Kaygılı Avrupa, Avrupacı solcu, iyi insan

Ülkemiz solunun “Batı” hayranlığı bir sır değildir. Sır olmadığı gibi, kökten hatalı olduğu da açıktır. Bu sadece Rönesans ile başlayan süreçlerin sonucu, bilim ve tekniğin gelişiminin etkileri ile açıklanamaz. Çünkü, bu etkiler, “Batı”cılık denilen bir akıma yol açmaz. Öğrenmek, okumak, “bir akım” yaratmaz.

Batıcılık, emperyalist çağda kapitalist Batı’nın sömürgeleştirme politikasının ortak adıdır. Fransızlar Cezayir’de hem katliamcıdır hem kolonyalisttir, hem egemendir hem de Batıcıdır. Tıpkı İngiltere’nin Hindistan’da olduğu, tıpkı Hollanda’nın Endonezya’da olduğu, tıpkı ABD’nin Latin Amerika’da olduğu, Afganistan’da olduğu gibi.

Batıcılık, birçok yerde şu kavramlarla iç içe geçirilerek kullanılmaktadır: Demokrasi taşımak, modern medeniyet seviyesi, insan hakları, medeniyet taşımak vb. Ve tüm bunlar, oldukça başarılı bir biçimde, emperyalist ülkelerin katliam politikalarını, döktükleri kanı, köleleştirme uygulamalarını, insanlığa karşı işledikleri suçları, sömürgeleştirme politikalarını “örtmeyi” sağlamaktadır.

Amazon ormanlarının kenarlarında veya içlerinde yaşayan yerlileri, “medeniyet” taşıyarak katlettiler, yağmaladılar, yok ettiler. Her zaman medeniyet, demokrasi, insan hakları çok işe yarar bulunmuştur.

Voltaire okumak, Rousseau okumak, Mozart dinlemek insanı “Batıcı” yapmaz. Bunlardan öğrenmekte değildir sorun.

Tersine Batıcılık, emperyalist politikaları örtmek için uygulanan bir ideolojik saldırıdır. İdeoloji, bir sınıfın çıkarlarının özlü ifadesi olarak ele alınabilir. Böyle olunca, Batıcılık, burjuva çıkarların, sömürgecilikle birleşmiş hâli olarak karşımıza çıkar ve elbette, insan davranışlarını etkilemeyi hedefler.

İnsanların giyim kuşam üzerine bu denli tutucu olması, “modern” tarzda giyinme söz konusu olduğunda da aslında aşırıdır ve ancak ideolojik etkenlerle açıklanabilir bir tutuculuktur. Şeklin bu denli öne çıkması, aslında burjuva kültür içinde de önemli bir yere sahiptir, ne de olsa soylulukla akrabadırlar.

Batıcılık, ülkemizde 1800’lerden beri etkin bir “akım” olmuştur ve doğrusu, sömürgeleşme sürecine de uygundur. Batı değerlerinin zorla içselleştirilmesine eşlik etmiş bir süreçtir bu. TC devleti, Osmanlı’nın paylaşımı ve sömürgeleştirilmesi sürecinin sonunda, bir sömürge olarak ortaya çıkmıştır. Batı hayranlığı, aslında bilime olan hayranlık değildir ve hiç de öyle olmamıştır.

Belki bu yüzden, Avrupa yaşam standartlarına olan hayranlıkla da birleşmiştir bu. Kendi gerçekliğine Batı’nın gözlükleri ile bakmak, aslında emperyalistlerin gözlükleri ile bakmak anlamında ele alınmalıdır.

Bunun kişiliksizleştirme politikaları ile bağı vardır. Kişiliksizleştirme, boyun eğdirmenin de etkili yoludur.

Bu, okur-yazar takımı aracılığı ile, devletin resmî “muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak” hedeflerini içeren eğitim politikaları ile, sisteme isyan etmeye yönelmiş solcularımıza da bulaşmış bir hastalıktır.

Devrimci bir insan, ister Almanya’da yaşasın ister Türkiye’de, Almanya’daki “yaşam standart”larının kaynağının, sömürgelerden akan kaynaklar olduğunu bilir. ABD’deki “Amerikan yaşam tarzı”, hem çürümüştür hem de ekonomik olarak sömürgelerden gelen artığa dayanmaktadır. Bu yaşam tarzlarını, aşırı sahiplenmek ve savunmak, aslında kişilik boşluklarının doldurulması olarak da ele alınabilir.

Ama biz daha çok işin ideolojik etkileri üzerinde durmak istiyoruz.

Bizim solcularımızda da yazık ki yaygın bir düşüncedir: AB hukuku, Batı değerleri, sonunda bizdeki “kötü” diktatörlerden hesap sorarlar. Bunun hiçbir zaman gerçekleşmemiş olması, durumu değiştirmiyor.

12 Eylül’de, AB’den Türkiye’ye gelen eleştiriler, solcularımızı heyecanlandırmaktaydı ve 12 Eylül karşı-devriminin karakterini anlatmak için bir enerji oluşturmalarına olanak vermekteydi. Sanki hakem olan AB ya da AB-ABD, kısacası Batı idi. Ve bizdeki diktatörler, onlara yalan söylemekte, olup biteni gizlemekte idi. Bu nedenle onların gözünü açmak, onlara durumu anlatmak çok önemli oluyordu.

Bizdeki diktatörlere, okur-yazar takımı, “diktatör bozuntusu” der. Hepsine. Evren’e de, Erdoğan’a da. Diktatör bozuntusu, aslında diktatör bile olamayan anlamında olmalıdır. Bu, diktatörün bozuntusu, eğer gerçek diktatör olsa idi haydi neyse, der gibidir. Diktatör bile olmayan bu kötü adamları AB’ye anlatmak, onların anlamasını beklemek bir iş hâline geldi. Bunu 12 Eylül sonrasında çokça yaşadık ve bugünlerde de yaşıyoruz.

Yanlış anlaşılmasın, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne bir davayı taşımaktan söz etmiyoruz. Elbette taşıyacaksın, çünkü o da bir hukuk yolu olmuştur. Ama bu mahkemelerin kararlarını “gerçek hukuk” olarak kabul etmek de saçma olur. Birçok durumda karar verebilen bu mahkemeler, aslında kritik konularda, elbette “çıkar” ağlarına göre karar verirler ve nihayet burjuva sınıfın çıkarlarını korumakla görevlidirler. AB mahkemeleri karar verene kadar, “insan hakları ihlali” yok demeyeceğimize göre, işin bu yönünü de çok abartmamak gerekir. Bizim kastettiğimiz ise bu mahkemeler vb. değildir.

Demirtaş ve Kavala için AB, mahkeme kararları uygulanmayınca, “kaygılıyız” açıklamasını yaptı.

İstanbul Sözleşmesi, ki aslında bir AB sözleşmesidir ve uluslararası bir sözleşme olarak Türkiye’deki yasaları bağlar, feshedilince AB yetkilileri yine son derece kaygılı olduklarını belirttiler.

Bu “kaygılıyız” açıklamalarını Saray Rejimi’nin kapatması olan muhalefet çok yerinde buldu ve bunun Türkiye’nin imajını zedelediğini söyledi.

Avrupa kaygılı oldukça, hatta son derece kaygılı oldukça, bizdeki “muhalefet” bunu kendisi için bir “haklılık” nedeni sayıyor ve ülkenin imajının bozulduğunu söylüyor.

Bu Saray kapatması muhalefet, gerçekten çok “düşünceli” insanlar topluluğudur. Avrupa Birliği, ne ölçüde “son derece kaygılı” insanlar birliği ise, bizdeki muhalefet de o ölçüde “düşünceli” bir hâl takınıyor.

Buraya kadarı tamam ama, bu durum bizim solcularımızı da etkiliyor ve solcularımızın bir kısmı, AB’yi, kendi değerlerine ihanet etmekle suçluyor.

Hangi değerlerine? Mesela katliamcı ve sömürgeci politikalarına mı?

Bizim okur-yazar takımımız ve bazı solcularımız, AB’yi, adeta bir “olumlu değerler topluluğu” sayıyor. Onlara göre, AB ya da Batı, “iyi insanlar”dan oluşuyor; orada sınıflar yok, sınıf savaşımı yok, onlar emperyalist değil, dünyanın çok büyük kesimi bu emperyalistlerin egemenliği altında yağmalanmıyor.

Avrupacı solculuk, gerçek anlamı ile liberal sol düşüncedir, daha çok liberal, daha az sol olmak üzere.

Bir devrimci, Avrupacı, Batıcı vb. olamaz. Emperyalist ülkelerde, sömürgelerdeki kadar yoğun yaşanmayan sınıf çelişkilerine bakıp, o ülkeleri “medeniyet” seviyesinin ölçüm cetveli, insan haklarının zirve memleketleri olarak görmek, kapitalist sistemi zerre kadar anlamamaktır, sömürü ve sömürgecilik denilen şeyi hiçbir biçimde anlamamaktır.

ABD, İngiltere, Almanya, Fransa, “demokrasi”nin merkezi olarak sayılabilirler. Tek şartla; demokrasi burjuva diktatörlük olarak ele alınırsa. Yoksa bu ülkeler dünyayı kana boğan, dünyanın egemenleridir. Yeryüzünde ne kadar “kötülük” varsa, hepsinin ardında, tekeller, onların egemenlikleri, onların maksimum kâr amaçları vardır.

Dahası, ülkemizdeki Saray Rejimi, Erdoğan’ın icadı değildir. Ya da kuşkulu biçimde azraille buluşan Burhan Kuzu’nun hukuk adamlığının bozuk eseri değildir. Tersine ABD ve AB ortak projesidir. Ortadoğu’nun, bölgemizin yeniden paylaşımı savaşımının bir parçasıdır. ABD ve AB’nin ellerinin kanlı olmadığını düşünmek, eğer onların adına çalışmıyorsanız, tam bir körlüktür. Irak’ta milyonlarca çocuğu katleden, Suriye’de milyonlarca insanı yerinden yurdundan eden, IŞİD çetelerini kuran, ülkemizdeki darbeleri planlayan, 1 Mayıs katliamını organize eden bu güçlerin bizzat kendisidir.

Şimdi, ABD, savaş planları için AB ile yeni bir ittifak oluşturmaktadır ve Saray Rejimi’ne, açıkça her türlü “insan hakları suçu” işlemekte serbestsiniz diyen bu ikilidir. Saray Rejimi, mülteci tehdidini, ABD emri ile devreye koymuştur. Suriye ve Libya’da bizzat ABD onayı ile at koşturmakta, bastırdıkları saldırganlıklarına alanlar açmaktadırlar. Ve bugün, AB ile bu konuları pazarlık masasına getirmişlerdir.

AB ve ABD, Saray Rejimi’nin, AK Parti projesinin açık destekçileri olmuşlardır. Trump değil sadece, Macron da, Merkel de ve diğerleri de bu projenin açık destekçileri olmuşlardır. Elbette AB, kendi çıkarları doğrultusunda iş tutmaktadır. Erdoğan ile ilişkileri de böyledir.

Bizim okur-yazarlarımız ve onların ardına dizilen solcularımızın bir kısmı, AB’yi, iyi insanlar topluluğu, evrensel değerlerin sahipleri ve savunucuları sanıyor gibidir. Bunun için, bugün, Erdoğan’a ve Saray Rejimi’ne AB tarafından destek gelince, “AB’nin ikiyüzlülüğü” karşısında “düşünceli” hâller takınıyorlar. Oysa AB her zaman emperyalist sistemin bir parçasıdır ve her zaman ikiyüzlüdür.

Fransız şıklığı Paris sokaklarında yansıyanlarla eksik anlaşılır, bir de Cezayir sokaklarında yansıyanlara bakmak gereklidir. Alman “dürüstlüğü” dörtbaşı mamur caddelerin içinden değil, Doğu Avrupa’daki uygulamalardan anlaşılır. İngiliz zarafeti, en çok ve en çok İrlanda tarihinden, Hindistan tarihinden öğrenilir.

Tekellerin çıkarları, her zaman yeni bir soykırım için, bu ülkeler nezdinde bir geçerli nedendir.

Kapitalizm, hiçbir zaman genel insanî değerler, genel insanı haklar üzerinden işlemez, işlememiştir. Kapitalist dünya, insanı yok ederek yaşamını uzatmaktadır. Bizim ülkemizdeki tüm doğal katliamlar, yağma ve haydutluklar, uluslararası tekellerin ve onların yerli ortaklarının ortak suçlarıdır. Kanadalı şirketlerin, ABD’li şirketlerin, Alman şirketlerin, İngiliz şirketlerin, Japon şirketlerin karneleri, dünyanın her yerinde suçlarla doludur.

Kapitalist sistem, çıkarları uzlaşmaz iki sınıfın savaşlarının sahnesidir. Bunu her okur-yazar bilir, her solcu bilir. Bilimden nasibini azıcık almış herkes, tarihin bu sınıf savaşlarının tarihi olduğunu bilir. Ve bu sınıf savaşlarının üstünde “insan hakları” yoktur, “değerler” bütünü yoktur. İnsana ait tüm olumlu değerler sistemi, emekçilerin sömürenlere karşı mücadelesi ile birikmiş olan şeylerdir.

Kapitalist sömürüye karşı savaşmadan, “iyi” insan olmak mümkün değildir. Bunun dışında “iyi insan”, etliye sütlüye karışmayan, kendi işine bakıp gözlerini tüm gerçeklere yuman insan anlamına gelmektedir. Duymayan, işitmeyen, görmeyen ve bu nedenle “insanlık” taslayan bir varlık, aslında çoktan kirlenmiş, tedavisi de mümkün olmayan varlıktır.

Bir katliam karşısında seyirci olmayı seçen kimse, kirlenmekten kurtulamaz ve insan olarak da kalamaz. Bunun en iyi örnekleri ülkemizde vardır. Katliamlar karşısında dilsiz kesilen insanlar, sonunda egemen olanın, katliamı gerçekleştirenin tarafı hâline gelmektedirler.

“İyi” mi bilmiyorum ama insan olarak kalmanın tek yolu, haksızlıklara, sistemin kendisine karşı mücadele etmekten geçmektedir. Bu mücadelenin insanı sertleştirdiği de doğrudur. Ama insan olarak kalmanın başkaca yolu yoktur.

Güncel olana gelirsek, Saray Rejimi’ni engelleyecek, Saray Rejimi’ne son verecek güç, eğer emperyalist efendiler, Batılı güçler olacaksa, inanın ki, yerine gelecek olan çok daha köleleştirici olacaktır. “Diktatör bozuntuları”nın yerine diktatörlerin asılları gelecektir.

Saray Rejimi’ni, onun dayandığı burjuva egemenliği ancak ve ancak, işçi sınıfının, genç kadınların ve genç erkeklerin mücadelesi yıkacaktır. İşçi sınıfının iktidarı dışında hiçbir şey, sömürünün her türüne, aşağılanmanın her biçimine, her türden haksızlığa son veremez.

“İyi insan” olmak, kişinin kendisini cennete hazırlaması olarak, din adamlarının papazların ve imamların vaazlarında alkış alabilir. Ama sizi suçlu olmaktan, insanlığınızı kaybetme ihtimalinden korumaz.

Bertolt Brecht ile bitirelim: Şöyle diyor Brecht “Yasadışı göreve övgü” şiirinde

 

“Güzeldir
Sınıflar çatışmasında
öne atılıp konuşmak.
Yüksek sesle yığınları mücadeleye çağırmak.
Ezenleri ezmek, ezilenleri özgürlüğe kavuşturmak.
Günlük bir sürü görev vardır, kolay değildir,
işverenlerin namluları karşısında
Parti ağını gizli ve başarıyla örmek.
Konuşmak, ancak
konuşanı gizlemek.
Kazanmak, ancak
kazananı gizlemek.
Ölmek, ancak
ölümü gizlemek.
Üne kavuşmak için çok şey yapılır, ancak
susmak için kim çaba gösterir?
Çünkü ün hep bilmek ister
büyük eylemleri kimin yaptığını.
Bilinmeyen, yüzü örtülü kişi
Bir an için de olsa çık öne ve
kabul et teşekkürlerimizi!”

Yüksek ahlâkî değerlerin kutsallığında “iyi insan” rolüne bürünmek değil, sınıf savaşımının gerçeği içinde militanca mücadele etmek insanı güzelleştirir. Aklı özgürleştiren de budur.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz