukatların, hem doktorların, hem mühendislerin çok büyük bir kesimi işçidir. Kendilerini işçi olarak görmeyenleri, aslında bu mücadeleden uzak olmaları nedeni ile, bazı ayrıcalıkları abartmalarından kaynaklı yanılgı içindedir. Kısa sürede bu konular, sınıf savaşımına bağlı olarak netlik kazanacaktır. Elbette ki, avukatlar, hekimler, mühendisler, mimarlar vb. bu Birleşik Emek Cephesi’nin içindedir. Durakoğlu yönetiminde bir baronun Birleşik Emek Cephesi’ne gelmeyeceğini öngörebiliriz, ama baronun içindeki gruplar da, Birleşik Emek Cephesi’nin içinde yer bulacaktır.
Bunu uzatmak mümkündür.
Birleşik Emek Cephesi, işçi sınıfının kendi alternatifinin öne çıkartılması demektir. İşçi sınıfının, emekçilerin derdi, “devleti nasıl kurtarırız”, bu yasa tanımayan Saray Rejimi’nden nasıl bir “normal” burjuva düzene geçeriz değildir. İşçi sınıfının, emekçilerin derdi, sömürüsüz, savaşsız bir dünya kurmaktır.
“Demokrasi mücadelesi” için samimi olanlar, Birleşik Emek Cephesi’nden korkmaz. Çünkü işçiler ne kadar örgütlü, Birleşik Emek Cephesi ne kadar güçlü olursa, haklar o kadar genişlemiş olacaktır.
Birleşik Emek Cephesi, işçi sınıfının, emeğin alternatifidir. Bizim gibi devrim isteyenlerden değilseniz bile, başka bir mücadele yolu yoktur.
Birleşik Emek Cephesi, geçici, birkaç eylem yapmayı hedefleyen, ortak mücadeleyi bununla sınırlayan bir öneri değildir. Birleşik Emek Cephesi, uzun süreli bir mücadele arkadaşlığına davettir.