Ekim ayı zarfında başlayıp yaklaşık altı hafta devam ettikten sonra Rusya’nın girişimleri sonucu geçici olarak sona eren Azerbaycan-Ermenistan savaşı Kafkasya bölgesinde savaşın tarafı olan iki küçük ülkeden daha çok, bölgede cirit atmakta olan çok uluslu güçlerin ve bunlar arasında kendine yer edinmeye çalışan Türkiye’nin güç gösterisine sahne oldu. Bizler savaşı sadece ana akım medyanın (Sözcü vb. muhalif medya organları da dahil) yönlendirdiği haberlerle izledik. Bu haberlerden etkilenip milliyetçi damarları şahlanan Türkiye Türklerinin coşkulu gösterilerine tanık olduk savaş süresince. Bu satırların yazıldığı anlarda İstanbul ve Ankara gibi metropollerde sokağa dökülmüş sıradan insanların sevinç gösterileri sürmekte ve adeta uzun süren bir halk savaşı sonucu bağımsızlığa kavuşmuş bir ülkede görülebilecek manzaralar yaşanmakta.
Her şeyden önce böyle ülkeler arası savaşlarda kazananın silah üreticileri ve savaş bölgesinde çıkarları olan emperyalist güçler olduğunun farkındalığını yaşayan biri olarak, Azerbaycan ile Ermenistan arasında kısa bir süre önce yaşanmış, kanaatime göre henüz bitmemiş savaşın kaybedeninin savaşan taraflar olduğu düşüncesini taşımaktayım.
Savaş karşıtları arasında nerede ise genel kabul görmüş bir düşünce yukarıda dile getirdiğim. Peki neden yaşandı bu savaş?
Bu soruya yanıt vermeye ve yaşanan uyuşmazlığın çözümüne yönelik bir öneri üretmeye çalıştım bu yazıda.
Azerbaycan kaynakları bölgenin tarihsel olarak kendilerine ait olduğunu iddia ederken, Ermeni kaynakları da tam tersini dile getirmekte. Her ikisi de haklı ya da her ikisi de haksız diyebiliriz bu savlar için. Bu nasıl oluyor?
Karabağ yaklaşık 4400 km2 büyüklüğünde bir alan. Kafkasya’nın bir parçası. Kafkasya için halkların harman olduğu yer diyebiliriz. 20’yi aşkın dil konuşuluyor bölgede ve bir o kadar halk yaşıyor. Bir insanlık, bir kardeşlik müzesi olabilecekken bölge, üzerinde egemenlik kurmuş devletlerin etkisi ile sürekli etnik çatışmalara, sürekli demografik hareketlere (göç vb.) sahne olmuş.
Bölge tarihinin son bin yılına Moğolların, Türklerin ve İranlıların istilaları damga vurmuş. Zaman zaman bölge halklarının kurmuş oldukları küçük beylikler ise pek uzun ömürlü olamamışlar.
1555 yılında Osmanlı, 1735’te ise İran toprağı olmuş bölge. 1828’de ise Çarlık Rusyası’nın egemenliği var. Bölgede egemen olan her devlet kendi dininden olan insanların nüfus çoğunluğunu elde etmesi için değişik politikalar geliştirip uygulamış burada. Farklı din mensuplarını göçe zorlama bunların en yaygın olanı. Çarlık Rusyası döneminden bir örnek vereyim:
1830 yılı nüfus verilerine göre Karabağ halkının %35’i Ermeni, bu oran 1860 yılında %53’e yükselmiş. Bu büyük değişimin sadece nüfus artışı ve doğurganlıkla açıklanması olası değil elbette. Yinelemekte yarar var. Bölgeye egemen olan devletler ellerini çekmemişler yerel halkların üzerinden, bu durum da halklar arasında olması gereken kardeşliği alıp götürmüş ve yerine düşmanlık tohumları serpmiş.
Sovyet Devrimi sonrasında yaşanan gelişmeler farklı bir geleceğin müjdecisi idi bölge halkları için. Kısaca özetlemek gerekirse:
1917 Devrimi’nden sonra Karabağ Transkafkasya Demokratik Federasyonu’nun bir parçası idi. Ancak bu devletin ömrü uzun olmadı ve Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan devletleri kuruldu.
1918-1920 yılları arasında Ermenistan ve Azerbaycan arasında Karabağ da dahil olmak üzere birçok bölgede bir dizi kısa savaş yaşandı.
1918 Temmuzu’nda, Dağlık Karabağ Birinci Ermeni Meclisi bölge yönetimini ilan etti ve bir ulusal konsey ve hükûmet oluşturdu ancak bunun da ömrü kısa oldu ve bölge Osmanlı devletinin kontrolüne girdi. Savaş sonrası kontrolü ele geçiren İngiltere buraya Azerbaycan Türkü bir vali atadı. Karabağ Ermenileri durumu kabul etmediler ve gerilla savaşı başladı bölgede. Savaş ancak Sovyetlerin Azerbaycan ve Ermenistan’da kesin kontrolü sağlaması ile sona erdi.
Kafkasya’da mevcut etnik sorunları çözmek amacı ile uzun süre çalışan Sovyetler Birliği Kafkasya Bürosu konu ile ilgili çalışmalarını sonlandırdığı 7 Temmuz 1923 tarihinde almış olduğu kararla Dağlık Karabağ özerk bölgesinin kurulmasını ve bölgenin Azerbaycan’a bağlanmasını gerçekleştirdi.
Coğrafî konum ve demografik yapı bu çözümü gerektiriyordu. Alınan karar sayesinde Azerbaycan toprağının içinde bir başka devletin yer alması engellenmiş, özerk bir yapı oluşturulması sayesinde de nüfusun çoğunluğunu oluşturan Ermenilerin yönetimde söz ve karar sahibi olması sağlanmıştı.
Sovyetler Birliği döneminde iki halkın bir arada yaşayabilmesi için gerekli koşullar sağlanmıştı.
Burada bir konuya dikkatinizi çekmek isterim. Günümüzde Ermeni kaynakları (SSCB sonrası) sorunun başlangıcı olarak Kafkas bürosu kararlarını öne çıkarmakta ve Stalin’in Türkiye ile iyi geçinebilmek için Ermenileri kurban edip bölgeyi Azerbaycan’a teslim ettiğini ileri sürmekteler. Bu iddia bir deli saçması mahiyetinde olup yok hükmündedir kanaatime göre. Henüz Cumhuriyetin kurulmadığı, yeni Türk Devleti’nin tanınma sorunları ve Misak-ı Milli sınırları içindeki devasa problemlerle başa çıkmaya çalıştığı dönemde SSCB’nin Türkiye ile iyi geçinmeye değil tam tersine Türkiye’nin SSCB ile iyi geçinmeye gereksinimi vardı, bu durumdaki Türk devleti kendi sınırları dışındaki gelişmelerle ilgilenebilecek güce ve imkâna da sahip değildi. Öyle sanıyorum ki bu tezin milliyetçi Ermeni çevreler dışında tüm insanlar tarafından tebessümle karşılanması gerekir.
Dikkatinizi çekmek istediğim bir başka husus da bazı Kürt kaynaklarının konu ile ilgili değerlendirmeleridir. Bu kaynaklara itibar edecek olduğumuz takdirde Kafkasya’nın bir Kürt toprağı olduğunu düşünmek olası. Onlara bakacak olursanız Stalin döneminde bölgede yaşamakta olan 500.000 Kürt göçe zorlanmış ve gerçek bir Kürt soykırımı yaşanmış bu coğrafyada. Etnik siyaset olarak tanımladığım bu anlayışın ürünü olan bu tür söylemler dışında Türkiye solunda konu ile ilgili pek fazla çalışma yok. Bu nedenle konu ile ilgili birkaç cümle yazmanın yararlı olacağını düşünmekteyim:
Kürdistan Uyezdi (kaza/ilçe) 1923 yılında kuruldu yönetim merkezi Laçin kasabası idi. O tarihte Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları bölgede henüz aralarındaki husumetin tam olarak giderilmediği Azerbaycan Türkleri ile Ermenistan Ermenileri arasında bir tampon bölge oluşturmayı düşünmüştü Sovyet yönetimi. Bölge statü olarak özerk değildi. Ancak yönetim burada yaşayan halkların temsilcilerinden oluşmakta ve Azerbaycan ile Ermenistan buranın yönetimine müdahale etmemekte idiler. Özerk bir bölge oluşturulmasına yetecek kadar nüfusun yaşamaması böyle bir özel statüdeki bölgenin kuruluş nedenidir. 1926 yılı kayıtlarına göre bölgede 50.000 kişi yaşamakta idi ve bu nüfusun %73’ünü Kürtler oluşturmakta idiler. Dolayısı ile Kürdistan Uyezdi adı verilen bölgede yaklaşık 35.000 Kürt yaşamakta idi. Bu nüfusun da sadece %6’sı Kürtçe konuşabilmekte idi. Bu durum Kürtlerin Sovyet yönetimi öncesinde asimile edilmiş olduklarının göstergesidir kanımca. Sovyet yönetimi ise bölgede Kürtçe eğitim veren okul açmış, Kürt kültürünün yaşayıp gelişmesi için gerçekleştirilen çabalara destek vermişti. Sovyet yönetimi öncesinde Kürtlerin nasıl asimile edildikleri konusu bu yazının kapsamı dışında kaldığı için konuya girmeyi gereksiz buluyorum. Kürdistan Uyezdi ile ilgili olarak bir de kuruluş belgelerinde Kızıl sözcüğünün hiç geçmediğini belirterek bitireyim kuruluş ile ilgili sözlerimi.
1929’da yönetim alanı biraz daha genişletilerek Kürdistan Okruğu adını aldı bu bölge, ancak aynı yıl içinde varlığına son verildi ve Azerbaycan egemenliğine devredildi. Okruk yerine kurulmuş olan Rayonlarda Kürt adı geçmiyordu. Bu durum artık Kürtçe konuşmayanların Kürt sayılmaması anlayışının bir ürünü olabilir. Kürtçe konuşan nüfus da hayli düşüktü (Yukarıda belirttiğim rakamlar bu durumun kanıtıdır). Öte yandan Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki husumet de tamamen giderilmiş olduğu için bir tampon bölgeye gereksinme de kalmamıştı.
1930’lu yılların ikinci yarısı. SSCB’nin tüm bölgelerinde sürgünlerin yaşandığı yıllar. Bu sürgünlerin nedenleri hakkında fazla bilgi yok elimizde. Günün birinde bağımsız tarihçilerin konu ile ilgili detaylı çalışmalar yapmasını ummaktan başka bir şey gelmiyor elden. SSCB bünyesinde yaşayan tüm halklar gibi Kürtler de nasiplerini aldılar bu sürgün furyasından. Neden sürgün edildiler? SSCB resmî tarihine bakılacak olursa Sovyet düşmanı, toprak ağası ve/veya spekülatör olduklarından. Ne kadar güvenilebilir bu açıklamalara tartışılır elbette. Ama şurası kesindir ki o tarihlerde tüm SSCB coğrafyasında yaşanmış sürgünlerin içinden sadece Kürtlere yönelik olanını diğerlerinden ayırarak Sovyet yönetimini Kürt düşmanı ilan etmenin de akıl ve mantıkla ilişkisi yok.
Milliyetçilik denilen illetin tüm versiyonlarının ortak özelliğidir sayıları abartmak, burada da öyle oldu. Tüm Sovyet coğrafyasında yaşayan Kürt sayısı 70.000 dolayında iken hiçbir mesnede dayanmaksızın 500.000 Kürt sürgün edildi demek de bu yaklaşımın bir ürünü işte.
Konu ile ilgili daha detaylı analizleri bir başka yazıya bırakıp bu hâli ile yeterince karmaşık görülen Karabağ sorununa dönelim.
SSCB’nin yıkılmasını izleyen çok kısa bir süre içerisinde tekrar başladı Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki uyuşmazlıklar. Kimileri bu durumu “Demek ki SSCB ulusal sorunu çözememiş” diye yorumlasalar da gerçek biraz daha farklı. SSCB halkların kardeşliği temelinde ürettiği politikalarla iki halkın bir arada yaşayabilmelerini sağlayan ortamı yaratmış, iki devletin ortaklaşa geliştirdiği ve uyguladığı projelerle de bunu pekiştirmişti ama milliyetçilik illetini kökünden kazıyamamıştı. Yeraltına çekilen milliyetçi düşünce SSCB’nin zayıflaması ile birlikte kapitalist dünyanın kışkırtmalarının da etkisi ile filizlendi ve kısa sürede gelişti. SSCB’nin ortadan kalkması sonucu kurulan devletlerin ilk başkanları bu durumun kanıtı. Bir tarafta ırkçı görüşleri ve çalışmaları nedeni ile defalarca hapis yatmış azılı bir Sovyet düşmanı Ebulfeyz Elçibey, diğer tarafta ise Suriye doğumlu bir Ermeni olan ve Glasnost döneminde Sovyet Ermenistanı’nda illegal olarak örgütlenen Pan Ermeni ulusal hareketinin önderi Levon Ter Petrosyan. Kuşkusuz Glasnost ve Perestroyka dönemlerinin yaratmış olduğu zaaflarla beslenen milliyetçi akımlar SSCB’nin dağılmasından sonra açığa çıkıp kendi ideolojik renklerini yansıtan liderleri iş başına getirdiler. Aynı dönemde dünyada egemen olan küreselleşme düşüncesinin de pompaladığı milliyetçilik akımları kaçınılmaz olarak Azerbaycan ile Ermenistan arasında bir çatışma yaratacaktı. Beklenen savaş fazla gecikmedi ve 1992 yılında başlayan çatışmalar kısa sürede savaşa dönüştü. Bu süreçte her iki taraftan pek çok insan öldü, her iki taraf da diğer milliyete mensup sivillere yönelik katliam ve pogromlar gerçekleştirdiler (Sumgayıd, Kirovabad, Kugark, Bakü, Hocalı vd.). Binlerce insanın canını yitirmesine, on binlercesinin yurdunu terk etmesine neden olan olaylar sonucunda Azerbaycan’a göre daha örgütlü olan Ermenistan, Karabağ bölgesinin kontrolünü ele geçirdi. Hemen ardından burada bir devlet kuruldu (Artsakh). Ermenistan dahil hiçbir ülkenin tanımadığı bu devletin varlığı işi iyice karmaşıklaştırdı ve sorunun çözümünü daha da güç hâle getirdi. Aslında bu çözümsüzlük küresel dünyanın aktörlerinin de destekledikleri bir durumdu. Ermenistan tehlikesini(!) öne sürerek Azerbaycan’daki petrol ve doğalgaz yataklarını daha rahat kontrol edebiliyorlar, Azerbaycan düşmanlığını körükleyerek Ermenistan’da milliyetçiliğin zirveye ulaşmasını sağlayıp sürekli bir savaş yaşanması tehdidini canlı tutarak her iki ülkede de diledikleri gibi at oynatabiliyorlardı. Karabağ bölgesinin resmen Ermenistan’a bağlanmasının kabulü olasılığı ise Ermeni tarafının önüne konulmuş bir havuç idi adeta.
Ermeni tarafının önündeki havuç ifadesini kullandım. Bu ifade bir fantezi değil. Nüfusun ağırlıklı olarak Ermenilerden oluşmasından çok daha fazla anlam yüklü Karabağ Ermenistan için. Her şeyden önce zengin altın madenleri ile endüstriyel amaçla kullanılabilecek ağaç açısından zengin ormanları ile Ermenistan ekonomisi için son derece önemli bir bölgedir Karabağ. Denize sınırı olmayan, dünya ile bağlantı olanakları sınırlı, yer altı kaynakları açısından hayli fakir bir ülke için, adeta bir hayat iksiridir burası. Savaşın son bulduğu tarihten itibaren Ermenistan kullanmakta idi bu kaynakları. Ama resmen kullanabilmek başka bir şey tabii. Bu nedenle Karabağ’daki de facto durumun resmîleşmesi bekleniyordu bu ülke tarafından. Oysa böylesi çok uluslu güçlerin menfaatine daha uygundu. Bu nedenle çözümsüzlük hâli yıllarca sürdü ve bu süreçte savaşa taraf olan her iki ülkede de milliyetçilik egemenliğini pekiştirirken, çok uluslu güçler açısından bölgedeki egemenliklerinin kendilerine sağladıkları yararların üzerine silah satışlarının da iyi gitmesi pastanın üzerindeki çilekti adeta. Öte yandan bir başka devlet İran da mutlu idi bu belirsizlik hâlinden. Ülkenin kuzeyinde yaşamakta olan yirmi milyonu aşkın Azeri ile Azerbaycan arasında Ermenilerin oluşturduğu bir tampon bölge olması işine geliyordu İran’ın. Bunun dışında Karabağ sorununu çözmüş güçlü bir Azerbaycan’ın İran Azerileri ile daha fazla ilgilenmesinden de çekinmekte idi. Mevcut belirsizlik hâli İran için de idealdi.
Soruna çözüm bulmak için kurulduğu iddia edilen Minsk Grubu’nun yıllar boyu sadece çözümsüzlük üretmesinin nedeni budur.
Çeyrek asrı aşkın bir zaman geçti bu süreçte. Tarafların elleri tetikte idi her daim. Zaman zaman küçük çatışmalar aşandı. Ekim 2020’ye böyle gelindi.
Savaşı kim başlattı sorusunun yanıtı çıkıyor böylece ortaya. İlk ateşin hangi taraftan açıldığının bir önemi yok. İki devlette yaşayanların yukarıda açıklamaya çalıştığım ruh hâlinin ürünüdür bu savaş. Minsk Grubu’nun tarafları oylayarak geçirdiği süre zarfında silahlanma yarışında önde olan, sahibi olduğu doğal kaynakların yaratmış olduğu ekonomik olanakları halkının refahı yerine silah alımına harcayan Azerbaycan galibi oldu bu ikinci savaşın. Bunda savaş sürecindeki dünya konjonktürünün de etkisi var. ABD seçim gündemine odaklanmıştı. AB, ABD olmadan eyleme geçecek kararlılığa sahip değildi sadece laf üretti savaş boyunca. Rusya ise kendi çıkarlarına en uygun şartların oluşmasını bekledi.
Rusya çıkarları için en uygun şart, Ermenistan Başbakanı Paşinyan’ın prestij kaybetmesi ve bunun sonucunda Ermenistan yönetiminin değişmesi için zeminin hazırlanmış olması idi. Bu şartlar oluşur oluşmaz olaya müdahale etti ve (şimdilik) bir barışın gerçekleşmesi sağlandı. Ermenistan ekonomisini düzeltme vaadi ile işbaşına gelen ABD yanlısı Paşinyan gün sayıyor gitmek için. Yeni yönetimin Rusya yanlısı olacağı da açık. Savaş biraz daha uzasa idi Azerbaycan’ın da takati tükenecekti. İşte bu noktada devreye girdi Rusya, ve Kafkasya’daki en büyük gücün kendisi olduğunu ilan etti.
Savaşın kazananı Rusya oldu. ABD ve AB pek bir şey kaybetmediler. Kaybeden ise Azerbaycan ve Ermenistan. Şimdi savaşın yıkıntılarını ortadan kaldırmak, yıkılan yerleri yeniden inşa etmek, imha olmuş silahları yenilemek gibi işler var önlerinde. İnşaat ve silah üretimi tekellerine yeni iş olanakları. Yitirilen canların yarattığı tahribat, yerinden yurdundan olan insanların acıları da insanlığın kaybı elbette.
Peki çözüm bulundu mu soruna? HAYIR!
İmzalanan anlaşma savaşan tarafların dışa bağımlılıklarını arttıracak ve yaşanacak göçler dolayısı ile pek çok belirsizliği ve yeni acıyı yaratacak özelliğe sahip maddelerle dolu.
Peki sorun kısa vadede çözülebilir mi? Kanaatime göre bunun da yanıtı, HAYIR!
Çözüm için çok uzun vadeli bir çalışma gerekiyor. Her iki taraftan da demokrat ve ilerici güçlerin (eğer hâlâ mevcut iseler) bir araya gelerek, “Karabağ ortak vatan” sloganı ile bir hareket başlatmaları, Karabağ’da yaşayan halkları bir arada kardeşçe yaşamaya ikna edecek politikalar üretmeleri bence çözümün tek yolu. Aksi takdirde yıllarca devam eder Karabağ uyuşmazlıkları ve çatışmaları.