Elbette ki yazının ilham kaynağı, “pudra şekeri”ni burnuna çeken, bunu yaparken arka koltuktakilerden biri tarafından videoya kaydedilen, sonra da bu videosu servis edilen kişi değil. Evet, değil. Çünkü, AK Parti Genel Başkan Vekili (yani AK Parti Başkanı Erdoğan olmadığında, ona vekâlet eden, bakın dikkat edin, yardımcısı değil, vekâlet eden Bülent Turan’ın BBC Türkçe servisine verdiği mülakat daha ilham vericidir.
Bülent Turan (Sakın ha, başkan yardımcısı değil, başkan vekilidir, hata yapmayın lütfen. Başkan vekili, başkan yokken işe yarar, başkan yardımcısı, başkan varken. Başdanışman, danışmanların başıdır, danışılan değil, danışman, başdanışmana bağlı ve başdanışmanın danıştığı kişidir), aslında aslı varken vekili olarak mülakat vermiş ve bu pudracı olayını konu alan bir soruya, “AK Parti, toplumda Yusuflar, Ömerler arayan bir partidir” demiş. İşte bizim ilham kaynağımız da budur.
Demek ki, AK Parti, toplumda Yusuflar, Ömerler arıyormuş. Ama bula bula, pudra şekercileri bulabilmiş. İşte talihsizlik budur.
Diyor ki Bülent Turan, ki kendisi Reis’in AK Parti’deki vekilidir, biz birisini göreve alırken, çok ince araştırırız vs. İyi ama, Pudracı Ayvatoğlu, zaten öncesinde “pudra şekeri” ile bağlantısız birisi idi. Yani, pudra bağlantısı, AK Parti’de göreve alındıktan sonra, gerçekleştirdiği “sosyal sıçrama” ile sağlanıyor. Mengü’ye verdiği röportajda, Pudracı, araba merakını anlatırken, “zaten bugün 500 bin TL’ye aldığınız bir araç, bir yıl sonra 1 milyon TL oluyor” demişti. Aslında, Pudracı, işi toparlayayım derken, “ülke ekonomisini de eleştirmiş” oldu. Bir gecekonduda oturan pudracının bu sosyal sıçraması, vekil Bülent Turan’ın “Yusuflar, Ömerler arama” benzetmesini yerle bir etmişe benzer. Bu Yusuf ve Ömerler bulunduktan sonra, pudracıya dönüşüyor, demek istemiştir. Öyle ya, 2019 yılının 9 Ağustosu’nda, cumhurbaşkanı başdanışmanının makam aracında, iyi para eden “skunk” adlı bir uyuşturucu ele geçirilmiş. Anlaşılan, bu aracın şoförü, iyice tetkik edilmiş araştırılmış, “Yusuf” ve “Ömer” adaylarından biri olarak görülmüş ve sonra da “sosyal sıçrama” ilkesi gereği, uyuşturucu sevkiyatını yapmaya başlamış.
* * *
Konuyu biraz genişletelim.
CHP, neden sürekli olarak AK Parti’den, Saray’dan korkar?
Evet, CHP, Saray’ın destekçisidir.
Saray Rejimi kavramını iyi anlamazsak, bunu salt “tek kişi yönetimi” diye anlarsak, CHP içinden Saray Rejimi kavramını kullananlara karşı CHP yönetiminin saldırılarını anlamazsak, aslında bu soruların yanıtını bulamayız.
Saray Rejimi, bir “tek kişi yönetimi” olarak ele alınırsa, aslında biraz da aklanmış olur. Doğru değildir. Saray Rejimi, tekelci polis devletinin olağanüstü koşullarda aldığı özel biçimdir. Bu olağanüstü koşulların dinamikleri, üç başlıkta ele alınabilir: İlki emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımıdır TC devleti, bu paylaşım savaşımında, kendini masada aktör sanan, yemeklerden biridir. Siyasal olarak ABD’nin, ekonomik olarak da AB’nin ağırlıklı kontrolü altındaki bir sömürge olarak TC devleti kimin elinde kalacak sorusu açık bir sorudur. TC devletinin, Saray Rejimi ve öncesinde de AK Parti projesi olarak ABD’nin Ortadoğu planlarında bir tetikçi rolü üstlenmesi kaydedilmeden Saray Rejimi’ne, sürekli “tek adam rejimi” ya da “patrimonyal sultanlık” demekle yetinirsiniz. Her iki kavramda da, siyasal iktidarın, dahası devletin sınıfsal karakterini gizlemiş olursunuz. İkincisi Kürt devrimidir. Kürt devrimi, içeride “olağanüstü” hâllerin oluşumunda önemli faktörlerden biridir. AK Parti iktidarının ve projesinin, 7 Haziran 2015 seçimlerinden ve onun öncesinden Dolmabahçe’deki masanın devrilmesinden bu yana geçirdiği evrim, aslında süreci anlamaya yeterlidir. Ve üçüncü faktör, Gezi Direnişi’dir. TÜSİAD’ın 30 Mart 2021 tarihli “açıklamaları”, burjuva sınıf adına bir uyarıdır ve iktidardan çok, arkasındaki uluslararası güçlere bir uyarıdır. Sınıf bilincini yansıtır. Tekellerin sınıf bilinci, yabana atılmamalıdır. Zira Saray Rejimi, onlardan bağımsız olarak var değildir. “Patrimonyal sultanlık”, her ne kadar “tek adam yönetimi” gibi ucuz değerlendirmeleri aşan bir hamle ise de, aslında devletin sınıfsal karakterini ve sınıf savaşımına göre şekillenmesi gerçeğini görmezlikten gelir. Sanki, tüm bu olup bitenler, bir adamın özentileri, hayalleri, akıl almaz ihtirasları gibi ele alınır. Gerçekten öyle midir? Öyle ise, TC devleti bunu nasıl görmez ve önlem almaz, tekeller bunu nasıl görmez ve önlem almaz?
Saray Rejimi, ekonomik politikası ile, rant, yağma ve savaş ekonomisine dayanır. Bu, elbette bazılarının bir anda köşeye dönmesi, yeni zenginler yaratılması da demektir. Ama bu ekonomik politika, uluslararası ve yerli tekellerin ortak politikasıdır ve dünyada neo-liberal politikaların sonu geldiği hâlde, ülkemizde bu politikaların tam gaz devam etmesi, bu nedenledir.
* * *
Şimdi, bize Saray Rejimi’nin örgütlenişine bakma fırsatı doğmuştur. Yukarıdakileri anlayabiliyorsak gerisi kolaylaşacaktır.
Saray Rejimi, anayasayı askıya almıştır.
Tekelci polis devleti, tüm kapitalist dünyada, faşizmin dişlilerini kadife örtülerle saklayan, ama onları içeren bir mekanizmadır. Tekelci polis devleti, basını, reklamcılığı ideolojik aygıt olarak örgütlemiştir. Bu ideolojik aygıt, tüm toplumu izleme olanaklarını vermekte, kitlesel bir manipülasyon yaratmakta, karanlık bir çağ oluşturmakta etkendir. Tekelci polis devleti, devletin baskı aygıtlarını, iç savaşa göre örgütlemekte, bu doğrultuda devletin içinde gizli yapılar, gizli iç savaş makinaları oluşturmaktadır. Bu yapılar, aslında “anayasa”yı, istedikleri zaman çiğnemekte özgürdürler.
Saray Rejimi, ise, olağanüstü hâli yansıtır ve bizdeki özgün örgütlenmedir. Anayasayı ayaklar altına alması, dünyada süren paylaşım savaşımından ve içerideki sınıf savaşımından bağımsız ele alınamaz. Bu nedenle, Montrö Sözleşmesi’nin geleceği tartışılmakta, bu nedenle Suriye’nin işgali için ABD ve NATO’dan destek istenmektedir. Yine aynı nedenlerle AB ve ABD tarafından, “içeride istediğini yap” ödülü ile ödüllendirilmektedir. Kürt halkına karşı uygulanan kirli savaş, bugün toplumun tüm alanlarına yayılmıştır.
Saray Rejimi, işlerin tek elden ve daha hızlı karar alınarak yürütülmesi için, olağanüstü hâllerin olağan hâle getirilmesi demektir.
Parlamento artık yok hükmündedir. Bunu örneklemek gerekir mi? Milletvekili dokunulmazlığının kaldırılmasında CHP’nin gösterdiği gözyaşartıcı “cesaret” (Kılıçdaroğlu bunu cesaret olarak sunmaktadır), aslında Saray Rejimi’nin organizasyonundaki adımlardan biridir. Parlamentonun hiçbir yetkisi yoktur. Sadece bir görüntü olarak orada durmakta, istedikleri zaman ise Gergerlioğlu olayında olduğu gibi, bu görüntüyü de dikkate almadan yürümektedirler. Ne HDP’nin ne de CHP’nin, Gergerlioğlu olayında, meclisi terk etme kararı almaması, aslında parlamentonun Saray Rejimi’ndeki durumunu açıklamak açısından önemlidir.
Partilerin bir önemi yoktur. AK Parti diye bir parti yoktur. Erdoğan, pandemi sürecinde kongreler toplayarak bir gösteri ortaya koymak istemiştir. Bunun nedeni, aslında partinin fiilî olarak dağılmakta oluşudur.
MHP diye bir parti de yoktur.
MHP, AK Parti ile, imam nikâhı ile evli sayılır.
Bu benzetme kabul görürse, bu durumda CHP, İYİ Parti ve diğerleri, Saray Rejimi’nin, imam nikâhsız metresleri sayılırlar. İktidarın yasal evliliği ise, uluslararası ve yerli tekeller ile olan bağıdır. Bu nedenle, TÜSİAD’ın “uyarıları”, yasal olarak boşanma isteği için uluslararası sermaye adına konuşmaktan başka bir şey sayılmaz. Zira, Ağbal süreci, Damat’ın istifası ile varılan anlaşmaya artık uyulmadığını düşünmektedirler. Ağbal, Damat’ın gidişi ile, belli bir anlaşmanın ürünü olarak oraya geldi. Giderken, Yeni Şafak’ın manşetinde, “sen kimin adamısın” sorusunun olması bundandır.
Bu durumda, CHP ya da burjuva muhalefet neden bu kadar korkuyor sorusunun yanıtı ortaya çıkmaya başlar.
Aslında CHP korkmuyor.
CHP, korkak bir siyaset yürütüyor.
Çünkü, CHP’nin görevi, toplumsal muhalefeti sisteme bağlamaktır. Tepki verdiğinde de bunu amaçlıyor; seçimlere kadar sabır diye başlıyor lafa. Korku işaretleri ise, aslında kitleleri korkutmak içindir.
Saray Rejimi’nin azgın saldırıları, artık işlevsiz hâle gelmiştir. Kimseyi korkutamıyor. Müjdat Gezen ve Metin Akpınar davası bunun kanıtıdır. Korku artık Saray saldırıları ile işe yaramıyor. Bu durumda burjuva muhalefet, kitleleri korkutmak için devreye giriyor. Bakın diyorlar, eğer eylem yaparsanız, eğer sesinizi sosyal medya dışında sokaklarda yankılatırsanız, bunlar sizi keserler. Bu korku, kitleleri durdurmak için işe yaramaktadır ya da hâlâ işe yaramaktadır. CHP’nin bu rolünü etkili oynayabilmesi için, CHP’deki bazı isimlerin hedef alınması ve korkutulması gereklidir ve işte onu yapıyorlar.
CHP’ye “etkili muhalefet yapamıyorsunuz” diye eleştiri getirmek, aslında doğru olsa da, işe yanlış yerden bakmanın ürünüdür. Zaten adamların derdi, etkili muhalefet yapmak değildir. Burjuva muhalefetin görevi, metresi olduğu Saray’ın korunmasıdır.
“Aman devlete zeval gelmesin” anlayışı, bugün, akıl almaz bir politik savunudur. İnsanların işsizlikten, açlıktan kırıldığı, intiharların günlük vakalar hâline geldiği, grevlerin yasaklandığı, iş cinayetlerinin yaygınlaştığı, kadına şiddet olaylarının arttığı, gençlerin “tehdit” olarak görüldüğü, her hak arama eylemine kolluk kuvvetlerinin (polis, ordu, basın ve yargı) saldırdığı bir ortamda, “devlete zeval gelmesin” demek nedir? Saray Rejimi’nin devlet denilen şeyden bağımsız olarak orada olduğunu mu söylüyorlar?
* * *
Şimdi en başa dönebiliriz.
Saray Rejimi’nin kadrolu militanları ortaya çıkmaktadır.
TC devleti, bir yönetme krizi içindedir. Bu kriz, ekonomik krizle birleşmiştir. Paylaşım savaşımının aldığı uluslararası boyut, bu yönetme krizini daha da derinleştirmektedir. Montrö ve Kanal İstanbul açıklamaları bunun içindir (Bu konuda Kaldıraç’ın sayılarında detaylı açıklamalar vardır ve konuyu daha da dağıtmamak için, bunlara tekrar girmeyeceğiz. Okuyucu bunlara kolaylıkla ulaşabilir). İstanbul Sözleşmesi’nin feshi bunun içindir. Bu yönetme krizi, daha da derinleşmektedir. Bu koşullarda iktidar, kendi kadrolarını yeniden organize etmek istemektedir.
Tekellerin, basının, burjuva muhalefetin, “bakanlar kurulu”nda değişiklik beklentileri, saçmadır.
Bakanlar kurulu diye bir şey yoktur.
Bakanlar vardır diyebilir miyiz? Bakanına bağlı. Mesela içişleri bakanı ve milli savunma bakanı vardır. Diğerleri yok gibidir. Dışişleri bakanı, Kalın’dan daha az etkilidir. Bunun gibi, diyanet işleri başkanının yerini Ayasofya Başimamı BoynuKalın doldurmaktadır. Dışişlerinde sade Kalın, diyanet işlerinde Boynukalın yeterlidir. Bakanlar, aslında “özel kalem müdürü”dürler. Özel kalem, sayıları oldukça fazla, “dolma” kalem tutkunlarıdırlar. Bu nedenle bakanlar kurulu değişiklikleri vb. üzerinde kafa yormak, anlamsızdır. Akar ve Soylu birer istisna olsun.
Saray Rejimi’nin “militanları”, durumu göstermektedir.
İlk olarak trollerden söz etmeliyiz.
Trol, balık avlamada kullanılan bir ağ adı olmalıdır. Sanırım yasaklanmış olmalı. Denizde balıkların neslini tüketmektedir. Açgözlü bir balık avcılığı demek yerinde olur. Sosyal medyada avlanmak, kullanıcıların balık olduğu bir sosyal medya ortamında, militanca bir müdahale için trol yerinde kullanımdır. Bunlar, sosyal medyayı halkın kullanımını etkisiz hâle getirmekle görevlidirler. Yasal olarak koruma altındadırlar, paylaşımları tehdit ve ırkçılık, aşağılayıcı vb. olsa da haklarında işlem yapılmamaktadır. Görevlidirler.
Trol, aslında bir sürü şeklinde organize edilmiş gruptur. Bunlar aynı anda saldırıya geçmektedir. Maaşlıdırlar. paraları, sosyal güvenlik sistemi içinde ödenmiyor. Yani, aldıkları paralar, maaş şeklinde olsa da yasal değildir. Muhtemelen, Saray Rejimi’nin “işadamları” tarafından finanse ediliyor olmalıdırlar.
Sonuçta, troller, paraları ölçüsünde Saray Rejimi’ne bağlıdırlar.
Saray Rejimi’nin militan basın kadroları da bunlar gibidir. Bunlara yazacakları şeyler fısıldanmaktadır ve Alo Fatih hatları kurulmaktadır. Bunların tümü, dolar cinsinden paralarla satın alınmıştırlar. Sadece trollerden farklı olarak, köşeleri vardır. Köşelerinde, dile alınmayacak şeyleri yazarlar ve yazdıklarının yazın açısından bir değeri yoktur. Böylesi bir amaçları da yoktur. Ne kadar yeşil, o kadar yazı, ne kadar yeşil o kadar küfür ile çalışan bir sistemdir bu.
Saray Rejimi’nin en militan kadroları, Saray’a bağlı işadamlarının oluşturduğu çetelerdir. Herkesin bildiği 5’li müteahhit çetesi, bunun en açık örneğidir. Bunların besledikleri bir sistem vardır ve bu sistem, her türlü saldırı için adamlar tutmuştur. Burada da para en öndedir. Beşli çete, olur da kendi muslukları kesilirse, hemen bastırmaktadır ve bunların söyledikleri, herkesten daha etkili bir biçimde Saray’da yer bulmaktadır. Uluslararası tekeller ve onların yerli ortaklarının “genel dizayn”ları, bu çeteler söz konusu olduğunda birçok istisnaya yol açmaktadır. Bu sürdürülemez bir “denge”dir. TÜSİAD’ın “ortalık tozduman”, “yetki ve sorumluluk bulanıklığı” diye tarif ettiği şey aslında budur.
Saray’ın önemli militanlarından bir bölümü IŞİD kadrolarıdır. Bunlara IŞİD kadrosu derken, aslında bir genelleme yapıyoruz. Müslüman Kardeşler ya da El Kaide’ye haksızlık etmek için değil. Ama bu kadrolar, devlet çarkının yanısıra, SADAT örneğinde olduğu gibi örgütlenmektedir. Burada da mesele paradır. Para olmadan, bu kesimlerin birarada durması mümkün değildir. 100 dolara herkesin adamı olabilecek çetelerdir bunlar. Bunların finansmanının ise cumhurbaşkanlığı örtülü ödeneğinden karşılandığını tahmin etmek güç değil. Bunları beşli çete gibi çıkar grubu müteahhitlerin finanse etmesi, Saray için tehlikeli olur. Bu durumda, güç kayması gerçekleşir.
Saray’ın bir diğer savaşçı grubu, pudracılardır. Bunlar, yoktan var olmuş, mallarını ve zenginliklerini, pudra şekerlerini dahi Saray Rejimi’ne borçludur. Bu nedenle, bunların etrafında biriken zenginlik, artık “Yusuf” “Ömer” arayışlarının çok ötesindedir. Bunların da sayıları oldukça kabarıktır.
Başdanışmanlar kadrosu da oldukça zengindir. Saray’ın her odası bir başdanışmana aittir. Başdanışman varsa, demek ki, “danışmanlar” da var olmalıdır. Bu başdanışmanlar, danışmanlara danışmakta, onlar da makam araçlarının şoförlerine. Anlaşılan budur.
Saray, “şahsım” düzeninde yürüdüğü için, başdanışmanların raporlarla çalışması zor görünmektedir. Hem sonra rapor, yarın için delil de demektir. Bu durumda, cumhurbaşkanının bu başdanışmanlara danışma işini yüz yüze yapması gerekir diye düşünmeyin. Bu da olanaksızdır. Başdanışmanlar ile tek tek görüşmesi mümkün değildir. Başdanışmanlar, aslında çeşitli güç odaklarını Saray’a bağlamak içindir. Buradan iyi paralar alırlar ve bu paraların en azından bir kısmı, sosyal güvenlik sistemi içindedir. Yani sigortalıdırlar. Ama bunun dışında geniş bir para ağının içindedirler. Diyelim ki, bu güç grupları, ilgili işlerin hâlledilmesi için başdanışmanlara danışmaktadırlar. Onların esas parası da bu kaynaktan gelmektedir.
Cumhurbaşkanı ile yüz yüze görüşebilenler de elbette vardır. İşte işler esas olarak onların aracılığı ile çözülmektedir. Bu durumda başdanışmanlardan daha etkili bir “sınıf” ortaya çıkmaktadır.
Saray’ın militan kadrolarından bir kısmı da, Saray’dan çok tarikatlara bağlı olanlardır. Onların görüşme düzeneği, cuma namazları ile gerçekleşmektedir. Cuma namazlarının oldukça keyifli geçtiği anlaşılmaktadır. Cumhurbaşkanı, her cuma sonrasında, “uçuyoruz ama kimse görmüyor” gibi, keyifli açıklamalar yapmaktadır. Bir arınma yeri olarak cuma namazlarının, bir afyon etkisi yarattığı, bu açıklamalardan bellidir. Bu tarikatları da, çetelerin içinde ele almak mümkündür. Zira bu tarikatlar, dünya işleri ile, en çok da dolar ile yapılan işlerle çok ama çok meşguldürler. Milli Eğitim’den çıkması zaman alacak kindar ve dindar neslin, yeni formatı, ağırlıklı olarak parasal değerlere bağlıdır.
İktidar kadroları içindeki çatlaklar da bu parasal ilişkilere göre ortaya çıkmaktadır.
* * *
İşte Saray Rejimi, böylesi bir hâl içindedir.
Tüm bu çark, işçi ve emekçilerin, üretenlerin elleri, alınterleri, kanları üzerine yükselen bir cennettir.
İşte bu nedenle de, işçi ve emekçiler dışında Saray Rejimi’ni alaşağı edecek bir güç yoktur.
İşçi ve emekçiler, ne kadar örgütsüz ise, Saray o kadar güçlü görünmektedir. Aslında bu güç son derece aşınmış bir güçtür. İşçi ve emekçiler örgütlendikçe, geliştirdikleri direniş de tüm toplumu saracaktır.
Bugün, mesele, toplumun her alanında gelişmekte olan tepkiyi, iktidarı almak, işçi sınıfının iktidarını kurmak için örgütlü tepkiye çevirmek meselesidir. Sadece görüntüye bakarsak, iktidarın gücünü, devletin hoyratlığını görürüz. Ama daha derine bakabilirsek, gelişmekte olan işçi hareketini, gelişmekte olan direnişi görebiliriz.
Bugün, bu topraklarda yaşayan her işçi ve emekçi, her kadın, her genç, gelişmekte olana, gelmekte olana katılmak üzere hazırlanmalıdır. Devrim mayalanmaktadır. Devrim, kendi yolunu açarak gelişmektedir. Örgütlü mücadele, devrimin zaferinin garantisi olacaktır. Yağma, rant ve savaş ekonomisinden beslenenler, işçi ve emekçilerin üretimden gelen gücünün önünde duramazlar. o