Bazı olaylar, aslında bildiğimiz, ama biraz olsun unuttuğumuz tartışmaları gündeme taşırlar. Göçmen meselesi de böylesi bir konudur. 2011’de başlayan Suriye savaşı, bu konuda bir dönüm noktasıdır. Suriye, Batı cephesinin, emperyalist cephe ve onun işbirlikçileri-tetikçilerinin umduğu gibi teslim olmayıp, direnme yolunu seçince, Türkiye, her ay artan miktarda göç meselesi ile karşı karşıya kaldı. Bir yandan Suriye topraklarının bir bölümünü işgal eden TC devleti, göç meselesini de hem Batı’nın emirleri hem de kendi çıkarları için ele aldı.
Şimdi ise, Afgan göçü gündem hâline geldi. Aslında, daha esas dalganın gelmediği, henüz bunun işin başlangıcı olduğu tartışılmaktadır. Ama buna rağmen, ortada bir göç dalgası da vardır. ABD, Afganistan yenilgisini, açık ve net bir dille üstlenmedi. Bunun yerine, yenildiği yerden yeni bir “oyun” başlatma yolunu hep deniyor. Suriye’de de yaptıkları budur. Yenilgiyi kabul etmiyorlar. Çünkü, çözülmekte olan ABD hegemonyasını durdurmak istiyorlar. Çünkü, emperyalist efendi olmayı, pastadan en büyük payı almayı istiyorlar. Anlaşılır olduğu kesin. Böyle olunca, “hamdolsun” sözleri ile hafızalara kazınan Biden-Erdoğan görüşmesi anlam kazanıyor (Öyle anlaşılıyor ki, Akar, Erdoğan sonrası döneme hazırlanıyor. Sedat Peker’in açıklamaları ile şansını kaybeden Soylu oldu. Ama bu kez, Akar, sessiz kalarak, Afganistan planları ile Erdoğan’a hizmet ederek güç toplamaya başlıyor. Umudu budur. Ama umduğunu bulmak, Akar’ın hayat çizgisine bu kez yazılı mıdır bilmiyoruz). Erdoğan’ın mal varlığı dosyası açılmadı ve onun yerine, Akar-Erdoğan eli ile hazırlanmış Afganistan’da havalimanını koruma “vazifesi” gündem olarak iletilmiş olmalıdır. Mesaj şudur: Ben her yerde senin tetikçin olurum, Ukrayna’da, Kafkaslarda, Karadeniz’de, Libya’da, Suriye’de, hatta Afganistan’da ne istersen seve seve yaparım. Dosyaları kapat ve biraz da para ver yeter. İşte bu mesajı alan ABD yönetimi, elbette, bir de göç meselesi var ya da şunu da unutmayın demekten geri durmaz. Erdoğan, Afganistan’a açık mesajlar gönderip, bize göçün mesajını iletmiştir. Ve böylece, göç, göçmen meselesi yeniden tartışma konusu hâline geldi.
Biden-Erdoğan görüşmesinde, ABD tarafından eğitilmiş, Taliban’a karşı saf tutmuş bazı kadroların, Türkiye’ye göçü istenmiş olmalıdır. Bu nedenle gelenler, çoğunlukla asker gibidir, uzun yola dayanacak gibidir.
Göçmen meselesine ırkçı yaklaşımlar, “utangaç” ırkçı yaklaşımlar birbirine karışarak artmaya başladı. Okur yazar takımı (OYT), elbette bu dalgaya binmekte sakınca görmedi. “Teori”ler geliştirildi, “Afganistanlı göçmenlerden paramiliter güçler kurulup iç savaşta halka karşı kullanılacak” noktasına kadar gelişen “teori”ler.
İşte böylece, biz, “işçi sınıfının milliyeti yoktur” cümlesini yeniden hatırlamak, göç ve göçmenlik üzerine yeniden tartışmayı gündem yapmak noktasına geldik.
Önce bir alıntı yerinde olur.
“Türkiye’de ortalama bilinç, köşeli, bağnaz bir resmî tarih ve resmî ideoloji tarafından ‘iğdişleştirilmiş’, dumura uğratılmış bir bilinçtir. Resmî tarih, yalana, tahrifata, yok saymaya, adıyla çağırmamaya dayanan bir tarih versiyonudur. Fakat, resmî tarih, kendi başına bir amaç değildir. Resmî ideolojinin hammaddesidir. Şeylerin gerçeğine nüfuz etmeyi zorlaştıran bir şey de Avrupa-merkezcilik veya Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşma denilendir… Avrupa-merkezli yabancılaşma, eğitimli kesimlerin kendi gerçekliklerine kendi gözleriyle bakmalarını zorlaştırıyor… Oysa, ‘önemli olan nereye bakıldığı değil, nereden bakıldığıdır’ denmiştir…” (Fikret Başkaya, “Rejimin niteliğine dair on tez”, Özgür Bir Dünya İçin Kaldıraç, Sayı 241, s. 65).
Göç meselesi için de bu nokta çok önemli. OYT, büyük ölçüde “devlete” bağlı bakış açısını aşmamış olduğundan, göç ve göçmen sorununa, farklı tonlarda ırkçılık kokan bir yaklaşımı sürdürmektedir. Çünkü, nereden bakmak gerektiği konusunda tercihleri yanlıştır.
Birçok bilimsel veri sıralanır ve alt alta dizilirse, eğer sizin bakış açınız “standart” ise, “ortalama bilinç” düzeyini aşmamış ise, oradan doğru sonuçları çıkaramazsınız.
Fotoğrafçılar, eğer iyi bir eğitim veriyor ve kendi bilgilerini daha çok paraya satmak için gizleyerek aktarmama yolunu seçmiyorlarsa, öncelikle, bakış açısını öğretmeye çalışırlar. Aynı kareye, farklı bir açıdan bakmanın nelere yol açtığını göstermek isterler.
Hem sanatta hem de bilimde, “nereden bakmak” önemlidir. Sanat ve bilim, “günlük düşünme”nin aşılmasıdır. Günlük düşüncede “güneş doğudan doğar” ve bu bilgi bazı doğrular içerir. Oysa, gerçekte güneş asla batmaz ve doğmaz. Dünya, hem kendi etrafında hem de güneşin etrafında döner. Kendi etrafında döndüğü için, gece ve gündüz denilen şey oluşur ve batma-doğma hikâyesinin kaynağı budur. Günlük bilincimizde devlet, sanki tüm toplumun ortak organıdır, oysa bilimsel olarak bakıldığında biliriz ki, devlet, egemen sınıfın baskı aygıtıdır, siyasal örgütlerinin en önemlisidir.
Göç ve göçmenlik meselesine, işçi sınıfının mücadelesi ve devrim, sosyalizm perspektifinden bakmamız gerekir.
Önce durumu biraz olsun resmetmek istiyoruz. Yoksa söyleyeceklerimize “bunlar genel doğrular ve somut durumu göz önüne almıyor” denmesi mümkün olur. Biraz daha ciddi eleştiriler için, işin bu yönünü kapatmak isteriz.
1
TC aslında, yakın bir tarihe kadar göç alan bir ülke değildi.
Aldığı göçler de, daha çok Batı’dan, yani Balkanlardan oluyordu. Bu nedenle TC devletinin yasal düzenlemeleri de böyledir. Batı’dan gelen olursa buna “mülteci” deniyor. Mesela Arnavutluk’tan gelen kabul ediliyor. Oysa İran’dan gelen olursa “coğrafî çekince” kavramı ile yaklaşılıyor ve onlara mülteci yerine, “geçici koruma” adlı bir kavramla yaklaşılıyor. Mülteci, aslında yasal haklar elde ederken, “geçici koruma” programındakiler, gönderilmek üzere kenarda tutuluyor.
Sanıyorum, bu durum biliniyor ve bilmeyen de yoktur.
Bu mülteci yaklaşımı, yani Balkanlardan geleni mülteci olarak almak ve diğerlerini almamak yaklaşımı, NATO bağları içinde anlamlıdır. SSCB’ye karşı bir ileri karakol olarak örgütlenmiş bir ülkede, eski sosyalist ülkelerden gelene kucak açmak, onları “anti-komünist” mücadelenin bir parçası olarak ele almak “anlaşılır” olmalıdır. Yani, mesele Batı’dan gelenin “insan”, doğudan gelenin ise “eksik insan” olması meselesi değildir. Mesele Doğu kültürünün bize daha çok “yabancı” olması da değildir. Bunları, hızla bir kenara atıyoruz. Kimse NATO mekanizmalarına, “aklayıcı” imajlar yüklemesin.
Kavrama dikkat edin: “Coğrafî çekince”.
“Coğrafî çekince” askerî bir terimdir. NATO mantalitesi çerçevesinde meseleye yaklaşılmaktadır. Balkanlardan göçenler, çoğunlukla AB ülkelerine doğru göç ederler. Hem iş bulma umutları daha fazladır hem de “cazibesi” vardır. Ama bazı programlar çerçevesinde Türkiye, Balkanlardan göç almıştır. Yugoslav göçü, Bulgar göçü gibi göçler Cumhuriyet döneminde gerçekleşmiştir. Ve alınan bu göçmenler, en aşağılık muamelelere maruz kalmıştır. Her zaman olduğu gibi. Bir yandan “komünist” olma ihtimalleri araştırılmış, bir yandan da onların “anti-komünist” mücadeleye katılmaları sağlanmaya çalışılmıştır. Çoğunluğu, işgücü olarak da kalifiyedir. Bu kalifiye işgücü, rahatça yerleşti diye düşünülmesin. Tersine, belirleyici unsur “anti-komünist” mücadeledir. Eğer anti-komünist olma sınavını geçerseniz, siz NATO mekanizmasına sadıksınız demektir, bu durumda göçmen olmanız ve devletin hizmetine girmeniz daha olanaklıdır.
2
Göç ve göçmenlik, bizde sadece “dışarıdan gelen” bir insan seli olarak ele alınamaz. Bizde, tüm Cumhuriyet dönemi boyunca, köylerden şehirlere göç oldukça yaygındır. Son 20 yılda, tarımda yaşayan nüfusun anormal biçimde azalmasına bakın. Belki bunun bir nedeni “büyük şehir” uygulaması ile “kırsal alan” tanımının daralmasıdır. Ama bu olsa olsa sadece bir nedenidir. Köylerde yaşayan nüfus %5’lere kadar düşmüştür. Dediğimiz gibi, bunun bir nedeni büyük şehir uygulaması ile yapılan yasal düzenlemedir. Ama yine de, rakamlara bakılabilir. 2000’lerin başında tarımdaki nüfus, yuvarlak hesap nüfusun yarısı, yarısından biraz azı idi. Oysa şimdi bu %5’lere, haydi diyelim %15’lere (büyük şehir düzenlemesini yok sayalım) düşmüştür. Bu durum, ciddi bir değişim demektir.
Demek oluyor ki, tüm Cumhuriyet tarihi boyunca göç politikaları, devlet eli ile uygulanan politikaların bir parçası olmuştur. Oysa, mesela Cumhuriyet, bir toprak reformu da yapmış değildir. Özellikle 1960’lardan sonra iç göç sürekli artmıştır ve hızlanmıştır. Sömürge bir ülkenin klasik gelişim sürecidir bu. “Kalkınma iktisadı”, bu açıdan büyük bir yalan, büyük bir örtüdür. Sovyetler’in yardımı ile yapılan sanayi yatırımları bir yana bırakılırsa, tüm sanayi gelişimi, devlet desteği-yabancı sermaye bağı ile yapılmıştır. Yabancı sermaye, elbette, kendisi için “altyapı” ister. Mesela İstanbul’da yatırım uygundur, ama daha ucuz işgücü olsa da, mesela Diyarbakır’da, mesela Erzurum’da, mesela Sivas’ta yatırım o kadar “kârlı” değildir. Oralarda, mesela 1960’larda işgücü daha ucuz olabilir. Ama İstanbul, birçok altyapı hizmetinin olduğu bir yerdir: Elektrik, su, ulaşım, haberleşme, eğlence vb. Eğlenceyi bilerek ekliyorum, mesela Çorum’da, 1960’larda bir Alman, bir Amerikalı için eğlence çok zordur ve doğal olarak tehlikelidir. Böylece, İstanbul gibi yerler (bunlara Bursa, Trakya, İzmir vb. de eklenebilir, Mersin, Adana’da), göç almak “zorunda” bırakılmıştır. Göç için, daha çok para kazanma umudu, kısa sürede “köşeyi dönme” umudu ile iç içedir. Almanya’ya işçi göçünü düşünün. Sivas’ın bir ilçesinden, İspir’in bir köyünden hiç İstanbul’u görmemiş bir ailenin 1960’larda Almanya’ya göçü, sıradan bir durum değildir. Üstelik ortada savaş da yoktu.
Bu iç göç, şehirlerin etrafında, küçük mahalleler oluşturmuştur. Diyelim ki, Tozkoparan’a gelmiş olan bir Rizeli göçmen, diğer akrabalarını da oraya taşımıştır, bir anlamda öncü gibi. Bugün hâlâ İstanbul’un birçok semti, böyle tarif edilir. Burada Rizeliler, burada Sivaslılar, burada Erzincanlılar, burada Trabzonlular yaşar, gibi. İstanbul’un ilçe belediye başkanlarının çoğu Trabzonludur. Bu aslında, tam da bu gerçeğin, göç meselesinin sonucudur.
Durum, kültürel açıdan da farklı karmaşalar yaratmıştır. Doğaldır. Dinî örgütlenme, bu hemşehricilik meselesini kullanmakta mahirdir. Ama daha fazlası vardır. Sivaslı ile Rizeli birbirini bu göç sonrasında, yeni “vatan”larında tanımıştır ve doğrusu, birbirini aşağılamıştır.
Kapitalizm sadece insanın insan tarafından sömürülmesine dayanmakla kalmıyor. Bu sömürü, beraberinde, büyük oranda aşağılama denilen şeyi de yaratıyor. Sadece cinsiyete dayalı bir aşağılanmadan söz etmiyoruz. Herkes kendinden güçsüz olanı aşağılıyor. Trabzonlu, Erzincanlıyı neredeyse düşmanı olarak görüyor.
12 Eylül öncesinde bile, patronlar, en sıradan bir fabrika örgütlenmesinde, “sen Sünni bir kişisin bu Alevi’yi mi dinliyorsun”, “sen Sivaslısın, şu Artvinliyi mi dinliyorsun” tarzında aşağılanmayı günlük olarak kullanmaktaydılar.
Şehirlere gelip, hızla kültürel değişim süreci içine girenler, bir açıdan “tutunabilmek” için, eğilip bükülmek zorunda kalıyorlardı. Bu durum, bugün de böyledir.
Görüldüğü gibi, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak ölçüde net bir biçimde, burjuvazi, günlük bilinci ile bu farklılıkları, işçi mücadelesini bölmek için kullanmıştır, kullanmaktadır. Karslının bir kültürel özelliği onun davranışında ifadesini bulduğunda buna şaşıran bir Aydınlı, kendi başına kalsa, bu davranışı öğrenmeye çalışır, ama kapitalist egemenlik altında bu durum, aşağılanmanın konusu oluyor. Ve ezilenler, ezenleri kopya eder gibi, kendinden güçsüz olanı hor görmeye başlıyor. Bu yolla, kendi ezilmişliğini örtmeye çalışıyor.
Dinin bu çorbadaki etkisi, daha çok 12 Eylül sonrasına aittir. Önceki dönemlerde var olsa da etkili olmamıştır.
Din, bu hareketli, huzursuz kitleleri yönetebilmek için, egemen sınıfın eline büyük bir olanak sunmaktadır. Egemenler, bu bilince Osmanlı’dan Cumhuriyete geçerken varmışlardı. Diyanet işlerini, oldukça etkili kullanmayı başarmışlardır.
3
Bugünkü sorun, daha çok “Suriyeliler” ve şimdi “Afganistanlılar” olarak ele alınmaktadır. Sanıyorum, şimdiye kadarki bölüm ile, meselenin öncesi ile bağını kurmak konusunda bir olanak ortaya konmuş oldu.
Suriye savaşı sonrasında, “bir öğlen namazını Şam’da kılmak” hayali ile hareket edenler, göç sorunu ile karşı karşıya kaldılar. Suriye’de Esad’a karşı bir askerî örgütlenme için çalışan ABD ve ortakları, bu durum karşısında TC devletine ilave görevler verdiler. TC devletinin başlıca görevleri, silah tedariki, çetelerin eğitilmesi, yaralıların Türkiye’de tedavisi vb. şeklinde idi. Göçmen meselesi de böyle ele alındı. Bir yandan bu göçmenler içinden savaşçı yetiştirmek istediler, bir yandan da “etinden sütünden” yararlanma mantığı çerçevesinde bu göçmenlere ucuz işgücü vb. olarak yaklaştılar. Ama, göçmen sayısı kampların kapasitesini aşınca, işler biraz daha değişti.
Suriye savaşında ölen Suriyeli sayısının 500 bini geçtiği söyleniyor.
6,7 milyon Suriyeli ülkeyi terk ederek göç etti ve milyonlarcası da savaş nedeni ile Suriye içinde yer değiştirdi.
2011 yılında TC devleti, 58 bin göçmenden söz ediyordu ve bugün bu rakamın 4 milyonu aştığından söz edilmektedir. Gelenlerin çoğu, ülkeyi bir geçiş ülkesi olarak kullanıp, Avrupa’ya geçmeye çalışıyordu. Bu Suriyeliler için de böyleydi.
Irak, Afganistan ve Suriye savaşları, Türkiye’yi, göçün “transit ülkesi” olmaktan çıkarmaya başladı denilmektedir. Eksiktir. Bunun nedeni AB ile 2013 yılında yapılan anlaşmadır. 2013 yılında AB ile yapılan anlaşma, “tut göçmeni, al parayı” şeklinde okunabilir. Soğuk Savaş politikalarına devam etmesi istenen ve bu konuda ABD tetikçisi olarak görev almayı “bilinç” hâline getirmiş TC devleti, bu anlaşmayı para kazanma yolu olarak gördü. Rant, yağma ve savaş ekonomisine son derece uygundur.
Saray Rejimi, rant-yağma-savaş ekonomisi üzerine oturmaktadır. Bu temelde, siyasal iktidarda yer bulanlar ceplerini doldurma konusunda bir sistem geliştirdiler ve “rant-yağma-savaş ekonomisi” üzerinden bir paylaşım kardeşliği oluşturdular. Bu sadece Erdoğan meselesi değildir. Erdoğan’ın pay almadığı hiçbir “ekonomik” hamle olmaz. Tamam ama, paranın tümünü de o almaz. “Tut göçmeni al parayı” anlaşması, o kadar ileri boyutlara vardı ki, Erdoğan, (bir) daha çok para almak için ve (iki) ABD emri ile AB’yi sıkıştırmak için göçmenler üzerinden şantajlara başlamıştır. Dahası, bizzat kendi ağzından, afyonlu nutuklarından birinde “Merkel’e dedim ki parayı elden ver” demiştir. “Parayı elden ver,” ticarette, faturasız, kayıtsız kuyutsuz iş yapmak içindir. Tüccar bunu, devlete daha az vergi ödemek için yapar. Ama komisyoncuların başı Reis, bunu “devletin başı” olarak yapmaktadır. Ne yapsın, ülkeyi anonim şirket gibi yönet, dediler. Bildiği en iyi anonim şirket Ülker idi ve faturasız satış, malın niteliği ile oynamak bu şirketlerde çok yaygın idi. O da bunu bildiğinden bunu yapmıştır.
Saray Rejimi bununla yetinmemiştir.
Suriye savaşına tetikçi olarak dalan TC devleti, yağma işini hemen organize etmiştir. Petrolden insan kaçakçılığına kadar. Ve bundan tüm tekeller payını, az ya da çok almıştır. Saray, bu tekellerin bu “kanlı” parayı çok sevdiğini bilmektedir. Buna bir diyelim.
İkincisi, savaşın içe yansımasıdır. IŞİD ile girilen girift ilişkiler, “din kardeşliği” temeli üzerine kurulmak istendi. Ancak, 100 dolar karşılığında “İslam savaşçısı” olanlar, 150 dolara da başkaları için savaşmaya başlamıştır. Bunu yönetmek, ancak onlara “uygun işler” vermekle mümkün idi. MİT devreye girmiştir. SADAT organize edilmiştir ve 7 Haziran’da iktidarı seçimle kaybeden Erdoğan, Saray Rejimi’ni kurmak için yola çıkmıştır. Suruç katliamı, Ankara Gar katliamı başta olmak üzere birçok katliamda IŞİD kullanılmıştır. Kürt halkının üzerine ABD tarafından salınan IŞİD, içeride de TC eli ile Kürt halkına karşı kullanılmaya başlanmıştır.
Amaçları Suriye’den AB’ye geçmek olan göçmenler, yollar kapanınca, bir yerlerde yaşamak için, hayata tutunmaya başlamışlardır. TC devletinin bu IŞİD çeteleri ile ilişkisi bu sürecin bir başka boyutudur. Ne Suriyeliler IŞİD’lidir ne de onların içinden TC eli ile devşirilen savaşçı çeteler başarılı olabilmiştir. Bu savaşçılar, TC devletinin işgal ettiği alanlarda, Suriye cephesinde TC ordusunun uzantısı olarak tutulmuştur.
Demek oluyor ki, TC devletinin göç politikası işgalci politikasının, yağmacı politikasının, rantçı politikasının bir uzantısıdır. Mesele bir yandan Kürtlere karşı savaşla bağlanmaktadır ki bu konuda Suriyeliler etkin değildir ve mesele aynı zamanda Rusya’ya karşı ABD’nin savaşı ile bağlantılıdır.
Bugün, Türkiye’ye gelen ama AB’ye geçmek isteyen ama geçemeyen göçmenler, “yakalanmaktadır”. Bu yakalananlar, 2019 yılında 450 bin kişiye ulaşmıştır. 2015-2020 arasında yakalananların toplamı ise 1,5 milyonu bulmaktadır.
Suriyeli olup da, “yeterli ücret” ile çalışanlar, yani Prof. Yasin Aktay’ın “onlar olmazsa ekonomi çöker” dediği kişi sayısı 1,5 milyondur. Bunlar, 1000 TL aylık ücretle, ortalama günde 16 saat çalışmaktadırlar. Gün 24 saattir ve 8 saat, uyku dahil diğer işlere düşen zamandır.
Burjuva iktisatçılar, mesela Yasin Aktay, yeni bir kavramı devreye sokmaktadır. Bu kavram, “asgarî ücret”ten farklı olarak “yeterli ücret”tir. Yeterli ücret 1.000 TL’dir. Bu, ayda 400 adet simit anlamına gelmektedir. Üç öğün ikişer simit yemeye yetmez, çay ve su da hariç. İstanbul gibi büyük şehirlerin yıkıntılarında kendilerine evler bulmaktadırlar.
1.6 milyon Suriyeli ise, “tut göçmeni al parayı” programı çerçevesinde, AB’den alınan fon ile, ayda 125 TL (zamlı hâli 125 TL) ile yaşamaktadır. Bu paranın onlara verilip verilmediği de tartışma konusudur.
Çalışanların aldığı en yüksek ücret “yeterli ücret” denilen ve bugün 1.000 TL olan ücrettir. Bu işçiler, Gaziantep, Kayseri ve Konya’da, ağırlıklı olarak 10-30 kişi çalıştıran işletmelerde çalışmaktadır. İşte Aktay’ın “onlar olmazsa ekonomi çöker” dediği işçiler bunlardır.
Göçmen “ucuz emek deposu”dur.
Bu işçiler sosyal güvencesiz çalışmaktadırlar ve işten atılmaları konusunda hiçbir yasal engel yoktur. Yani, kıdem tazminatı vb. gibi maliyetler, patronlar için söz konusu değildir. İstedikleri zaman işten atılabilmektedirler.
Bunların dışında 320 bin kişi göçmen pozisyonundadır. Özbek, Tacik, Afgan, Iraklı (Arap) sayısı bu kadarla sınırlı olmayabilir. Çoğu, “geçici koruma” adı altında ülkede durmaktadır.
4
Göçmen, mesela Almanya’ya giden Türkiyeli işçiler örneğindeki gibi, geri dönmek üzere gidenleri de içerir. İnsanın yaşam alanını terk etmesi, ekonomik veya savaş gibi ekonomik veya fiilî zorla gerçekleşiyor. Ülkemizde, Kürt köylerinin zorla boşaltılması örneğini biliyoruz. Bugün hâlâ, Kürtlere karşı saldırılar Batı’da sürmektedir.
Ama göçmenin geri dönmesi o kadar kolay değildir. Kültürel parçalanma, yeni yerde aşağılanarak da olsa yerleşme geri dönmeyi zorlaştırmaktadır. Göçülen “anavatan”a geri dönmek, o ülkede ikna edici gelişmeler olması ve ekonomik olarak orada yaşayabilme olanaklarının oluşması ile mümkün olabilir. Tersine göç, ancak bu yolla mümkün olabilir.
Bugün, 770 bin Suriyeli çocuk, Türkiye’de ilkokullarda okumaktadır. Suriye savaşı bitmeden, Suriye’de yeni bir yaşam olanağı yerleşmeden, bu göçün geriye yönelmesi o kadar kolay değildir. Bugün, büyük şehirlerin çoğunda, Suriyeli mahalleleri oluşmaktadır. Bu Suriyeliler, insan kaçakçılığı da dâhil, birçok çetenin ellerine düşmektedirler.
Ve sistem, bundan rahatsız değildir.
5
Meseleye işçi sınıfı açısından bakıldığında durum biraz daha farklıdır.
İşçi sendikaları, gerçekten işçi sendikaları iseler, mesela bu göçmenler konusuna eğilmek zorundadır.
Bunlar işçi sınıfının yeni eklenmiş bir parçasıdırlar. İşçi sınıfının milliyeti yoktur. Dünyanın tüm işçileri kardeştir. Denebilir ki, “mazluma dini sorulmaz.” Demek ki ne din ne ırk ayrılığı işçiler için söz konusu olmamalıdır.
İşçi sendikaları için mesele, “yeterli ücret” gibi yaklaşımlara karşı, ilkeli ve kararlı mücadele geliştirmektir.
Ülkede 9 milyonu aşkın insan, sosyal güvencesiz çalışmaktadır.
Toplu sözleşmeden yararlanan işçi sayısı, en iyi rakamlarla 1,5 milyondur ve toplam işçi sınıfının %5’i civarındadır.
9 milyon sosyal güvencesiz çalışanın bulunduğu bir ülkede, göçmenlerin “işçilerin işlerini ellerinden aldıkları” propagandası, işçi sınıfını bölmeye, sorunların temelini gizlemeye dönük bir propagandadır.
İşçi sınıfı, bu ırkçı yaklaşımları temelleyen bakış açısını tek etmek zorundadır. Sivaslı, Erzurumlu, Trabzonlu, Giresunlu, Erzincanlı vb. ayrımı ne kadar devlet propagandası ise, ırk ve din yaklaşımı da o kadar devlet propagandasıdır. Ve ırkçı saldırılar, yeni gelenleri, işçi sınıfının ve ezilenlerin ana gövdesinden uzak tutmak içindir. Onlar kendilerini öncelikle işçi ve emekçi olarak değil, “yabancı” olarak hissetsin amacıyla bu saldırılar yapılmaktadır. Ve bu ırkçı saldırılar için, bizim ülkemizde devletin oldukça eskiye dayanan deneyimleri vardır, birikimleri vardır. 6-7 Eylül olaylarını hatırlamak yeterlidir.
İşçi sınıfı, sigortasız çalışmayı, Suriyeli işçiler, göçmen işçiler geldiği için öğrenmedi. İşsizliğin 15 milyon kişiyi aştığı, uzun pandemi dönemi boyunca işçilerin 1200 TL’den az ücret aldığı bir ülkede, göçmen işçileri dışlayarak, “öteki” ilan ederek, ancak ve ancak, egemenlerin ekmeğine yağ sürülmüş olur.
Mesele, işçi sınıfın örgütlülüğü meselesidir.
İşçi sendikaları, eğer işçi sendikası olsalar, gerçek anlamda işçi sendikası olsalar, devletin denetimini kırsalar, sendika mafyasını sırtlarından atmış olsalar, Suriyeli işçileri ya da hangi ülkeden olursa olsun göçmen işçileri, örgütlemekte zorluk çekmezler. Bu durumda, “yeterli ücret” gibi saçmalıklar, Yasin Aktay gibilerin akıllarında dans etmez. Göç meselesinde işçi sınıfı, doğrudan örgütleri aracılığı ile devrede olur. Kendi haklarını koruyamayan, bu konuda eylem geliştiremeyen bir işçi sınıfı, sorunu yabancı işçilerin yarattığı bir sorun olarak ortaya koyanlara inanmak zorunda kalır.
Örgütsüz bir işçi sınıfı, devletin, düzenin propaganda aygıtının esiri hâlindedir. Bu nedenle, düzenin propaganda ettiği her türlü ırkçı söyleme kulaklarını açar. İşin kolayına kaçar. Örgütlenmek, sisteme karşı mücadele etmek zordur, meşakkatlidir. Ama onurlu tek yol budur.
Kendinden güçsüz olanı aşağılamak, kendinden güçsüz olanı ezmeye kalkmak, kendinden güçsüz olana yüklenmek, aslında kendini bir güç olarak da görmemektir. Bu, sistemin ortalama bilinci ile davranmak demektir. Yani, bilinçsiz işçinin işidir. Sınıf bilinçli işçi için, dünyanın tüm işçileri kardeştir.
İşçilerin milliyetleri yoktur. İşçi, hangi halktan geliyor olursa olsun, hangi etnik kökene sahip olursa olsun, işçidir. Kızılderili, siyah, esmer, sarı veya beyaz, işçiler kardeştir. Sermayenin dişlileri arasında sömürülen, iradeleri kırılmak istenen işçiler, ancak kardeş olduklarını bilince çıkardıklarında özgürleşebilirler. Sınıf bilinci tam da budur.
Mazluma dini sorulmaz. Ezilen, aşağılanan, yoksul olan, haksızlığa uğrayan, hangi dinden, hangi inançtan olursa olsun, mazlumdur.
6
Biden’ın emri ile ya da ABD’ye yaranmak için “ben sana bağlıyım, sen benim efendimsin” demek için Saray Rejimi, her göreve canla başla atlamaktadır.
Öyle anlaşılıyor, Akar, Afganistan havalimanı konusunda görev almak için canla başla bir yol oluşturmuştur. Efendileri, bu yolu Erdoğan’a söyletmişlerdir. Erdoğan, ABD’nin istediği şeyi, masaya getirmiştir. Körün aradığı bir göz hesabıdır bu. ABD, bunun üzerine, bir de göçmen meselesini eklemiştir.
AB, Türkiye’nin bu yeni Afganistanlı göçmenleri tutmasını istemektedir. Daha esas göç akımı da başlamamıştır.
ABD ve AB, bu göçmenler Türkiye’de kalsın, “tut göçmeni al parayı” aşağılık programı uygulanmaya devam etsin istemektedir. Sonra, bunların içinden en “olumlu” olanlarını ucuz işgücü olarak alabilirler. Bunun hesabını yapmaktadırlar. ABD, Avrupa’yı, İslamî çetelerle epeyce zamandır tehdit etmektedir. Fransa’da ortaya çıkan saldırıların niteliği bellidir. AB ise bu ayıklamayı Türkiye içinde yapmaktan yanadır ve bunun için 3 milyar euro daha önermektedirler.
Saray bu yolla ömrünü uzatma peşindedir. ABD ne derse yapacaktır, yeter ki ömrü uzasın. Kafkaslarda, Ukrayna’da, Karadeniz’de, Suriye’de vb. görev almaya hazırdırlar.
Afganistan bu alanlardan en yenisidir.
Burada istedikleri destek, Erdoğan’ın ağzından yansımıştır: Lojistik destek, diplomatik destek ve maddi destek. Özetle Saray Rejimi şunu söylüyor: Bize para verin. Bizim askerimiz, iyi bir ihraç malıdır. Bunun karşılığında uygun bir para ödemelisiniz. Bilmiyoruz, asker başına bir miktar mı belirleniyor? Kore savaşında öyle idi. Muhtemelen burada da öyledir. Muhtemeldir ki, bu para meselesi çözülecek konudur. Zira Kâbil havalimanının güvenliği sağlanırsa, mesela uyuşturucu parasından bir pay TC devletine verilebilir. Bunun için, bazı Afganistanlıların, uyuşturucu çetelerinin uzantısı olarak Türkiye’de 250 bin dolarlık bir konut alarak “yerli ve milli” hâle gelmeleri mümkündür. Öyle anlaşılıyor ki, göçmenlerin içinde bir bölüm bu iş için vardır. Dahası, göçmenlerin daha büyük dalgalarla iş yapabilmesi için, mesela insan kaçakçılığı için de görevli Afganistanlılar buraya yerleştirilebilirler. Demek ki para meselesinin çözümü kolaydır. Hem de Erdoğan’ın istediği gibi, “elden” ödeme ile, kayıt dışı bir tutar.
Lojistik destek, muhtemelen hava olanaklarıdır. Aslında bu o kadar kolay bir konu olmasa gerek. Zira havalimanında belli miktarda ABD askeri bırakmak dışında bir yolu yok. Ama bu askerin orada varlığı zaten zordur. ABD askeri, büyük oranda TC askerinin ardında saklanmak isteyecektir. Yenildiği bir yerde ABD bu yolla tutunmak isteyecektir.
Saray bu durumu görüyor. Bu nedenle, Erdoğan’ın ağzından, “Taliban’la inançlarımız farklı değil” şeklinde bir açıklama yapmaktadır. Bu açıklama, hem ülkede Taliban iktidarını tanımak anlamına geliyor hem de ABD’ye bir mesaj niteliği taşıyor. Yani, bize saldırmazlar demek istiyor. Sıradadır, Erdoğan, epilepsili hâli ile, Taliban lideri ile görüşecektir.
Kaş yapalım derken göz çıkartmak bu olsa gerek.
Erdoğan’ın ünlü bir fotoğrafı vardı. Yanılmıyorsam Hürriyet basmıştı ve o zamanlar Doğan Holding bünyesinde idi. Doğan Holding, bugünlerde affedilmek için çırpınmaktadır. Ama konumuz da bu değil. Fotoğrafa dönelim. Sanırım arşivlerden bulunabilir. Bulamayanlar, gidip Ertuğrul Özkök’e sorsunlar. Bu ünlü fotoğrafta, Erdoğan, Hikmetyar’ın dizinin dibinde poz vermişti. Babasının dizi dibinde öyle bir fotoğrafı olmadığı kesindir. Hikmetyar, hatırlamayanlar için, ABD’nin Afganistan’daki adamlarından biri idi ve uyuşturucu çetelerinin de ona bağlı olduğu söylenirdi.
Demek oluyor ki, Erdoğan, doğru söylemektedir, “Taliban’la inançlarımız farklı değil” dediğinde gerçeği yansıtmaktadır.
Taliban ise bu açıklamayı “beğenmek”le birlikte, yabancı asker varlığını istemediklerini ilan etmektedir. Bu durumda TC devleti, henüz Afgan hükümeti demek olmayan Taliban ile diplomatik ilişkiye girmiştir. Acaba Çavuşoğlu, yangın bölgesinden Katar şeyhlerini arayıp ne kadar arazi istersiniz demeden önce Taliban ile de görüşmüş müdür? Bu görüşmede, diplomatik bir giriş olarak Taliban’ın zaferini tanımak adına, İslam dünyasının lideri Erdoğan’ın, kendilerini Afganistan emiri olarak tanıdığını söylemiş midir? Buna karşılık Taliban, hayır biz sizi bizim emirimiz olarak görmek istiyoruz demiş midir? Bilmiyoruz. Ama anlaşılan odur ki, uyuşturucu işi için Afganistan’da Taliban’la bir anlaşma yapılmaktadır. Dağıtımın Türkiye ayağını tutmak isteyen ABD, bu pazarlıkta şansını artırmak istiyor olabilir mi? Yoksa Afgan ekonomisi nasıl ayakta duracak?
Diplomatik destek talebine gelince, kanımızca bu talep tümü ile, TC’nin oradaki varlığını Rusya ve Çin’e karşı savunma talebidir.
TC devletinin savaş ekonomisini beslemek istediği anlaşılıyor. Bu nedenle Soylu, Suriye ve Irak’a yürüyerek gidip gelmekten söz ediyor.
Tekeller, savaş ekonomisini sevmişlerdir.
Suriye’de işgal altındaki bölgede sürmekte olan yağmaya bakınca bunun nedenini anlamak zor olmasa gerek.
İşçi sınıfı, bölgemizde gelişmekte olan devrimi karşılamak üzere örgütlendikçe, elbette tüm sınırlar ortadan kalkacaktır. Burada başlayan devrim, tüm bölgenin sosyalist devriminin kaldıracı olacaktır. Bu, bölgede gelişecek her devrim için de geçerlidir. İşçi sınıfının en gelişkin olduğu bölge ülkelerinden biri Türkiye’dir ve bölgemizdeki sosyalist devrimin önemli parçalarından da biridir. İşçi sınıfının, devrimci işçilerin bakması gereken nokta burasıdır.
7
Okur yazar takımı (OYT) tarafından en çok yapılan propaganda, göçmenlerin içinde, İslamî çetelerin de var olduğu, bu çetelerin iç savaşta halka ve işçi sınıfına karşı kullanılacağı görüşüdür.
Göçmenlerin “salt göçmen” olmadıklarına katılmamak mümkün değil. Dünyada emperyalist güçler arasında bir yeni paylaşım savaşımı var iken, hiçbir olayın “salt” o olma özelliği kalmaz. Ama doğrusu, içlerinde İslamcı çeteler, daha çok AB’nin tehdit edilmesi amacına hizmet eder.
Ülkemizde devlet, işçi ve emekçilere karşı paramiliter güçleri uzun süredir kullanmaktadır. MHP, bu işi 12 Eylül öncesinde yerine getirmekte idi. Bugün İslamcılık ve milliyetçilik birleştirilerek bu paramiliter güçler devreye alınmıştır. SADAT budur. IŞİD çetelerinin katliamlarda kullanılması budur.
Ama bir şeyi netleştirmek gerekir. TC devletinin paramiliter güçleri kullanması yeni değildir. Sivas katliamını hatırlayalım. IŞİD çetelerinden farkı nedir?
Voleybol takımı şampiyon olunca, onlara karşı başlayan kampanya için Afganistanlılara ihtiyaç duyuldu mu? Bir kafa, kadına baktığında görünen vücut parçalarından dinini ve imanını kaybettiğini düşünüyorsa, o kafa önce kendi yakınındaki kadınlar ve çocuklar için, tüm toplum için zehirli bir kafadır. Bunu besleyen Saray Rejimi’dir, devlettir. Ve devlet, paramiliter güçler için gerekli adamı her zaman bulur.
Kendi askerini Afganistan’a gönderenlerin, siyasal iktidarları için neler yaptıklarını zaten biliyoruz. Kürtlere karşı TC devletinin yürüttüğü savaş, baştan aşağıya kirli bir savaştır. Bu savaşı hiç ama hiç akıldan çıkarmamak gerekir. Kürtlere karşı yürütülen soykırım savaşını görmezden gelen OYT, bize iç savaş için Afganistanlılara duyulan ihtiyaçtan söz ediyor.
İç savaş için TC devletinin elindeki ordu ve polis de aynı işi yapmaktadır.
CHP mantığının, Saray’ın bir uzantısı, “muhalefetteki görevlisi” olarak halkı korkutmak için kullandığı argümanların bir başka çeşididir bu. Bu çetelerin paramiliter güçler olarak kullanılmayacağını söylemiyoruz. Hayır. Zaten kullanılıyorlar diyoruz. Dahası, devletin tüm birimleri de bu işi yapmaktadır.
Sorun halkın gösterdiği tepkinin zayıflığını doğru anlamamaktan kaynaklanmaktadır. Halk, zayıf tepki gösteriyor, çünkü örgütsüzdür. Ve devlet tüm güçleri ile, ordusu ile, yargısı ile, polisi ile saldırmaktadır. Örgütlülüğü yetersiz olan halkın tepkisi bu nedenle zayıf kalmaktadır.
Yani, var olan mücadeleyi, var olan direnişi yokmuş gibi varsaymak yerinde değildir. Ortada her şeye rağmen gelişen, büyüyen, örgütlülüğü de artan bir direniş vardır. Sanki bu yokmuş da, onlar gelecek ve direniş başlarsa bastıracaklar demek yanlış bakıştır.
Mücadelenin sertleştiği doğrudur. Daha da sertleşeceği ise bir sır değildir.
Devletin uyguladığı zor, egemenlerin sınır tanımayan zoru, karşısında kitlelerin, işçi ve emekçilerin zorunu bulacaktır. Er ya da geç.
Bu süreci örgütlemektir esas olan.
Mesela halkı, Saray’ın saldırılarının korkutmaya yetmediği yerde, CHP tarzı ile “bunlar her şeyi yaparlar” tarzı söylemle korkutmayı bir yana bırakma meselesidir. Sanki şimdi yapmıyorlar gibi. Şimdi de yapıyorlar. Şu anda da paramiliter güçleri devrededir.
Gezi’de kadınların ve gençlerin karşısına palalıları çıkartmadılar mı? %50’yi evde zor tutuyorum nutuklarını atmadılar mı? Ama şalterleri indirmiş, örgütlü işçilerin karşısında, bu palalar işe yaramaz.
Elbette İslamî çeteleri kullanıyorlar. Bir otobüste, toplu taşımada kadınlara giyimlerinden dolayı saldıranlar zaten eksik değildir. Kadınları zaten her fırsatta öldürmektedirler. Kadınlar, bu durum karşısında sinmek yerine mücadele etmeye yönelmektedirler. Çözüm de buradadır.
Mesele günlük yaşamımızda karşımıza çıkan bu saldırının, aslında sistemin, devletin bir saldırısı olduğunun bilincine varmaktadır.
Öyle diyor dünya halkları, “örgütlü halkı hiçbir kuvvet yenemez.” Bu, binlerce yıllık mücadele tarihinden damıtılarak gelen bir bilinçtir. Yol göstericidir ve gösterdiği yol, örgütlü mücadeledir. Gösterdiği yol, ömrünü tamamlamış bir sistem olan kapitalizmin şu ya da bu yönünün düzeltilerek yaşanır bir sistem hâline gelmeyeceğinin kavranması ve tümden yıkılması gerektiğinin bilince çıkarılması yoludur.
Bir açıdan bakıldığında Suriyeli ya da Afganistanlı işçiler, daha düşük ücrete çalışmaya razı oldukları için, işçi ücretlerini aşağıya çekme eğilimini beslemektedir. Ama diğer açıdan bakıldığında, ücretleri aşağıya çekmek isteyen tekeller, onların örgütü devletin zaten bunu yapmakta olduğu görülür. Bizim taraftan bakıldığında görülen budur. Bizim taraftan bakıldığında bu yabancı işçiler işçi sınıfı saflarına daha taze güçler katmaktadırlar. Dünyanın farklı yerlerinden gelen işçiler, devrimin ordusuna katılacak potansiyeli oluşturmaktadırlar.
İşçilerin vatanı yoktur.
Dünyanın her yerinde işçi sınıfı sömürülmektedir. Onları kardeş yapan temel budur ve bu temel üzerinde devrimcileşmek, onları yoldaş yapacaktır. Ve bu, hiç kimsenin iyi vaatleri ile değişmeyecektir. İşçilerin kurtarıcısı, ancak kendileridir. Bir şartı vardır bunun, sınıf bilincine sahip örgütlü işçi sınıfı bunu yapabilir.
İşçi sınıfı, düzenin mezar kazıcısıdır. Ama binlerce yıldır yönetilenler, binlerce yıldır ezilenler, binlerce yıldır sömürülenler, ancak yeni bir bilinçle mücadele etmeyi başarabilirler. Bu bilincin en kesin ifadesi, yürütülen mücadeledir. Yürütülen mücadelenin en iyi ölçütü, geliştirilmiş olan örgütlenmedir.
Yabancı işçiler, işçi sınıfı saflarına hoş geldiniz. Gördüğünüz gibi, kaçtığınız yerden daha iyi bir yaşam hiçbir yerde yok. Kaçmaya, göçe son vermenin tek yolu, dünyayı yaratanın sizin emeğiniz olduğunu kavramanızdır. Mücadele etmeden yaşam kazanılamaz. Siz, geldiğiniz yerdeki işçilere, onların kardeşi olduğunuzu mücadele ile gösterebilirsiniz. Sömüren her yerde sömürendir, sömürülen her yerde sömürülendir.