Toplumda sınıflar nesnel olarak vardırlar. Sınıf bilinci, kendiliğinden sınıf olmanın aşılarak, kendisi için sınıf olmanın bilince çıkmasıdır. Bu bilince çıkma, mutlaka sınıfın siyasal örgütü ile birlikte gerçekleşir. Burjuva sınıfın örgütü onun devleti iken, işçi sınıfının örgütü onun devrimci partisidir. İşçi sınıfı kendi örgütlülüğünden uzak kaldığı sürece, kendisi için sınıf hâline gelemeyecektir. Kendi bağımsız çıkarları doğrultusunda harekete geçemeyecek ve kendi aslolan gündemini oluşturup bu yönde yürüyemeyecektir.
Karl Marx’ın Kapital’inin ilk yayınlanışının üzerinden 154 yıl geçti. İşçi sınıfı bu süre boyunca pek çok yenilgi ve zafer elde etti, ancak elde ettiği zaferler sosyalizmin dünya coğrafyasının bütününe yayılmasına yetmedi. Bazı yenilgi dönemleri ise hem işçi sınıfının örgütlenmelerinin tasfiyesi hem de bu sebeple bir hafıza kaybı oldu. Bu hafıza kaybı belki Marksist ekonomi-politik için daha fazla geçerlidir.
Gerçekten de tekelci polis devletinin bir işçinin kafasına vururken kullandığı cop o işçi için ne kadar anlaşılır ise, tekelci kapitalizmin işçinin cebini boşaltırken kullandığı finansal aygıtlar bir o kadar anlaşılmaz gözükebilmektedir. Ancak bu anlaşılmazlığın kaynağı, konunun karmaşıklığı mıdır yoksa devrimci işçilerin ekonomi-politikten uzak tutulmaya karşı örtük kabulü müdür? Kanımca bu soru kalıcı olarak akıllarda kalmalıdır.
Tekelci kapitalizm dünya ölçeğinde ideolojik, siyasi ve ekonomik örgütlenmelere sahiptir. Bu bütünün eksik kavranması, mücadelede sığlık, manevra yeteneği kaybı vb. zaaflar olarak kendini ortaya koyuyor. Her kriz döneminde, sendikal mücadelede “Krizin faturasını biz ödemeyeceğiz!” sloganları yükselse de, her seferinde krizin faturasının işçi sınıfı tarafından ödenmesi tesadüf değildir. Kavrayışta derinlik sağlanamadığı sürece, mücadelede zenginlik sağlanamıyor.
Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun, 2018 Kasım ayında “Krize Karşı Emeğin Haklarını Savunmak İçin” isimli kriz özel sayısı olarak yayınladığı bildiride
“Her ekonomik kriz bir karar aşamasıdır ve bugün verilecek kararın temel sorusu şudur: Kriz karşısında işçiler, kamu emekçileri, işsizler, gençler, kadınlar, emekliler, köylüler, yoksullar mı korunacak; yoksa şirketler, bankalar, patronlar mı korunacak? Krizin bedelini emeğiyle bu ülkenin değerlerini yaratan yüzde 99 mu, yoksa krizi yaratan yüzde 1 mi ödeyecek?” deniyor.
Devam eden bildiride aşağıdaki talepler sıralanıyor:
“1- Tüm ücretler hemen arttırılsın
2- Toplu işten çıkartmalar yasaklansın, işsizlik fonu işsizler için kullanılsın
3- Kamusal mal ve hizmetlere yapılan zamlar geri alınsın
4- Vergi adaleti sağlansın
5- Kredi borç faaliyetleri silinsin
6- Kıdem tazminatıma dokunma.”
Öncelikle ekonomik krizin, deprem gibi, sel gibi, doğal bir afet olmadığını belirterek başlamamız gerekir. Kriz ansızın başa gelen bir şey değil, öngörülebilir bir gelişmedir ve taammüden gerçekleşir. Bu sebeple hiçbir taraf bir kriz sonrasında, yeni bir karar almak durumunda değildir. Bütün kararlar ve tercihler krizin öncesinde zaten verilmiştir. Diğer yandan sıralanan taleplerin muhatabının bildiride açık olarak verilmemesine karşın, aslında kendisinden tarafsızlık beklenen devlet olarak öne çıkartıldığı ve devletin bu konuda karar vermesi istendiği anlaşılıyor.
Mücadele, kendi iradenin karşı tarafa çeşitli yol ve araçlar ile kabul ettirilmesi ise, bildiride alınan tutumun mücadele kavramını zorladığını düşünüyoruz. Alınan tutum irade olarak değil, bir çeşit niyetler ve dilekler silsilesi olarak kendini ortaya koyuyor. Tüm toplumsal zenginliği kendi emeği ile yaratmış olan işçi sınıfı, kendi gücünü, kendi iradesini ancak bu kadar inkâr edebilir.
Gerçekten de 2018’de topluma ve işçi sınıfına verilen cevap “teğet geçti” olmuştur. Ama zaten “acı reçete”, “kemer sıkmak”, “aynı gemide olmak”, “yatırımcı olmadan, istihdam olmaz”, “sistem yıkılırsa, herkes altında kalır” vb. Bu cevapların her biri ikna edici olacaktır. Çünkü bu sözleri söyleyen tekelci polis devletinin, isterseniz burjuva devlet de diyebilirsiniz, burjuvazi adına ortaya koyduğu bir irade vardır.
Bir sendika devrimi örgütlemekle elbette yükümlü değildir elbet. Ancak devletin ne olduğunu, işçi sınıfının kurtuluşunun ve nihaî çıkarlarının ne olduğunu yok saymak ya da unutmak zorunda da değildir. Unutmak diyorum, çünkü aşağıda yer alan alıntı ile devam etmek istiyorum.
Bu alıntı Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu 6 Ağustos 1978 tarihli aylık yayın 44. sayıdan.
“BUHRANDAN EGEMEN SINIFLAR KADAR ‘UZLAŞMACILAR’ DA SORUMLUDUR.
“TÜRK-İŞ günümüzde de, ekonomik buhranı en büyük boyutlarda yaşayan Türkiye’nin buhrandan çıkması gibi, ilk bakışta haklı görünen bir gerekçe ile işçi sınıfının çıkarlarını hükümet ile yapılan görüşmede feda etmeye kalkışmıştır. Bu, TÜRK-İŞ’in öteden beri sürdürdüğü ilişkilerin gelenekleşmiş bir biçimidir. Bu gelenek aracılığıyla, TÜRK-İŞ, Türkiye işçi sınıfı mücadelesini egemen sınıflara peşkeş çekmiş ve ‘partiler üstü politikacılık’ yutturmacasıyla işçi sınıfını politika dışında tutarak, bu düzenin bu hale gelmesinde, buhrana girmesinde, en az egemen sınıflar kadar ve siyasal iktidarlar kadar sorumlu hale düşmüştür.
“DİSK SORUNLARA BİLİMSEL OLARAK YAKLAŞIR.
“Şimdi TÜRK-İŞ yönetimi, uzlaşmacılık yaparak kendisinin de sorumlu olduğu Türkiye ekonomisinin dar boğazdan çıkması için, egemen sınıflarla birlikte çabalamaktadır. Emperyalist-kapitalist sistemin istediği doğrultuda davranarak, Türkiye işçi sınıfına ve emekçi halka buhranın yükünü yıkmaya çalışmaktadır.”
Durumu neden hafıza kaybı olarak adlandırdığımız anlaşılmıştır. Asıl sorun mücadelede oluşan kesiklikler, yitirilen mevziler değildir. Asıl sorun işçi sınıfının mücadele edeceği silahları, kendi eliyle toprağa gömmesidir.
Bu silahların en güçlüsü elbette bilimdir, Marksizmdir. Yaklaşık 155 yıl önce Kapital yazılırken ortaya konan çaba düşünüldüğünde, onu anlamak için gösterilen çabanın azlığı, gerçekten de silahlarını kendi ellerinle toprağa gömmenin bir örneğini ortaya koyuyor.
Tekelci kapitalizm uluslararası bir örgütlenmedir ve işçi sınıfının her üyesi, kendi tarihsel rolünü oynayabilmek için onu kavramakla yükümlüdür. Bu kavrayış eksik kaldığında, meydan boş kalmıyor, hemen dolduruluyor.
Zombi kapitalizm kavramı, ilk olarak Tony Blair’in İngiliz İşçi Partisi’ne sadık ve onun önde bir üyesi olan Chris Harman tarafından ortaya konuyor. Kitabın yayınlanmasından sonra bir söyleşide aşağıdaki açıklamayı yapıyor:
“Bazı yorumcular, bankacılık sisteminin ele geçirdiği ve etrafındaki her şeyi olumsuz etkilediği bir durumu tanımlamak için ‘zombi bankaları’ terimini kullanıyor.
“Bir zombi bankası değersizdir, ancak devlet desteği nedeniyle çalışmaya devam eder. Yani ölülerin yaşayanlar üzerinde korkunç bir etkisi var.
“Sistemi bir bütün olarak tanımlamak için ‘zombi kapitalizmi’ terimini kullanmanın uygun olduğunu düşündüm.”
İnsan aklına, Chris Harman kitabının ismini çarpıcı olsun diye Zombi Kapitalizm koydu düşüncesini getirmeden edemiyor. Ama hikâye Avrupa’dan geliyor ve bizim okur yazar takımımız Avrupa sever.
Aşağıdaki alıntı Mustafa Durmuş’un “Faiz ve döviz kuru: Zombi kapitalizmin ayak izleri” makalesinden.
“İkinci Dünya Savaşı sonrası adına tarihsel sırayla; ‘Düzenlenmiş Kapitalizm’, 1980’lerden itibaren ‘Neo-liberalizm’, 2000’li yıllardan bu yana ‘Felaket Kapitalizmi’, ‘Rantçı Kapitalizm’, ‘Ahbap-Çavuş-Akraba Kapitalizmi’, askeri özel sanayi karması biçimindeki savaş sanayine dayalı ölüm, öldürmek ya da ölümden türetilen kârlardan beslenen anlamında ‘Nekro Kapitalizm’ denilen kapitalizmin bir özelliği daha belirginleşiyor: Zombileşme. Ekonomi, toplum, piyasalar, işletmeler, şirketler zombileşiyor.”
Sayın Mustafa Durmuş bizi bağışlasın, ama bir konu ancak bu kadar anlaşılmaz kılınabilir. Bir konuyu, bir şeylere benzeterek tarif etmek ile ilgili pek çok fıkra vardır. Temel Afrika’dan döndükten sonra, gördüğü bütün hayvanları, köydeki eşeğe benzeterek anlatmaya başlar. Zebra ile başlangıç aslında gayet iyidir. Temel zebraya, çizgili eşek dediğinde herkes anlamıştır. Ancak zürafa, fil derken, konu yılana geldiğinde artık her şey sarpa sarar.
Bir şeyi, bir başka şeye benzeterek, kıyaslayarak açıklamaya çalışan günlük bilinç, ekonomi-politiği anlamanın önünde engeldir. Günlük bakışta örüntü değil görüntü öne çıkar. Bu ise konuyu tamamen anlaşılmaz kılar ve bu anlamda kişiyi hareketsiz kılar. Kapitalist bir toplum birbiri ile uzlaşmaz çıkarlara sahip iki karşıt sınıfın birlikteliğinden oluşur. Bu iki sınıfın arasındaki çelişkinin bir başka aşamaya geçerek ortadan kalkmasına dek, bir arada yaşam, zorunlu olarak kendini dayatır. Ancak bu bir arada yaşam, hâkim olan sınıfın belirleyiciliği altında şekillenir. Bu durum, sınıflar arasındaki çelişkiyi ortadan kaldırmak bir kenara, tersine mevcut egemenliğin ezilen sınıf üzerindeki kalıcılığını temel alır.
Ekonomik, siyasi ve ideolojik alanda hâkim olan sınıf ile ezilen sınıfın çatışması farklı biçimlerde kendini sürekli su yüzüne vurur. İster tekelci kapitalizmin uluslararası örgütlenmesi konu olsun, isterse de ekonomik kriz ile birlikte işçi sınıfına ödetilen bedeller konu olsun, bu konu ele alınırken dahi, sınıf savaşımı devam etmektedir. Bu savaş bir yandan günlük bilinç ile sınıfın kendi bağımsız bilinci, gündemi ve rotası arasındaki savaştır. Diğer taraftan bu, bilim ile pragmatizmin savaşı, diyalektik materyalizm ile idealizmin savaşıdır. Gerçekten de metotsuz bilim olmaz, olamıyor. Olursa da işte çizgili eşeği anlatıyor, yılanı anlatamıyor.
Günlük bilinç yani ortalama ve vasat olan, egemen sınıfın ideolojik belirleyiciliği altında şekillenir. Bu, bir yandan gizli örgütlerin, locaların, lobilerin her şeyi ince ince ve alttan alta yürüttüğünü, görünmez düşmanlarla mücadele etmenin tek yolunun kayıtsız, şartsız bir birlik olduğunu, “güçlü devlet, güçlü ekonomi” ile bu görünmez düşmanları dize getirmenin mümkün olduğu gibi “yerli ve milli” bir yorum anlamına gelebilir. Biraz daha solda kalanlar için, kapitalizmin doğru işletilmeyerek, belirli sakatlıklar ürettiği ama bu sakatlıkların tedavisinin yine işçi sınıfının sırtına yüklenmek zorunda olduğu, çünkü batırılamayacak kadar büyüklerin batması durumunda herkesin enkaz altında kalacağını vaaz ederler.
İşçi sınıfının zihinsel köleliğinden kurtuluşu, burjuvazi tarafından kendine vaaz edilenden kopuşu ile mümkün olacaktır. Bu ise kendi gündemini oluşturma ve ideolojik alanda burjuva sınıf ile hesaplaşmanın ortaya konması ile mümkündür.