Özne ve öznel deneyim Foucault’un, sorunsallaştırma yoluyla kurgulandığını düşündüğü ve üzerine yazıp çizdiği kavramlardan iki tanesidir. Foucault, insan öznelerinin her birinin kendi tarihsel süreci içinde gelişim ve değişim gösteren spesifik bir model olduğunu belirtmiştir. Dolayısıyla öznel deneyimlerimiz de kendi tekil tarihleri içinde münferittirler. Bununla birlikte, insan doğası düşüncesi etrafında şekillenen evrensel bir özneyi, her tarihsel dönemde var olmuş aynı insan modelini savunan fikirleri reddetmiştir. Foucault için öncesinde var olmuş ya da var olan değil, tarihten bağımsız, düşünsel etkinliği olan, öznellik taşıyan özneler vardır. Bu sebeple fiziksel dünyanın herkes için aynı anlamı taşımadığını ve bireylerden bağımsız olmadığını, bireylerin anlam ve yorum dünyasının farklı olduğunu ifade eden fenomenoloji yaklaşımından etkilenmiştir. Marksist yaklaşımdan da etkilenmiş bir düşünür olmakla birlikte, Foucault’nun tarihsel özne analizi, kurgulanan, üretilen ve nesneleştirilen bir söylemsel pratik üzerinde ilerlemektedir. Marksizm, bu bağlamda kendisine ideolojik çerçevede ekonomik indirgemeci bir yaklaşım olarak gelmiştir.
Foucault’nun kurgulandığını düşündüğü özne, bizim gerçekliğimizden uzaktır. Hakikat ise tarihsel olarak bir mikro fizik olan iktidar eliyle yaratılır. İnsanların yaşamını düzenleyen, koşullandıran bir biyo-iktidardan bahsetmiştir. Biyo-iktidar tarafından yaratılan öznel deneyimler ise sorunsallaştırılarak, tanımlanır. Yani herhangi bir şeyi doğru ya da yanlış olarak sınıflandıran, düşünceleri nesneleştiren ve bireyler için bilgi üreten bütün söylemler “sorunsallaştırma”nın kendisidir. Kuşatılmış bilgi olarak kimlik ve bireysellik aynı zamanda tarihsel olarak evrensel bir toplum öznesi de yaratmıştır. Öyleyse, iktidar analizinde nasıl özneler kurulmuş, iktidara bağımlı nasıl bir etik ve normlar oluşturulmuştur? Bunun cevabı Foucault için delilik, hastalık, cinsellik, suç gibi deneyimleri sınıflandıran ve bireyleri toplumdan soyutlayarak ayrıştıran sistem/sistemlerin tarihsel analizini yapmakta gizlidir. Bu ayrıştırmadan kurtulmanın çözümüne kavuşmak hakikatimiz olacaktır. Kimin normal kimin sapkın olduğu, kimin deli kimin akıl sağlının yerinde olduğu, kimin suçlu kimin suçlu olmadığı ayrımında kendimizi tarihsel bir deneyim olarak kabul mü ediyoruz? Bu kimlik biçimlerinin nasıl kurulduğunu sorgulamamız gerektiğini söyleyen Foucault, 17. yüzyıl ile ortaya çıkan üretim kapitalizminin esas kaynaklardan birisi olduğunu da belirtmiştir. Foucault’a göre üretim kapitalizminin amacı; yaşamı yasaklamadan, zorba bir negatif anlayışından uzak kalarak, nüfusu düzenlemek, yaşamları kontrol etmek, üretkenliği arttırıcı sağlıklı bir işgücü yaratmaktadır. Foucault, biyo-iktidarın bu paradoksal yanıyla iki biçimde karşımıza çıktığını söylemiştir:
İnsan bedenini makinalaştıran disiplinci iktidar; göç politikalarını, korunma ile doğum kontrol yöntemlerini düzenleyen nüfusun biyo-politiği. Burada kadın bedeni üzerinde bir iktidarlaşmanın varlığını da belirtmek gerekir. İşgücüne dahil edilen beden gücü bu mekanizmalarla denetlenebilir, itaatkâr, iktidara tabi kılınan bir özne olarak karşımızda durmaktadır. Foucault’ya göre modernliğe girme eşiği tam da burada başlamaktadır. Böylece modern devlet, cezalandırdığı, sınırlandırdığı, kontrol ettiği bir modern toplumu üretken bir özne olarak kurgulamış olacaktır.
İktidarın mikro-fiziği ise söylem üzerinden etik ve bilgiyi modern ruhlarda hapsedecektir. Foucault, özneliğin mekânının ruh olduğunu ve belli söylemlerle tanımlanmış etik ve bilginin iktidar eliyle terbiye edildiğini ifade etmektedir. Büyük kapatılma dediği şey ruhların tutsaklığıdır. İktidar, özne üzerinde kuracağı disiplini belli tekniklerle ele almaktadır. Foucault, iktidar tarafından uygulanan disiplin tekniklerini kavramsallaştırmıştır. Bu teknikleri incelemek Foucault’nun deyimiyle kurgulanan hakikat oyununu anlamamıza fayda sağlayacaktır:
1- Bedenlerin Dağılımı, dört şekilde karşımıza çıkarılmaktadır:
– Çitleme: Mekânsal alanda sınırların inşa edilmesi ve bu sınırlarda gerçekleştirilmesine izin verilen eylemsellik.
– Çerçeveleme: Mekânın örgütlenerek hücrelere bölünmesi. Her bir hücreye bir kişinin konacak şekilde kurgulanması.
– Manifaktür: İş bölümlerinin olduğu bir atölye kurgulanarak o mekânsallıkta işlevselliğin arttırılması.
– Mertebe: Okul, hapishane, hastane gibi mekânlarda hizaya sokulan bir düzenin varlığı. Buna okuldaki koridor, avlu, bahçe için verilen misyonlar ve arka arkaya dizilen sıraları ve sınıfları örnek verebiliriz.
Görülüyor ki kurgulanan bu disiplin yöntemleri ile işgücü bölümlere ayrılırken üretim süreçleri rahatlamakta, emek gücü ise bireyselleşmektedir. Hiyerarşinin varlığı bireylerin bedenlerini kontrol altına alırken, üretime en verimli şekilde dahil olmalarını sağlamış olacaktır. Bu ise mekânın sınırları altında bireylerin yalnızlaşmasını doğuracaktır.
2- Faaliyetlerin Denetimleri, zamanın yönetimi ve kullanımı ile ilgili olarak üç şekilde karşımıza çıkmaktadır:
– Eylemin zamansal yoğunlaşması: Bu modelde bireylerin eylemleri toplu şekilde programlanarak detaylara bölünmektedir. Buna askerî birliklerin belli disiplin içinde, parçadan bütüne doğru, denetimli ve programlı bir şekilde yürüyüş biçimini örnek verebiliriz.
– Bedenle jestin korelasyon içine sokulması: Beden-alet-makina bütünü ile bedeni nesneleştirerek bir denetim söz konusudur. Bedenin yönetilen bütüncül tutumu özgürleşemez.
– Oluşumların örgütlenmesi: Öznelerin faaliyetleri belirlenen zaman içinde sıralanır ve bu zaman içinde sonuçlanır.
3- Güçlerin Birleşimi:
Eğitimle birlikte birliklerin oluşturulması. Bu modele, ordu düzenini bir disiplin gücü olarak örnek verebiliriz. Foucault’nun burada bahsettiği güç birliği, söylem üzerine kurulu, daha önce varmış gibi ve olması gerektiği için kurulan bir disiplin gücüdür.
Foucault’nun tespit ettiği mikro disiplin araçları, iktidar ve bilgi ikilisinin işbirliği ile nasıl özneler yaratıldığını anlatmaktadır bize. Mekânı bölünebilir hâle getiren, onu çitleyerek, çerçeveleyerek emek gücünün işlevselliğini belirleyen bir biyo-iktidar varlığının altını çizmektedir. Böylelikle beden gücünün verimliliğinden fayda sağlayan, siyasi olarak itaatkâr ve kendine tabi kılınmış bireyler yaratan bir biyo-politikanın da varlığını belirtmiş olmaktadır.
“Panoptikon” hapishane biçimi, Foucault’nun ısrarla üzerinde yoğunlaştığı, gözetlenebilir, kontrol edilebilir ve bedenselliğin iç baskı ile şekillenebilir olduğu mikro fiziklerden bir tanesidir.
Panoptikon, İngiliz toplum kuramcısı Jeremy Bentham tarafından 1785 yılında tasarlanmış bir hapishane modelidir. Tek kişilik hücrelerden oluşan, daire şeklinde inşa edilen panoptikon; dış cephesinin duvar penceresinden süzülen gün ışığı sayesinde mahkûmların silüetlerini izleme imkânı sunuyordu. Kuledeki nöbetçiler tarafından tek taraflı izlenen mahkûm, her bir hareketinde denetlendiğini bilerek davranmak durumunda kalmaktaydı. Bu bize görülmeden gözetimin ve belli kurallarla çizilmiş normlara uyum sağlamanın zorunluluğunu hissettiren, görünmez bir iktidar varlığını hatırlatır. Tarihsel süreçten günümüze panoptikon modelinin hastane, fabrika, ofis gibi birçok kurumun işleyişi ile benzeştirilebileceğini söyleyebiliriz.
Foucault’nun gözetleyen iktidar ile gözlenen özne ikilemini, panoptikon modeli bağlamında bir film, bir belgesel örneği ile ilişkilendirmek isterim.
Foucault’nun düşünceleri bağlamında
“Truman Show” üzerine bir analiz
Peter Weir’in yönettiği 1998 yapımı olan Truman Show filmi, bizlere bir televizyon yapımcısının kurguladığı özneyi, Truman’ı anlatmaktadır. Truman, erken doğan bir bebek olduğu için bir televizyon şirketi tarafından seçilir. Bu seçim kendisinden habersizce gerçekleşirken, bütün dünyanın olup bitenden haberi vardır. Truman, böylesine bir distopya için seçilirken tüm dünya karşısında “ödüllendirilmiş” bir bebektir. İçinde yaşadığı ada, eğitimini aldığı okullar, arkadaşlıkları, işi ve evliliği tamamen kurmacadır. Yaratılan yaşam alanı ve bu yaşama dahil olan özneler para ile tutulmuş sahte, kurgusal kişiliklerdir. Bir gün babasıyla birlikte denize açılırken adanın çok daha ötesini görmek ister. Yaşadığı ada o kadar küçüktür ki, küçük yaşına rağmen, başka bir dünyanın kapılarını hep aralamak ister. Fakat Truman bütün dünyanın kitlenerek izlediği, onu izleyenlerin bir an olsun kendi tutsaklıklarından sıyrılabildiği bir hakikat oyunun içindedir. Çünkü onun yaşamı oyuncuların televizyonlarda bizlere sahte duygular vermesinden, şaşalı sahnelerden ve efektlerden çok uzaktır. Truman’ın hikâyesi herkes için hiç sahte değildir. Sadece kontrol altındadır ve özel yaşamın ta kendisidir.
Truman normal olarak dayatılmak istenenin en iyi modeli olmalıdır. Dünyayı keşfetmesi için evinden, yaşadığı yerden ayrılmasına gerek yoktur. O çerçevelenmiş ve çitlerle örülmüş, sınır ötesinin yasaklı olduğu adada dünyayı ayaklarının altına serebilirdi. Tüm bu hakikat oyunun içinde tüm gerçekliğine yabancılaştırılması istendi. Kendisine sunulan tüm yaşam koşullarına, var olan kurulu düzene tabi olması için önce sorgulamadan yaşaması gerekirdi. Bu sebeple önce gözleri önünde babasını suda kaybetmesi kurgulanmıştı. Bu yüzden çocukluğundan yetişkin hâline kadar bu travmayla yaşaması istendi. Suların ardına geçip kendi gerçekliği ile karşılaşmasına engel olundu. Bir gün babasıyla tekrar karşılaştığında gerçekliği olarak düşündüğü her şey ters yüz oldu. Bundan sonraki yaşamı, içinde bulunduğu her anı sorgulamak ve mutsuz olduğu, ait hissetmediği dünyayı değiştirmek üzerine çabalamak oldu.
Bu filmde, Foucault’nun adından sıkça bahsettiği biyo-iktidar olarak televizyon yapımcısını, yaratılan ve olması istenen özne olarak Truman’ı görüyoruz. Bununla birlikte, özneye yüklenen işlevsel fonksiyonun mêkan sınırlaması ile disipline edildiğini, küçük bir adada kusursuzca işlenen düzene tabi kılınan bir Truman yaratıldığını görüyoruz.
Foucault’ya göre, iktidar bir bilgi ve söylem, üretmedikçe var olamaz. Bireylerin kendisiyle kurmuş olduğu ilişki ise üretilen bilgiler yoluyla biçimlenir. Peki bu nesneleştirilmiş bilgi alanından nasıl kurtulabiliriz? Hayatımızın birçok alanına nüfuz eden panoptikon mimarisinden nasıl sıyrılabiliriz? Foucault, olduğumuz kişiden kurtulmamız için önce kurulan kurguyu anlamakla başlamamız gerektiğini savunmaktadır. Tıpkı Truman gibi…
İkinci bir analiz olarak “The Social Dilemma”
Son zamanlarda büyük etki uyandıran belgesel film “Sosyal İkilem”, Facebook, Twitter, Instagram ve Google gibi sosyal medya platformlarının tasarım olarak, çıkış zamanından bugüne değin oldukça dönüşüme uğradığını dile getirmektedir. Belgesel, bu platformların düzeyli, sınırlı ve bilinçli bir bilgi erişimi sunarken nasıl bu denli radikal dönüşüme uğradığını da tartışıyor. Yapay zekâ ve simülasyon yoluyla kullanıcıların nelerden etkilendiği bu platformlar tarafından tespit ediliyor. Yapay zekâ bir sunum sistemi ile her kullanıcıya özel çalışıyor ve böylece kullanıcının alışkanlıklarına uygun reklamlar sunuluyor. Paylaştığımız her satır ve fotoğraf reklamlarla güncellenerek yapay zekâ tarafından bir kodlama oluşturuluyor. Kişiye göre uygunlaştırılmış bu reklamlar bizi yönlendirerek bir ürüne dönüşmemize neden oluyor. Belgeselde sosyal medya platformlarının belli mevkilerinde daha önce çalışmış kişilere yer veriliyor. Belgeselde, Firefox ve Mozilla’nın yazılımcısı Aza Raskin’in sosyal medya üzerine bir sözü çarpıcı nitelik taşıyor: “Kullandığımız ürünlerin parasını reklam verenler ödüyor. Yani müşteri reklam verenler, satılan şey ise biziz.”
Belgeselde anlatılmak istenen başka bir şey, asıl amacın insanların olabildiğince ekran başında kalmasını sağlamak olduğunu vurgulamaktır. Bu sayede reklam döngüleri o kadar fazla ve hedef odaklı yayınlanabilecektir. Belgeselde dikkatimi çeken başka bir söz örneği ise şöyledir: “Ürüne para ödemiyorsanız ürün sizsinizdir.”
Son olarak belgeselin biyo-teknolojiye karşı sunduğu çözümlerden bir tanesi, reklam şirketlerinin ulaştıkları her veri tabanı için vergilendirilmesidir. Böylelikle eriştikleri her bir veri onlar için bir mali yük olacak ve yaşamlarımız üzerindeki kontrol mekanizmaları bu oranda engellenecektir.
Sonuç
Foucault’nun çözümlediği üçlemede, teknoloji endüstrisi biyo-iktidar; reklam dünyası; panoptikon; kullanıcılar ise kurgulanmış birer özne olarak karşılık bulmaktadır.
Peki tüm bu kötücül etkileri bildiğimiz hâlde neden tutsaklığı ve nesne olmayı tercih ediyoruz?
Sanırım, Foucault’nun dediği gibi öncelikle içselleştirilmiş zorunluluğumuzdan sıyrılmamız ve özneliğimizi çıplaklaştırmamız gerekiyor.
Kaynakça
Foucault, M. (1992). Hapishanenin Doğuşu. (M. A. Kılıçbay, Çev.) Ankara: İmge Kitabevi.
Foucault, M. (2014). Özne ve İktidar. (I. Ergüden & O. Akınbay, Çev.) İstanbul: Ayrıntı.