Biz Marksistler, her zaman, “sınıf mücadelesi” denilen şeyi “yaratan” kişiler ya da bizdeki hâli ile “uydurmuş” kişiler olarak görülürüz. Bu, resmî olarak devletin vermek istediği şey, yaratmak istediği algıdır. Sanki devrimciler olmamış olsa, sınıf mücadelesi olmayacak, herkes de, özellikle okur-yazar takımı (hani kendisinden çok şey beklenen ve yerli yersiz aydın olarak adlandırılanlar da içinde olmak üzere). Bu algı, öyle sadece geniş halk kesimlerinde etki bulmuyor. 12 Eylül günlerinde, devlet sürekli olarak “kafanız yıkandı” derdi ve Murat Belge de dahil birçok tanınmış isim, günlük kullanımı ile aydın, bu görüşe destek verecek açıklamalar yapmaktan geri durmazdı. Sol hareketin hemen her akımından da buna destekler gelirdi. “Sudaki İz” gibi romanlar, aslında tam da böylesi dönemlerin sonucudur. Ama aslında, “sesini çıkartacak kimse” kalmayınca dahi, yani devrimci hareket iyice likide edilip dağıtılınca dahi, sendikalar sisteme eklenip sendika mafyası egemenliğini ilan edince dahi, gördük ki, sınıf savaşımı hâlâ sürmektedir. Acı, ama bilimsel olarak bilinen, insanlığın yüzlerce yıldır bildiği bir gerçeği, bir kere daha “öğrenmek” zorunda kalanlar oldu. Sınıf savaşımı, biz devrimcilerin yarattığı bir şey değil, tersine tüm sınıflı toplumlarda var olan, tüm sınıflı toplumların en gelişmişi, demek ki en iğrenci de, olan kapitalizmde daha da keskinleşen bir gerçek imiş. Biz devrimciler, bu sınıf savaşımında, işçi sınıfının devrimci misyonunun öncüleriyiz, işçi sınıfı önderliğinde sınıfsız bir toplumun, sömürüsüz bir toplumun kuruluşu için savaşan öncüleriz. Sınıf savaşımı, Marksizmden önce vardı. Tıpkı dünya, bilimsel olarak gösterilmeden önce de nasıl dönüyorduysa, sınıf savaşımı da Marksizmden önce, aynı biçimde vardı. Biz, bu savaşımın, kapitalizmin bir devrimle yıkılması yolu ile biteceğini, gerçek anlamda insanlık tarihinin komünizm ile, ortakçı toplum ile başlayacağını iddia ediyoruz, dün-bugün ve yarın.
Marksizm-Leninizm, sadece bu mücadelede işçi sınıfı için bir bayrak değildir, aynı zamanda işçi sınıfının mücadelesinin bilimle yönetilmesi de demektir.
Bilim bize, her zaman, sınıflar arasındaki mücadelenin, dünya ölçeğinde ve yaşanılan ülke üzerinde, somut olarak analiz edilmesi gerektiğini söylemektedir. Yani, sınıf savaşımı, bir gerçeğin, durumun bir kere analiz edilmesi ile yürütülebilecek bir mücadele değildir. Evet, sistem hâlâ aynı sistemdir, ama sınıfların durumu, mevzilenişi vb. sürekli olarak yeniden ve yeniden analiz edilmelidir. Zaten böylesi bir mesele olduğu için, devrimci mücadele bir örgütlü mücadeledir. Egemen sınıflar, burjuvazi, bu işi, kendi örgütü olan devlet eli ile sürekli yapar, yapmaktadır. İşçi sınıfı için de bu bir zorunluluktur.
Bugün, 2021 Mayısı’nda, ülkemizde süren sınıf mücadelesini, somut olarak ele almak için, belli başlıklar üzerinden tartışmak istiyoruz.
1
Egemen sınıf, Saray Rejimi
ve yönetme krizi
Biz adına Saray Rejimi diyoruz ve bunu etraflıca açıklamış bulunuyoruz. Tekrardan çekinmiyoruz. Saray Rejimi, doğru anlaşılmadığı sürece, devrimci mücadelenin yürütülüşü hep eksik kalacaktır. Saray Rejimi, tekeller çağının devleti, tekeller çağının ve Ekim Devrimi sonrasının burjuva devleti (demokrasisi de diyebilirsiniz) olan tekelci polis devletinin, olağanüstü hâle özgü, ülkemizde aldığı şekildir. Saray Rejimi, bir yandan ülkede süren ve Gezi Direnişi ile kendi varlığını tartışmasız ortaya koyan sınıf savaşımı ile, Kürt devriminin uzun yılları alan direnişi ile bağlıdır. Bunları anlamazsanız, Saray Rejimi’ni anlayamazsınız. Mevcut iktidarı “demokrasiye” uymamakla suçlayan liberal solun anlayamadığı budur. Kürt devrimine ve Gezi Direnişi’ne gözlerini kapayanlar, siyasal iktidardan, devletten yasalara uymalarını bekleyebilirler. Sadece bu iki etken de değil. Emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımı anlaşılmadan, bu paylaşım savaşımının kimler arasında sürdüğünü görmeden, bu paylaşım savaşımının Türkiye ve bölgemize (Kafkaslar-Ortadoğu ve Balkanlar) etkilerini anlamadan Saray Rejimi’ni anlamak mümkün değildir. “Tek adam iktidarı”, şekil olarak devlet tarifi hâline bu nedenle, bu körlük nedeni ile gelmektedir. Mevcut rejimi “tek adam yönetimi” olarak görmek, aslında, sınıf savaşımını da reddetmektir. Devleti sınıf egemenliğinin aracı, sömürge bir ülkedeki devleti uluslararası ve yerli tekellerin devleti olarak görmemek, devleti sanki bir adamın “ihtiraslarının” sonucu olarak görmek, mücadeleyi ciddi biçimde dumura uğratmaktadır.
Bir yandan, AK Parti’yi ve Erdoğan’ı, BOP dahil bir ABD projesinin parçası olarak ilan edeceksin, sonra da dönüp, “tek adam rejimi” diyeceksin. Bu oldukça bilinç bulandırıcıdır. Yarın ABD, bu projeyi çöpe atacağı zaman, kullanım tarihi bittiğinde, o da böyle diyecektir. Saddam bir “diktatördü.” Sanki Biden değil. Sanki Suudi ailesi bir kutsal “demokrasi” ve insan hakları abidesidir. Sanki ABD, Almanya, İngiltere, Fransa, Japonya insanlığın cenneti, kutsanmış “demokrasiler”dir. Batı değerleri ile kafanız karışmış, ufkunuz daraltılmış ise, emperyalizm denilen şeyi, kapitalist sistemi ve tekeller dünyasını hiç anlamamışsanız, bu “demokrasi” yalanlarına inanabilirsiniz. İyi ama, daha yakın zamanda Afganistan ve Irak’a, Libya ve Somali’ye, Suriye ve Yemen’e demokrasi taşıyanlar kimlerdi?
Hem Erdoğan bir ABD projesidir diyeceksiniz hem de “tek adam rejimi.” Bu, sizin akıl karışıklığınız değilse, işçi ve emekçilerin aklını karıştırma, onların mücadelesini esir alma girişimidir. Ki böyledir. Bu nedenle açık olarak yazıyoruz, CHP dahil burjuva muhalefet, aslında Saray Rejimi’nin gizli bileşenleridir. MHP’nin açıktan yaptığı işi, CHP örtülü yapmaktadır. Aklımızı eve bırakmıyorsak, İnce’nin liderliğinde CHP’nin yürüttüğü seçim kampanyasını hatırlamadan edemeyiz. Bu seçim kampanyası, Saray Rejimi’nin yerleşmesi için yürütülmüştür ve geniş kitlelerin öfkesi İnce ile kontrol edilmeye çalışılmıştır.
Saray Rejimi, egemen sınıfların (yerli ve uluslararası tekellerin) ülkemizdeki işleri için organize edilmiştir. TC devleti, bir tetikçi olarak ele alınmış, öyle organize edilmiştir. Dün, ABD, Almanya, İngiltere, Fransa ve Japonya, birlikte hareket edebilirken, 1990’ların ortalarından beri bu ortak hareket sona ermiş, aralarındaki paylaşım savaşımı öne çıkmaya başlamıştır. Bugün Biden, bu savaşı, Rusya ve Çin’e karşı ortak bir savaşa çevirmek istemektedir. Ama artık, ülkemiz için, ortak efendi dönemi sona ermektedir. Türkiye, sürmekte olan paylaşım savaşımında, ABD tetikçisi olarak hareket etmektedir. ABD ve AB arasındaki anlaşmalara göre adımlar atmaktadır. Saray Rejimi’nin son dönem dış politika arayışlarının temelinde, bu yeni ABD-AB anlaşması vardır ki, bu anlaşmalar da geçicidir.
Sol liberallerin, Batıcı “aydınların”, “okur yazar” olarak kendini egemen sınıfa hizmetçi olarak sunanların Batı değerleri, artık eski “ahenk”inden yoksundur. Sadece Trump’lı ABD değil, Biden’lı ABD de onları hayal kırıklığına uğratacaktır. Sadece Janson’lı İngiltere değil, Macron’lu Fransa değil, Merkel’li Almanya değil, onların yerlerine gelecek olanlar da bu hayal kırıklığını artıracaktır. Ama biz eminiz ki, sömürge bir ülke olan ülkemizin “okur-yazar” takımı, bu yeni parçalanmış Batı değerlerine, kendilerine en uygun mevziye geçerek hizmet etmeye devam edeceklerdir. Zira bu okur-yazar takımı için en kötü durum, işçi sınıfının saflarında olmaktır. Uzun anti-komünist mücadele ve soğuk savaş dönemi, onları geri dönülmez biçimde formatlamıştır. İşçi sınıfının saflarına geçmek demek, onlar için, et ve şarabı kaybetmek demektir. Okur-yazar takımımız için et ve şarap, kaybedilmesi en büyük sorun olan “özgürlük” alanıdır. Katliamlar, cinayetler, yalanlar, karanlık vb. hepsine alışmakta sorun yaşamazlar, ama et ve şarap yoksunluğuna alışmaları mümkün değildir.
İşte bu nedenle, efendileri onlara, her koşulda “devletten” yana olmalısınız emrini vermektedir. Ve bunlar, nazik kelimelerdeki emirlerin sertliğini ayırt edecek tarzda eğitim almışlardır. Bu nedenle, hepsi birlikte, Erdoğan’ı, Saray Rejimi’ni, “akıl ve ilim” sınırları içinde kalmaya davet etmektedirler. Bıkmadan usanmadan, “anayasa”yı çiğniyorsunuz diye uyarılar yapmaktadırlar. Oysa Saray Rejimi, açıkça, yasalara uymayacağını, anayasanın rafta olduğunu ilan etmektedir. Açıkça saldırmaktadır. Ve bunlar hep birlikte, “aslında bu durum size oy kaybettirir” diye söylenmektedir. Birçok araştırma şirketi, sürekli olarak, “kararsızlar” çok arttı demektedir. Onlara göre, AK Parti oy kaybetmekte ama kazanan taraf da yoktur. Artan intiharlar, artan işçi ölümleri, artan kadın cinayetleri, artan tecavüz vakaları, artan hırsızlıklar, artan yağma, artan doğa katliamı vb. onlara göre bir şey değildir. Bunlar ancak, gizli raporlara girer ve bu işi “okur-yazar” takımı değil, “uzmanlar” yapar ve gizli raporlarını ilgili kurumlara ve efendilerine sunarlar. Karşılığı iyi miktarda dolar demektir.
Tüm kapitalist dünyayı saran çürüme, kriz ve pandemi ile birlikte daha da derinleşmektedir.
Bu çürüme, sömürge ülkelerde, mesela bizde, mesela Brezilya’da, mesela Kolombiya’da vb. kendini daha net biçimde ortaya koymaktadır. Bu belli büyüklükteki ülkeler, aslında krizin faturasını kaldırma kapasitesi de olan ülkelerdir.
Efendiler, içeride Saray Rejimi’ne, “istediğinizi yapın” biz artık görmüyoruz demişlerdir. Kürt halkına karşı sürdürülen katliamlar bu nedenle daha da artmıştır. Aynı nedenle, işçi sınıfına, her türlü hak arama eylemine, öğrencilere, kadınlara karşı sınırsız bir şiddet devreye sokulmuştur. Liberal solcularımız, okur-yazar güruhu, lisan-ı münasip ile durumu AB’ye iletmekte, AB ise “endişeliyiz” açıklamalarına bir yenisini eklemektedir. Böylece, Saray Rejimi’nin dışarıdaki sahipleri olan emperyalist efendiler, ABD ve AB aklanmaktadır.
Kriz ve onunla birleşen pandemi, Saray Rejimi’ne saldırılarında yeni olanaklar sunmakta, sokaklardaki direnişi azaltmak için kamuoyu baskısı oluşturmakta, “sorumluluk” sahibi solcular, okur-yazar takımı, sendikacılar, işçileri ve halkı direnişten geri durmaya çağırmaktadır.
Ama hem siyasal iktidarı elinde tutanlar eski yöntemlerle yönetememekte hem de halk böyle yönetilmek istememektedir. Bu açık bir durumdur.
Devrimci durum diye adlandırdığımız koşullardan ilki budur. İkincisi, ekonomik krizin had safhaya gelmesidir ve üçüncüsü, bu iki nedene bağlı olarak, kendiliğinden eylemlerdeki artış eğilimidir.
(a) Devrimci durum ile “devrim anı” aynı şey değildir. Devrimci durum nesnel durum olarak ele alınmalıdır.
(b) Yönetme sorunu, ekonomik kriz ve bu iki etkene bağlı olarak ortaya çıkan kendiliğinden eylemler, her zaman dikkatlice analiz edilmelidir. İki nedenle, bir, az ya da çok bu belirtiler ortaya çıkabilir ve günümüzde de görülebilir ve iki, bu başlıklar “ölçümleri” kolay olan şeyler değildir. Örneğin krizin had safhaya varması ne demektir? Burada “had safha”, bir cetvelle ölçülebilir, termometre ile ölçülebilir değildir. Toplumsal tarih içinde ele alınmazsa, tüm bunlar göreli olduğundan, anlaşılır bir sonuca ulaşmak zordur. İflaslar mı ölçüdür? Daha iyi bir ölçü, belki de intiharlardır. Daha da önemlisi, dayanma gücü meselesidir. Ülkemizde bugünkü krizin ayırt edici özelliği, iki noktada ortaya konabilir, ilki işçi ve emekçilerin yaşam ve çalışma koşullarında dramatik bir kötüleşmedir. Fabrikalarda işçiler, virüs nedeni ile makina başında çalışırken ölmektedirler. İşçilerin çalışma zamanları kuralsız artırılmakta, ücretleri düşmektedir. İkincisi ise açlık meselesinin yaygınlaşmasıdır. Yıllardır açlık vardır ve iktidar sadaka yöntemleri ile oyunu satın aldığı insanların varlığını bir avantaj olarak görmektedir. Ama artık, iş bu noktaları da geçmiştir. Tekeller, satışlarını artırmak için, kârlarını artırmak için o kadar vahşice saldırmaktadır ki, pazar yerlerindeki artıkların toplanmasını bile bir pazar kaybı olarak ele almaktadırlar. En can alıcı bir sorunda dahi, akçeli ilişkiler, yağma kültürü öne çıkmaktadır.
Biliniyor, her kriz, tekeller için bir fırsattır. “Krizi fırsata çevirmek” artık utanılmadan, sıkınılmadan bir “marketing” stratejisi olarak açıkça anlatılmaktadır. Her kriz ortamında tekeller kârlarına kâr katmaktadır. Bankalar, büyük holdingler, kâr rekorları kırmaktadır. Buna rağmen, işçi hakları, ücretler vb. yerlerde sürünmektedir.
Devrimci durum analizinde, en net gözlemler, kendiliğinden eylemler üzerinden yapılabilir. Hem bu, diğer iki nedene bağlı olduğundan böyledir hem de aslında “devrimci durum” analizi için sayılan bu üç koşul, gerçekte tek bir şeydir ve kendini kendiliğinden eylemlerde ifade eder. Yani, aslında, birinci, ikinci, üçüncü etken ne durumda diye tartışmak “eksik”tir. Tersine, hepsini birlikte ve tek bir şey olarak ele almak gerekir.
Bugün, Saray Rejimi, bir yönetme krizi içindedir.
2
Yönetme krizi ve burjuva “çözümler”
Bu krizin varolduğu açıktır. Ve bu kriz için, egemenlerin, burjuvazinin kendi içinde de çözüm önerileri ortaya konmaktadır. Biliniyor; üç çözüm önerisi dillendirilmiştir. İlki, Saray Rejimi’nin güçlendirilerek devamı. Bahçeli ve Erdoğan, bu görüştedir. Bunun kendi içinde varyantları vardır elbette. Hâlâ, MHP’nin AK Parti’yi yarı yolda terk edeceği fikri ile yaşayanlar vardır. Devletçi gelenek, milliyetçi-İslamcı çevreler içinde bu görüş vardır. Bunlar, devlet çarkında meydana gelen değişimi, yani Saray Rejimi’ni anlamaktan uzaktırlar. Devletin çeteleşmesi diye adlandırdığımız süreç, onlara göre “eski mafya-devlet” ilişki ile aynıdır. Görüntü aynı gibi gelebilir ki, eğer görme bozukluklarından astigmat yaşamıyorsanız, görüntü de aynı değildir, değildir ama eski mafya-devlet ilişkilerine ilave unsurlar vardır. 5 emperyalist merkezin ya da en az beş emperyalist merkezin kendi güçlerini bu çeteler içinde örgütlediğini de hesaba katmanız gerekir. Diyelim ki, Saray içinde, en az beş emperyalist merkezin unsurları vardır, kimisi bir tarikatın, kimisi Pelikan çetesinin ya da her ikisinin, kimisi bir enerji sektörü çetesinin, kimisi inşaat çetesinin vb. içindedir. Hazine bakanlığında kimin, milli eğitimde kaç çetenin, sağlıkta kimlerin etkin olduğu o kadar da kolay karar verilebilecek bir durum değildir. Yani çeteler, hem ideolojik hem parasal hem de istihbarat kurumları ile ilişkileri iç içe geçmiş organizasyonlardır. Eski mafya çeteleri, daha az karmaşıktı. Peker çetesi, devlet ile içli dışlı idi, ekonomik bir alanı vardı. Şimdi ise daha kapsamlı ağlar içinde çeteler ortaya çıkmaktadır. Ağar çetesinin, Peker’in iddia ettiği gibi 4.9 ton kokaini Kolombiya’dan, İzmir’de bir kimya fabrikası üzerinden organize etmesi, karmaşık bir ağı gösterir ki, içinde ABD, içinde basın, içinde Saray da vardır. Bu sadece bir örnektir. Aynı şekilde Ayasofya’nın baş imamı, sadece bir imam değildir ve fetva verme gücü dinî otorite olmasından gelmemektedir.
Saray Rejimi’nin aynen ve güçlenerek devamı alternatifi, aslında çok da kabul gören bir burjuva çıkış değildir.
İkincisi, CHP-İYİ Parti ittifakında ses bulan “güçlendirilmiş parlamenter sisteme dönüş” alternatifidir. Bunu savunanlar, yeterince güçlü bir savunu geliştirmiş değillerdir. Kendilerini, sürekli olarak “yanlış anlaşılmasın, Saray bunu kullanmasın” gibi bir otokontrol içinde ifade etmektedirler. Bu otokontrolün ana nedeni, AB’den açık olmayan bir destek almaları ve ABD’den ise destek almış olmamalarıdır. Elbette, emperyalist efendiler, her akımın içinde yuvalanmıştır. Bu ayrı bir konu. Yani, bir alternatif öne çıktığında, mutlaka bunun emperyalist kampın birinin tam kazancı olacağı anlamını çıkarmak hata olur. Zira emperyalist paylaşım, bir savaşsız sonuca bağlanamaz. Konumuza dönersek, parlamenter sisteme dönüş cephesi, daha çok uluslararası destek peşindedir. Bu nedenle, net bir savunuları da yoktur. Devleti kurtarmak meselesi olarak ortaya konmaktadır. Bazı sözcülerinin dilinden “kişiyi mi kurtaracağız yoksa devleti mi” seçeneklerinin sunulması tam da budur. Efendilere, “bakın böyle gitmiyor” bizi destekleyin demektedirler. Bu kampın içinden “aslında Saray Rejimi” daha “makul” bir adamla devam ettirilebilir mi sorusunu soranlar da vardır. Oysa Saray’ın bir doğası olduğu açık. Sarayların kendine has bir yaşam tarzı vardır. Bu kesim, aslında yönetme zorluğunu “kişi”ye bağlamaktadır. Mesela, pandeminin doğru yönetilmemesi, liberal solcularımızın, okur-yazarlarımızın ilan ettiği gibi “liyakatsız” yönetimin işareti olarak ele alınmaktadır. Oysa zerre kadar öyle değildir. İlaç tekellerini ve onlarla olan devlet ilişkilerini bilmeden ya da “rant-yağma-savaş ekonomisi” gerçekliğini atlayarak bu sonuca varılabilir.
Mevcut yönetimin “sorunlarını” liyakat sorunu olarak ele almak, olsa olsa, muhalif olmak ile devlete bağlı olmak arasında sıkışmış okur-yazar takımının işidir. İçişleri Bakanı, liyakat sorunları nedeni ile mi, “bence suç” diye konuşmaktadır? İçişleri Bakanı, liyakat sorunları nedeni ile mi, Saral’lardan çete kurup, emniyet müdürü öldürmektedir? Tekrar olacak, olsun, Saray Rejimi’ni anlamayan kafaların, olup bitene muhalif olabilme yeteneği olamaz.
Üçüncü alternatif ise, daha az desteğe sahiptir ve “demokrasi” cephesi demektedir. Ülkede “demokrasinin” gelmesini, bunun da AB-ABD desteği ile gelmesini ummaktadırlar. Bu üçüncü alternatif, parlamenter sisteme dönelim diyenlerin Kürt meselesine daha kapalı tutum almaları nedeni ile farklı bir tutum almaktadırlar. Ama gerçekte, ikinci kampın içine rahatlıkla dahil edilebilirler. Ama üçüncü kampın asıl amacı, solu, olursa Kürtlerin bir bölümünü, devletin rehabilitasyonu projesine dahil etmektir. Gerçekte, böylesi bir alternatif, ikinci alternatifin daha esnek olmasını talep etmektedir. Temel hedef, devleti kurtarmaktır. Solun, “demokrasi” alternatifi diye buna sarılması eğilimi, işçi hareketine büyük ihanettir. “Demokrasi” adı geçince, bizim okur-yazar kesimin ve liberal solun, Avrupa değerleri savunucularının hemen aklı başından gitmektedir. “Demokrasi” yalanı, İkinci Dünya Savaşı sonrası tüm soğuk savaş dönemi boyunca Batı’nın sosyalizme karşı saldırısının aracı, örtüsü oldu. Bir yanda anti-komünizm, diğer yanda ise “demokrasi” sosu, tüm dünya ülkelerindeki darbelerin, sağ iktidarların, katliamların, emperyalist politikaların adeta örtüsü işlevini gördü. Şimdi, Biden ile birlikte, yeni bir saldırı dalgasının da “demokrasi” ve “medeniyet” taşıma temellerine oturtulması boşuna değildir.
Bunlar egemen sınıf içindeki “çözüm” arayışlarıdır. Hiçbirinde, halk yoktur, hiçbirinde işçi sınıfı yoktur, hiçbirinde insan olma meselesi yoktur, hiçbirinde doğanın yağmalanmasına dur demek yoktur, hiçbirinde savaş ekonomisinin sona ermesi meselesi yoktur. Hepsi, eski yemeğin yeniden ısıtılarak sunulmasından ibarettir.
3
“Okur-yazar takımı”
düzenin sürdürülmesi için saf tutuyor
“Okur-yazar” takımı, ülkenin düşünsel yaşamındaki fakirleşme, edebiyat alanındaki “bant üretimi” ile üretilen yazarlar sayesinde artan meta ilişkileri alanı ile doğrudan bağlı olarak şekilleniyor. Entelektüel, birikimli, sınıf mücadelesini kavramış, bilim ve gerçek konusunda bir fikrî derinliği olan insanlar ile, kendine “aydın” denilen ama daha çok “okur-yazar” olanlar arasında uçurum artıyor. Entelektüeller daha fazla ceza ile, diğerleri daha fazla “para” ile tanışıyorlar. “Uzman” kadrosu sürekli büyüyor.
Tüm bu okur-yazar kesimi, olduğu gibi sistemin kendini yeniden üretmesinde görevlidir. Okur-yazar olarak, tekelci polis devleti kafası ile düşünmektedirler.
Baskı ve devlet şiddetinin yaygınlığı, sol eğilimli “okur-yazar” takımının da devlete meyletmesine neden olmaktadır.
Bu kesim, “iki tarafı birden idare etmek” gibi bir davranışı, huy hâline getirmiş durumdadır. Devleti eleştirirken savunmak, onların devlet adına aldıkları görevin bir parçasıdır. Nasıl ki CHP tarzı muhalefet, Saray’ı, “otoriter” olmakla suçluyor, “yanlış” yapmakla suçluyor ve bu yolla, gelişmekte olan toplumsal tepkiyi azaltmak istiyor, aynı biçimde bu okur-yazar-sol, “iyiliği” savunan, “kötülüğe” karşı çıkan olarak hareket etmek istiyor.
Hani, Şarkışla ağıdında vardır, “uzatmalı itin biri” der ve Yusuf’un vuruluşunu anlatır, ardından da “yaşa Türk ordusu yaşa” diye devam eder. İşte buradaki gibi, kendine sınır çizme eğilimi, devletin kutsalına dokunmama eğilimi, yeni değildir. Kökleri oldukça eskiye dayanır. Ama 12 Eylül’den bu yana, bu “okur-yazar” kesimi, tam olarak Saray’ın propaganda bakanlığının olası eksikliklerini tamamlamakla görevlidir.
“Politika yapmıyorum” diye konuşmaya başlayan politikacıların düştüğü durum gibidir bu. Devleti, siyasal rejimi eleştirirken, aslında, kendi kendine sınır koyma eğilimidir bu. Ve bugünlerde bu çok daha ileri gitmiştir. Bir CHP milletvekili “Saray Rejimi” dedi diye, bizzat Kılıçdaroğlu tarafından sert bir biçimde uyarılmıştır. Niye mi? “Komünistler, Kaldıraç bunu kullanıyor.” İşte size ölçü birimleri. Saray Rejimi’ne Saray Rejimi demek bile onların sınırlarını aşıyor. Bir uygulama yasa tanımıyor, ama onlar “bu yasaya aykırı” diyorlar.
Okur-yazar takımı, tam da böyle, ima yolu ile, biraz daha cesurları “türkü” yolu ile mücadele ediyorlar. %50’yi evde tutuyorum denildiğinde, “böyle devlet adamlığı mı olur” diye eleştiriyorlar, akıl veriyorlar ve “sen herkesin cumhurbaşkanısın” diyorlar. Parlamentonun tüm yetkileri alınmış durumdadır, siyasal partiler parti olmaktan çıkmıştır, ama bu beyler, “parlamento içinde kurallara uyun” diye çağrılar yapmaktadır.
Bir masal anlatır gibi halkı oyalamaktadırlar.
Erdoğan’ın uygulamalarını eleştirirler, Erdoğan bir ABD projesidir derler ama sonra, Libya’ya, Suriye’ye saldırıları desteklerler ya da bu konuda susmayı tercih ederler. Hep kendilerine bir önlem alırlar; yanlış anlaşılmasın. O kadar çok “yanlış anlaşılmasın” cümlesi kurarlar ki, aslında anlaşılmaz olurlar. Muhalif, ama ne dediği anlaşılmayan tipler. Sistemin rehabilitasyonu konusunda paralı görevliler kadar etkindirler.
Onlara göre kriz, dolar tahmini, faiz tahmini vb.dir. Oysa işçi sınıfı için kriz bir başka anlam ifade etmektedir. Bir anlamda tuzları kurudur, sistemin içinde kendi gelecekleri için bir yer bulmuşlardır. Mesela Microsoft Türkiye’de ya da DOW’da çalışırlar, aldıkları maaş 15-20 bin TL’dir. Ve bu onlar için bir statüdür. Sürüden ayrılmış, kapitalizmin nimetlerinden faydalandıklarını düşünürler. Oysa çalıştıkları uluslararası şirketin ana merkezinde temizlik işçileri 3 bin dolar almaktadır. Ve 3 bin dolar alan o temizlik işçisi, kapitalizmin kutsal yönleri ve sosyalizmin insan doğasına aykırı olması hakkında nutuklar atmamaktadır.
Yalnızlık ve korku içinde, ama et ve şarap eşliğinde bir yaşam sürmektedirler ve “eleştirileri”, beyinlerinin en önemli bölümünü tutan sansür merkezi tarafından otosansür uygulanarak dışa çıkmaktadır. Ne eleştirirken ne savunurken, ne nefret ederken ne severken, hiçbir şeyde samimi değildirler. En samimi oldukları alan, tüketim alanıdır, özel alan dedikleri yeme, içme, seks ve tuvalette rahatlama anlarıdır. Elbette genetiği bozulmuş sebzelerden daha beter durumdaki bu insanların doğası, sosyalizme aykırıdır. Onlar, “her şey gül pembe olsun, her şey güzel olsun, ben iyi durumda olayım, ben iyi yaşayayım, ama kimse de özgürlüklere sınır koymasın, herkes iyi olsun, biraz da bana daha çok bedava bir hayat iyi olur” türleridir. Bu türlerin okur-yazarlıkları, cehaletlerini gidermiyor, içinde yaşadıkları karanlığı azaltmıyor.
Bu kesimlerin günlük mücadeleye son derece büyük etkileri vardır. Zira ortalama bilincin oluşumunda etkilidirler. Hakkımızı arayalım, ama yine mi polisten dayak yiyeceğiz? İşte soru budur. Yine dayak yiyeceksek, bana ne kadına şiddetten. Bunu kadınlar düşünsün, diğerini işçiler düşünsün, öbürünü öğrenciler. Ama en küçük bir aksilikte, hepsi onu düşünsün. İkizdere’deki köylülere oh olsun, çünkü onlar kime oy vermişti ki? Devlet de ayıp ediyor, hepsini bir şirkete vermiş. Ha başka bir şirkete verseydi, 16 milyon ton taşın her yıl oradan alınması “normal” olurdu. Amma çok götürüyorlar, biraz daha az götürselerdi pek o kadar sorun olmazdı. İşte bu düşünüş tarzı, sınıf mücadelesinde, işçi sınıfına en yakın unsurları etkilemektedir.
Bunlar, mücadelenin toplumsal yönünü yok saymakta mahirdirler. Genetiği bozulmuş yiyecekleri bilirler, onları başkası yesin, ben yemeyeyim diye düşünürler. Böyle oldukları için, devleti, sistemi eleştirirken, formatlanmış bir biçimde nerede duracaklarını öğrenmişlerdir.
Bu kesimlerin bir ayrışmaya tabi tutulacağı, gelişecek sınıf mücadelesinin bu kesimleri darmaduman edeceği açıktır. Bir bölümü, açıktan devlet saflarına geçecek ve kara-gömlekliler gibi, beyaz-ordu gibi roller üstlenecekler, bir kesimi ise, o hiç hoşlanmadıkları işçi sınıfının saflarına doğru itilecekler. Bu süreç, bugün başlamıştır.
4
İşçi sınıfının çözümü: Devrim
Toplumsal yaşamın tüm yükünü çeken, yaşamı üreten işçi sınıfıdır, emekçilerdir. İçinde onlar adına bir çözüm yoksa, tüm bu projeler iflas etmiş sistemin savunulması demektir.
İşçi sınıfı için tek gerçek çözüm, devrimdir.
Anadolu sosyalist devrimi, tüm bölge devriminin ve oradan elbette ki dünya devriminin bir bileşeni olarak düşünülmelidir. Anadolu sosyalist devrimi, sömürüye son vermenin tek yoludur. İşçi sınıfının iktidarı, her türlü aşağılanmaya, her türlü ayrımcılığa, her türlü baskıya son vermenin yoludur. Bu sadece işçi sınıfının kurtuluşu demek değildir, onunla birlikte, tüm toplumun, kadının, gençliğin de geleceği ve kurtuluşu demektir. İnsan olmak, bu devrimin saflarında yer almakla mümkündür. Doğanın yağmasına, savaş ekonomisine, ranta vb. son vermenin tek yolu, ülkemizdeki burjuva devleti, tüm biçimleri ve varlık öğeleri ile birlikte parçalamaktan geçmektedir.
Anadolu sosyalist devrimi, emperyalist haydutluğa dur demenin de tek yoludur. Tüm bölgemize barışın egemen olmasının tek yoludur. Halklar arası gerçek kardeşliğin oluşumunun tek yoludur. Aynı zamanda binlerce yıllık sömürü ve sömürgecilik tarihi ile de hesaplaşmaktır. Tüm katliamlarla hesaplaşmanın da tek yolu budur. Ermeni soykırımı da dahil, tüm tarihle yüzleşmenin daha doğru ve gerçek yolu yoktur. Bu topraklarda, devrimci mücadelenin tohumlarını atanların isimlerini dahi açıkça konuşabilmek, sosyalist bir mücadele ile mümkündür. Bu mücadele;
(a) Bu topraklardaki burjuva egemenlik de dahil, tüm egemenlik biçimleri ile hesaplaşma yoludur. Bu derinliğe sahip olmak zorundadır. Bugün işçi sınıfının iktidarını kurmaktan söz edeceksek, kendi geçmişimizle açık ve net hesaplaşma zorunluluğu vardır. Osmanlı döneminde başlayan dar anlamdaki devrimci hareketin içinde yer alanların isimlerini, örneğin meydanlarda idam edilen Ermeni ve Rumları yokmuş gibi sayarak kendimiz olamayız. Geniş anlamda tarihten gelen isyanları, halk isyanlarını, Bogomillerden Şeyh Bedreddin’e, Baba İshak’tan Börklüce’ye mirasımız olarak ele almadan, bu tarihsel birikime sahip çıkamayız.
(b) 12 Eylül ile hesaplaşma sürecini sonuna kadar götürmek zorundayız. Gezi Direnişi, toplumsal anlamda bu hesaplaşmada büyük ve son derece önemli bir adımdır. Bu adımın, işçi sınıfı içindeki etkilerini örgütlemek, örgütlü bir güce dönüştürmek zorundayız. Birçok devrimci grup, 12 Eylül yenilgisi sonrasında da mücadeleyi sürdürmeyi başarmıştır. Bu yenilginin bizim için büyük bir öğretmen olduğunun bilincinde olmalıyız. Bu açıdan kendi zaaflarımızı ortaya koymaktan çekinmemeliyiz. Kemalist damarın devrimci hareket içindeki enerji emici rolünü açıkça ortaya koymak zorunluluktur. Bu açıdan epeyce yol almış devrimci gruplar vardır ama bu hâlâ toplumsal açıdan aşılmış bir konu değildir. Bu Marksist hareketin önemli bir görevidir. Sadece ideolojik bir görev olmasa da, ideolojik mücadelesi çok önemli olan bir süreçtir bu.
(c) Anadolu devrimi, çok renkli bir devrim olacaktır. Tarihsel olarak halklar sorunu, işçi sınıfının kurtuluşu sorunu ile daha fazla iç içe girmiştir bu topraklarda. Anadolu devrimi, elbette enternasyonalist olacaktır. Başkası mümkün değildir. Ancak, en uzaktakine sevgi duyan, en yakındakine mesafe koyan bir devrimci enternasyonalizm olamaz. Devrim, eşitsiz bir biçimde de olsa, tüm bölgemizde gelişmekte, mayalanmaktadır. Bu bölgenin herhangi bir yerinde gelişmekte olan devrime, egemen kültürün değerleri ile karışmış bir “halk” değerlendirmesi ile bakmak, ahmaklıktır. Arap’a TC devleti gözlükleri ile bakmak, Kürt’e TC gözlükleri ile bakmak, aslında tarihsel anlamda derinlikten de yoksun olmaktır. Böylesi bir fakirlik, devrimi besleyemez. Enternasyonalizm, devrimci savaş arkadaşlığıdır. Dünün hataları ile, bir ülkenin dış politikasını devrimci mücadelenin çıpası olarak görmek aşılması gereken bir hastalıktır. Devrimci mücadele, devletler hukuku ile ele alınamaz. Devrimci mücadele, egemenlik ilişkileri içinde ele alınamaz.
İşte bu temeller üzerinde mücadeleye yaklaşmak gerekir.
Bugün, biz bir devrimden söz ediyoruz. Bize göre, bu topraklarda devrim mayalanmaktadır. Kendiliğinden bir çıkış, bir toplumsal patlama olarak Gezi Direnişi, bu açıdan büyük bir alan açmıştır. Ama devrim, kendiliğinden çıkışlarla gerçekleşmez.
Biz devrimin gelişiminden söz ettikçe, kelimenin gerçek anlamında devrimci dostlarımız olarak gördüğümüz kişi ve gruplar tarafından eleştiriliyoruz. Bizim için çok değerli olan eleştirilerdir bunlar. Nezaket olsun diye “devrimci dostlarımız” kavramını kullanmıyoruz. Öyle olduğunu düşündüğümüz için bu kavramı kullanıyoruz.
Bu eleştirilerden biri, bizim aslında durumu biraz abarttığımız, bu abartı ile ileri hamleler yapmak istediğimiz, bu nedenle de gücü heba etme riski ortaya çıkardığımız şeklindedir. Yeridir ve bu konuda fikrimizi söylemek istiyoruz.
Gerçekten de, devrimciliğin doğasında vardır, devrimci müdahale, her zaman nesnel olanı aşmak zorundadır. Nesnellikle sınırlanmış bir devrimcilik olamaz. Ama bazan, bu nesnelliğin henüz olgun olmadığı anlarda ortaya çıkacak eylemler, yıkımla sonuçlanabilirler. Bu nedenle, bu eleştirileri, elbette anlıyoruz. Ama bize göre de, tersi bir durum vardır. Şöyle ki; sanki, daha ilerisini yapmak, daha ileri gitmek mümkündür ve temkinlilik adına, birçok olanak boşa düşmektedir. İlkin, biz yarın bir devrimin gerçekleşmesinden söz etmiyoruz. Ama işçi sınıfının ve toplumsal mücadelenin durumunun doğru değerlendirilmesinin öneminin altını çizmek istiyoruz.
Bugün, kitle hareketi, birçok açıdan, düşünüldüğünden daha gelişmiş durumdadır. İkizdere’yi örnek alalım. Köylülerin, kime oy verdiğine bakmak, salonlarında okur-yazar sohbeti yapanların işidir. Kime oy verdiklerinin değil, neyi savunduklarının ve bunun toplumsal mücadele açısından ne anlama geldiğinin önemi vardır. İkizdere’deki direnişin, pek çok başkaları gibi, kendi durumundan fazla yer kaplamasını nasıl açıklarız? Ya da Cerattepe’deki direnişin ya da bir fabrikadaki direnişin. Bu bize, kitle eylemlerinin içinde devrimci nüvenin düşünüldüğünden daha gelişmiş bir biçimde var olduğunu gösterir. Elbette bu eylemlerden devrim çıkar mı, çıkmaz mı gibi bir tartışmayı absürt bulduğumuzu belirtmek isteriz. Ama bu eylemler gösteriyor ki, mesele, “aydınların”, liberal solcuların içki masalarında ifade ettiği gibi halkta değildir. Mesele, doğru bir mücadele ve eylem çizgisinin geliştirilmesindedir.
Bir direnişe bakıp, “buradan devrim çıkar mı” diye sormak, oldukça körce, oldukça tepeden bakışın ürünü bir tutumdur. Her direnişi sürdürmek, o direnişi yaymak, o direnişleri örgütlü hâle getirmek, bunları yaparken de, ille de senin örgütünün bir parçası olacak diye beklemeden yapmak esastır. Mermeri delen suyun gücü değil, damlaların sürekliliğidir. Mücadeleye böyle yaklaşmak gerekir.
Bir bütün olarak kapitalist sistem savunmadadır. Bu savunmada olma durumuna rağmen devlet, ciddi bir saldırı ile, işçi ve emekçi hareketinin toparlanmasına olanak tanımak istemiyor. Öyle ise, bizim “savunma”da kilitli kalmamız doğru değildir.
Biz ne kitleyi hazır olmadığı eylemlere yönlendirmekten yanayız ne de örgütsüz bir devrimin olanağını görüyoruz. Bunlar bilimden habersiz davranmak olur. Ama, biz, kitle eylemlerinin içindeki devrimci ruhu görüyoruz.
Örneğin 1 Mayıs 2021’de, devletin yasaklarına göre davranmayı, uygun bulmuyoruz. Devrimci hareketin bunu aşacak bir gücü vardır. Bizim tek başımıza böylesi bir gücümüz olmadığı da açıktır. Liberal sol, “sorumlu vatandaş” edası ile davranmayı öğütlüyor. Fabrikalarda lebaleb çalıştırılan ve virüs kapmış hâlde makina başında can veren işçilere, “kitlesel eylem yapmayalım, çünkü pandemi var” diye imalı yaklaşıyorlar. Bu, liberal solun davranışıdır. Ama buradan hareketle, gerçek durumun, nesnelliğin de böyle olduğunu savunmak, büyük bir hatadır. CHP tarzı muhalefet budur. Aman bir şey yapmayalım, Saray bunu provokasyon olarak adlandırır, aman Kürt’e destek vermeyelim bize terörist derler, aman sokağa çıkmayalım bize saldırırlar. İşte bu mantık, elbette liberal solun fikir birliği yaptığı bir mantıktır. Birçok sendikacı, birçok sol kesim böyle davranmaktadır. Oku-yazar kesimi tamamen böyledir. Hatta bunlara göre, 1 Mayıs’ı kazasız belasız atlatalım ki, kimse bizim eylem kaçkını olduğumuzu hissetmesin durumu her şeyin önündedir. Ama bu düşünüş tarzının, devrimci hareketi, solu etkilemesine karşı durmamız, işçileri bu konuda açık ve net bir dille uyarmamız zorunludur (1 Mayıs 2021 üzerine ayrı bir makale zorunlu olduğu için, daha detaya girmeyeceğim).
Devrimci hareket, kitle eylemlerinin gerisinden gelemez. Bu duruma düştüğü zaman işçi ve emekçilere öncülük edemez.
İşte işçi sınıfının alternatifi, işçi sınıfının çözümü konusunda da bu nedenle, son derece net olmamız gerekir. Bugün devrim koşulları yok, öyle ise “işçi sınıfının alternatifi olarak devrim”den söz etmeyelim demek, aslında gerçekliğin üzerine uykuya yatmak olur.
Devrimci dostlarımız dışında da bizi (sadece dar anlamda bizi değil, tüm devrimci hareketi) eleştirenler var elbette. Onların durumu ise tamamen farklıdır.
Birçok “dost” (acaba ne kadar dost) bize, hayal görüyorsunuz diyor. Belki de doğrudur. Ama hayalleri olmayanların, gelecekleri de kendi gelecekleri olmaz. Birçok okur-yazar, “devrim çok uzak” diyor. Haklıdırlar, belki de onlar zahmet edip işin içine girecek olsalar bu kadar uzak olmazdı.
5
Sol harekette “sağ”a kayış eğilimi
Öncelikle, “sol” hareket ile “devrimci hareket” ayrımını yaptığımızı belirtmek isteriz. Günlük yaşamda, bu ikisini aynı anlamda kullananlar oldukça çok sayıdadır. Biz “devrimci hareket” dediğimiz zaman, solun tümünü kastetmiyoruz.
Sol, günlük dilde, CHP’den başlayarak, en radikal devrimci gruplara kadar geniş bir yelpazeyi içine alacak şekilde kullanılıyor. Belki, “sol” ve “devrimci” ayrımı yapılırsa, bir sakıncası da olmayabilir.
Eğer böyle bir ayrım yapılmayacaksa, CHP’ye sol demek abes demektir. CHP’nin kendine zaman zaman “sol” dediğini, CHP içindeki birçok kişinin ise zaman zaman değil, her zaman kendini “sol”da gördüğünü düşünürsek, bu nesnellik içinde, sol ve devrimci ayrımı daha anlamlı olur.
Devrimci hareketin, kendini genel anlamı ile “sol”dan ayırması gereklidir. Çok olmak adına, “sol” kavramına razı olmamak gerekir. Doğrusu CHP de kendini “sol”dan ayırmaya çalışmıştır, çalışmaktadır. Hâlâ, mevcut baskı koşulları nedeni ile CHP içinde mücadele edenler, aslında CHP’nin varlıklarına razı olmak zorunda kaldığı kesimlerdir. Yoksa CHP’nin sol ile başkaca bir ilişkisi yoktur.
CHP’nin “sol” olarak görülmesi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında “demokrasi” maskesi ile başlayan anti-komünist, yeni sağ saldırıdır. Bu saldırı, Türkiye’de de devrimci hareketi, işçi hareketini tehdit olarak gördüğü için, hem devlet örgütlenmesinde yeni yollar aradı (Gladio, Ergenekon vb. basının, sendikaların vb. kontrolü), hem de düzen partileri içinde “sol” adres yaratma işine girişti. Bir yandan, tekelci polis devleti, çağımızın “demokrasi”si olarak örgütlenirken, bir yandan da tehlikeli örgütlenmeleri önlemek için devlet örgütleri sol olarak yapılandırıldı. CHP, 1970’lerde 12 Mart sonrasında, o kadarlık solculuk ile işin içinden çıkamayacaklarını anlayınca, bir devlet projesi olarak Ecevit solu olarak örgütlendi. 1960’larda TİP’in etkisini ve gelişen toplumsal mücadeleyi düşünürseniz bu anlaşılırdır. 15-16 Haziran’dan sonra devlet, “sosyal bilinçlenme”nin ileri geçtiğine dikkat çekmişti. Ecevit solu, kitlelerin, devrimci hareketlere akışını durdurmak için devreye sokuldu. 12 Eylül sonrasındaki CHP solu, hiçbir zaman 1973’teki gibi de olmadı.
Hiçbir zaman sol olmayan bir partiyi, “sol”muş gibi ele alıp, yapmadıkları ile eleştirmek, aslında trajik bir durumdur. CHP, Saray Rejimi’nin hiç de küçümsenmeyecek bir parçasıdır.
CHP hariç, sol dediğimiz de, işte o durumda soldan söz ediyoruz demektir.
İşte bu sol, bir genel eğilim olarak “sağa” kaymaktadır. Bu kayışta, CHP’nin etkisi de vardır. Bu nedenle CHP’nin sol olarak kabulü yaygınlaşmaktadır. Birçok açıdan Saadet Partisi, CHP’den daha “sol” argümanlar savunmaktadır. Bugünlerde CHP’nin “kamulaştırma” tartışmalarındaki tutumu ile AK Parti’ninki arasında bir farklılık da yoktur. Kılıçdaroğlu, modern tıraşı ile CHP’nın sol parti olmadığını söylemeye çalışmaktadır. Mesela şu ki, taban bunu anlamıyor.
Birçokları açısından Perinçek’in de sol olarak adlandırılması, aynı hatanın içindedir. Perinçek partisi, bir sol parti değildir, öyle bir hâli de yoktur.
Bahçeli ve Perinçek, Saray Rejimi’nin, yeni dönem seçilmiş başkan yardımcıları olma niyetindedir. Bahçeli’nin anayasa önerisinden bu anlaşılıyor.
Böylece, solun bir kesiminin “milliyetçi” çizgiye kayması gerekiyor. Devlet bunun peşindedir. Bu konuda da birkaç aday olduğu anlaşılmaktadır. Buna “milliyetçi sol” desek yerinde olur kanısındayız.
Sol içinden tam anlamı ile “liberal sol” üretme işi, ikinci noktadır. Neo-liberalizmin iflas ettiği günümüzde, liberal sol, anlam kazanmış olabilir. Bu sol, “özelleştirmeyi” savunmak zorunda değil. Ama onun dışında liberal değerlere sahip çıkabilir. Liberal sola talep daha fazladır. Okur-yazar takımı, Batı değerleri savunucuları bu liberal sol için uygun hammaddedir. Kapitalizmin içinde kalarak, devrim beklemeksizin, şimdiden bir şeyler yapma fikri, Avrupa solunda, özellikle de İngiliz solunda oldukça yaygındır. İşçi sınıfı sömürülecek elbette ama daha insanca, doğa katledilecek ama sadece Cengiz İnşaat için vahşice değil. Burada, daha “sorumlu” vatandaş ilkedir. “Sorumlu vatandaş” aranıyor partisi kursalar yeri olur. Böylece sol-sağ ayrımından da kurtulmuş olurlar.
Elbette bu sol için “laiklik” çok önemlidir. Laiklik hazır tehdit altında iken, açıktan savunulmaktadır. Oysa TC devleti hiçbir zaman laik olmamıştır. Diyanet işleri, bunun başlıca kanıtıdır. Liberal sol, modern değerleri, Avrupa ve Batı değerler sistemi olarak savunmaktadır. Bunların bir kısmı, NATO dahil savunurken, bir kısmı, şükür ki, NATO gibi bir emperyalist egemenlik aygıtını savunmaktan utanmaktadır.
Sanırım, böylece bu sağa kayış meselesini ortaya koymuş olduk. Daha uzun olarak bu konularının ele alınması elbette gereklidir. Ama bizim esas derdimiz, bu sağa kayış eğiliminin, devrimci harekete, kendimizi de parçası olarak gördüğümüz devrimci harekete bulaşmasını önlemektir.
Devrimci mücadele, her zaman, öncelikle kendini ayırma ile başlar. Her koşulda, her şart altında işçi sınıfının nihaî çıkarlarını, devrimi savunabilecek bir bilinç ve örgütlenme, devrimciliğin temel taşıdır. İşçi hareketini, bağımsız, devrimci bir güç olarak siyasal mücadele sahnesine taşımak, önce kendini ayırmakla başlayan uzun bir yoldur.
Devrimci hareket, net olarak burjuva devlete karşı, o devleti yıkmak üzere mücadele eden bir harekettir. Bu nedenle, burjuva ideolojisine, onun her türüne, her görünüş biçimine karşı mücadeleyi sürdürmek temeldir. Milliyetçiliğin her türüne, ayrımcılığın her çeşidine karşı mücadele bu açıdan önemlidir.
Ülkemizde devrimci hareket, halklar sorunu, mesela Kürt sorunu konusunda devletçi bir tutum takındığında, aslında kendini inkâr etmiş olur. Bu aynı durum demokrasicilik konusunda da böyledir. Burjuvazinin demokrasi yalanlarını halka deşifre etmek yerine onun bir parçası oldu mu, kendini inkâr etmiş olur.
Bugün ülkemizde sınıf savaşımı, giderek daha çok yüzeye çıkmaktadır. Dünyadaki eğilim de budur. İşçi sınıfının bittiği propagandası, son yıllarda artık işlevsizleşmektedir. Sınıf savaşımının daha da sertleşeceğini tahmin etmek, sanırız çok da güç değildir. Bizim gibi nispeten yeni hareketler bir yana, uzun yıllardır baskı koşullarında kendini koruyabilmiş ve mücadeleyi sürdürmüş devrimci hareketin, yeni gelişmekte olan mücadeleye kendini hazırlaması çok önemlidir. En zor koşullarda mücadele etmiş her grubun varlığı, devrimci hareketin ortak hanesine bir artıdır ve biz bunu böyle görüyoruz.
Devrimci hareketin, kendini, liberal eğilimlerden ve sağa kayma politikalarından, en aza razı olma yaklaşımlarından koruması, ancak ufukta gelmekte olanı görebilmesi ile mümkün olabilir. Yoksa, yükselmekte olan sınıf hareketinin arkasında kalma pahasına kendini korumak, mümkün değildir. Sınıf mücadelesinin dingin dönemlerinde, ağır baskılar altında kendini korumak bir iş iken, bugün bu artık olanaklı değildir.
Burada bir devrim mayalanmaktadır. Bu elbette ha deyince gerçekleşecek bir şey değildir. Ama bekleyerek gerçekleşmeyeceği de kesindir.
Mücadele, her zaman birçok riski içermektedir. Ama mücadeleye atılmayanların, riskleri almayanların kazanması hiçbir zaman vaki olmamıştır.