“Gözlerimizi açmadan, acımızın sağaltıcı beyaz bir top olduğunu hayal ettik. Topun ayağımızın seviyesinde havada süzüldüğünü, sonra dizlerimize, göğsümüze doğru yükseldiğini hayal ettik. Çakralarımızın açıldığını hayal ettik. Kalp çakramızın. Baş çakramızın. Chloe bizi bir mağaraya soktu ve orada bize güç veren hayvanla karşılaştık. Benimki bir penguendi. Mağaranın tabanı buzla kaplıydı ve penguen dedi ki: Kay!” [1]
Şizoidleşen toplum üzerine birkaç söz etmek istediğim bu yazıya başlarken, bu kavrama aşina olmayanları da gözeterek nasıl bir giriş yapmam gerektiğini düşünürken, Dövüş Kulübü’ndeki bu sahne geldi aklıma. Bir isme bile ihtiyaç duymayan ana karakterimizin, iç dünyasını temsil eden mağarasına gidip kendine güç veren o hayvanla tanıştığı ironik ve alaycı sahne. Beyazperdedeki hâliyle, soğuğunu iliklerimize kadar hissettiren bir buzul mağarası ve içinde heyecanlı ve şaşkın bir penguen. Kendisine soğuk ve kalın duvarlar ördüğü iç dünyasında heyecanlı, şaşkın ve bir o kadar ilişkilenme ihtiyacında bir canlı, kanatları olan ve fakat uçamayan bir canlı. Ve ağzından dökülen sözler “Slide! (Kay!)” tıpkı kelimenin sorunların üzerinden kaçıp gitmek, sıvışmak gibi, tıpkı hayatın akışı içerisinde kayıp gitmek gibi [2] ve tenin o soğuğa temasına muhtaç, hızını, aksiyonunu ancak kayarak gösterebilecek bir canlının ağzından dökülürken ve bir öğütmüşcesine.
“Hiç çabalamadan, tünel ve kanalların içinden kayarak geçtik. Sonra kucaklaşma zamanı geldi. Açın gözlerinizi.” Böyle tamamlıyor cümlelerini Chuck Palahniuk. Çabasız ve akışına bırakarak, tıpkı ana rahmine dönme arzusunu anlatır gibi tünellerden ve kanallardan geçerek kucaklaşma anına varış.
Şizoid tanımı, Antik Yunancada bölmek, ayırmak anlamına gelen “skhízō” kökünden türetilmiş bir sözcüktür. Önceleri psikopatoloji literatüründe, bir “kişilik bozukluğu”, kimi yerde asosyal kişilik bozukluğu olarak da geçen şizoid kişilik bozukluğu olarak öne çıkmıştır. Birazdan bahsedeceğim noktalarıyla da görüleceği üzere bu durumu salt “asosyal” olarak tanımlamak yetersiz kalacaktır. Öte yandan, “kişilik bozukluğu” yerine “kişilik örgütlenmesi” kavramını daha doğru bulmakla birlikte, kişilik örgütlenmelerinin psikopatolojik durumlar olarak ele alınması ve keskin ayrımlarla DSM kriterleriyle kategorize edilmesine dair de oldukça kafa karışıklığı yaşamaktayım. Burada DSM ve benzer tanı kılavuzlarında yer aldığı üzere şizoid kişiliğin davranışsal görüntülerini ortaya koymak belki şizoid duruma dair fikir vermek açısından faydalı olabilirdi; ancak tam da dediğim sebeplerden bunu yapmamayı ve onun yerine kolaylaştırıcı olabileceğini düşündüğüm, yakın zamanda vizyona giren “The Power of the Dog” filminden örnek vermeyi tercih ediyorum. Filmi izleyenler, baş karakterin davranış biçimlerinin ve iç dinamiklerinin şizoid durumu anlamak adına faydalı olacağından emin olabilirler.
Bu noktada Ralph Klein’ın şu soruları benim yazımın da açmazı hâline gelecek bu patolojik olan ve “durum” [3] ayrımı için ön açıcı olacaktır:
Bir nitelik olarak şizoid ile kavram olarak şizoid arasında klinik olarak kullanışlı bir ayrım yapılabilir mi? Bahsi geçen şizoid fenomeni ve savunmaları birçok insanda gözlendiğine göre, şizoidi ayrı bir kavram ve patolojik yapı olarak değerlendirmek için yeterli kanıt var mıdır? Karakteristik bir savunma ne zamandan beri kendilik bozukluğu olarak değerlendirilmeye başlanmıştır? (Kendilik Bozuklukları, Psikoterapi Enstitüsü Eğitim Yayınları, “Evrim”, Ralph Klein).
Tıpkı R. Klein’ın burada yaptığı ayrım gibi, ben de bu yazıda patolojik olanın görüngüleri ve dinamikleri üzerinden anlatacaklarımı, bugünün toplumsal koşulları içinde sıkça nüveleri görülmeye başlanan şizoid durumlarla eşleştirerek ve nedenlerini ortaya koymaya çalışarak ilerleyeceğim.
Şizoid kişilik, en belirgin özellikleriyle fantazi kurma, yalnız olma ve iç dünyasına yönelik olmayı tercih etme; duygu içerikli ve sosyal başta olmak üzere dış dünya ile iletişim kurmaktan kaçınma, bunun yerine resmî ve sınırlı ilişkilenmeyi korunaklı bir alan olarak tercih etme, duyguları ifade etme ve zevk alma konusunda sınırlı bir kapasite sahibi olma şeklinde görülür. Sadece bu kadarıyla bile, şizoid durumun bugün için ne kadar geçerli ve örneklerinin çoğaltılması mümkün bir durum olduğunu görmek mümkün.
Şizoid kavramını ilk kullanan ve şizofreninin de isim babası olan Blueler de şizoid terimini “bireyin dikkatini dış dünyadan içsel yaşamına yönelten doğal bir kişilik bileşeni” olarak ele alır ve şizoid kişiliğin herkeste bulunduğunu ve fakat bu özelliklerin boyutlarının kişilik üzerindeki baskınlığı yarattığını ifade eder ve hatta şizofreni hastalarında bu özelliğin kritik boyutlara ulaştığı fikrini savunur.
Psikanalitik kurama göre, nesne kaybı ve nesnelerin kaybına dair açığa çıkan endişe, kişiliğin gelişiminde ve duygudurumlarında başat bir rol oynar. Bu bağlamda, şizoidin bir başetme mekanizması olarak bölme mekanizmasını kullanması ve iç dünyaya dönmesi, bunu kaybolacak olan nesneleri korumak adına yaptığı şeklinde yorumlanabilir. Öte yandan ötekine duyduğu ihtiyaç baki olduğundan ve yakıcılığını koruduğundan, bu içe dönme ve kendini ötekinden soyutlama hâli de yine kişiliği bütünleyememe ve yapaylık hissiyle sonuçlanır.
Bana göre şizoid durumun temellerini en iyi açıklayan; ancak ne yazık ki burada uzun uzadıya değinemeyeceğim Melanie Klein’ın kuramı, [4] en yalın hâliyle ifade edecek olursam, şizoidin, gerçeğin soğukluğuyla baş etmek için gerçeği böldüğünü ve kendi iç dünyasına, arzu nesnesinin “soğuk” iç temsillerine geri çekildiğini söyler. Ancak gerçek kimlik ile içsel temsilleri çatışma içindedir. Şizoid kişinin fantaziler dünyasına eğilimi de buradan kaynaklanmaktadır. Ve bu gerçeklikten kaçış alanı, arzulanana ulaşamama sorununun yeni kurulan fantazi alanında düşlemsel şekilde deneyimlenmesinden başka bir şey değildir. Ve yine Melanie Klein’ın psikoseksüel gelişimde tanımladığı paranoid-şizoid konumun ardından gelen depresif konumu düşünürsek, şizoid durumun en büyük eşlikçilerinin depresyon ve kaygı oluşu da oldukça anlamlıdır.
Şizoid görüngü üzerine en yoğun çalışmaları yapanlardan Guntrip de şizoid kişide dokuz özellik belirlemiştir: içedönüklük, içe çekilme, narsisizm, kendine yetme, üstünlük duygusu, duygunun kaybı, yalnızlık, depersonalizasyon ve regresyona eğilim. Şizoid kişiler sevgi nesnesinden ayrıldıklarında kendilerini güvensiz ve kaybolmuş hissetmekte, ancak tekrar birleşince kendilerini yutulmuş ve emilmiş gibi hissetmektedir. Bu yüzden bu kişiler güvenlik için ilişki aramakta, özgürlük içinse bir an önce ayrılmaktadırlar (Göker vd., 2007).
Şizoid durum, en basit hâliyle bir arzu bozukluğudur. Guntrip’in tanımıyla “depresyon aşktan yapılmış öfkedir. Şizoid ise aşktan yapılmış açlıktır.” Ancak nesneden kaçan ve fakat hâlâ doyum arayan bir açlık…
Anthony Storr, bütün bunların, bastırılmış bir aşk özlemi için karmaşık bir maske olduğunu söyler. Şizoidin kendini insanlardan ayırmış hâli, düşmanlığa karşı bir savunmadır ve kaynağını, onu “varlığını tehdit ettiği için” sonsuza dek gerçek aşktan korkar kılan bebeklikteki aşk ve güvenin çarpıtılmasından alır (Rollo May, Aşk ve İrade, OkuyanUs Yayınevi, s. 13).
Şizoidin psikanalitik etiyolojisi ve günümüz toplumunun koşulları arasında bağ kuracağım kısma geçmeden önce, Rollo May’in de dikkat çektiği şu durumu Storr’un sözlerinin hemen ardına iliştirmek istiyorum:
Bir yere kadar Storr’un düşüncesine katılıyorum; fakat şizoid durumun, bu geçiş çağında genel bir eğilim olduğunu ve Storr’un sözünü ettiği bebeklikteki “çaresizlik ve önemsenmeme”nin sadece anne babalardan değil de kültürümüzün hemen hemen her yönünden geldiğini ifade ediyorum. Anne babaların kendileri, kültürlerinin çaresiz ve habersiz dışavurumlarıdır. Şizoid insan teknolojik insanın doğal bir ürünüdür. Bir yaşam biçimidir ve giderek yaygınlaşmaktadır; sonunda ise şiddet olarak kendini gösterecektir (Rollo May, Aşk ve İrade, OkuyanUs Yayınevi, s. 14).
Esasen bu yazının da bir öncülü olarak ifade edebileceğim “Aşk, tutku ve samimiyet üzerine başlangıç niteliğinde sorular” [5] başlıklı yazımda da bir kısmına yer verdiğim bu alıntı ve tutku-umut-şizoidleşen toplum arasındaki ilişki bu yazının kilit konusudur. Bugün, kapitalizmin insan ilişkilerine sirayet eden kodlarının, şizoid durumdaki, bireyin içe çekilme, gerçekliği bölüp düşlemlere tutunma, bir başetme yolu olarak kayıtsızlığa tutunma, güvensiz bir toplumun içinde, kendini ötekinden korumak adına gerçek ilişkilenmelerden ve açıklıktan kaçış hâlinin, yine şizoidin en belirgin özelliklerinden olan yalana tutunma, dahası kendi yalanlarına inanma hâliyle uyumlu olmadığını söylemek saçma olur.
“Normalliğin”, soğukkanlılığı korumak olarak tanımlandığı bir dünyada; cinselliğin, iç merkezi korumanın tek yolunun, kendini vermeden cinsel ilişkide bulunmak olmasına yol açacak kadar kolay elde edilebilir olduğu bir dünyada; yani atalarının duygularını körelten savunma mekanizmalarını geliştirecek kadar zamanları olmamış gençlerin daha dolaysız yaşantıladığı, böylesine şizoid bir dünyada, aşk ve iradenin gitgide sorunlu, hatta bazılarına göre ulaşılması imkânsız hâle gelmesi şaşırtıcı değildir (Rollo May, Aşk ve İrade, OkuyanUs Yayınevi, s. 35).
İşin ilginç yanı, Rollo May’in bu tespiti yaptığı günden bugüne, kitle iletişiminde gelinen nokta, “sosyal” medyanın gücü ve kanalları, hatta metaverse hayalleri düşünüldüğünde, bugün için şizoid bir ilişkilenme modelinin tüm yolları açılmış gibidir. Neredeyse anonim bir iletişim, anonim bir cinsellik, yapay bir görüntü-kimlik ve hem uzak hem çok yakın, derin görünen yüzeysel ilişkiler kurmak, şizoid sınırlarda “sosyalleşmek” mümkün hâldedir. Buradan yola çıkarak, şizoidleşen toplum, samimiyetin, açıklığın, tutkunun, buna bağlı olarak iradenin ve umudun yitirilmeye başladığı, esasen tıpkı şizoidin etiyolojisindeki gibi gerçekliğin “bölündüğü”, “çarpıtıldığı” bir toplumdur. Ve şizoidleşen bir toplum aynı derecede depresyon ve kaygıya sürüklenmektedir.
Toplumdan kopuş, ötekinden geri çekiliş ve ötekinin sevgiden yoksun olduğuna dair katı bir ikna oluş hâlini barındıran bu şizoid durum, aslında önceleri belki de endişeyle bir başediş biçimi olarak karşımıza çıkıyordu. Yani kendisini tamamen bu sevme-sevilme, arzulama-arzulanma denkleminden çeken kişi için şizoid konum bir anlamıyla korunaklı ve güvenliydi. Ancak bugün artık bu keskin kopuş da eskisi kadar olanaklı değildir. Kendi içerisinde şizoid bir biçime zemin olan sosyal medya alanları, adeta bir geçiş alanı yaratarak, şizoid dinamiği, kaygılarını ve çelişkilerini de tekrar tekrar açığa çıkaracak şekilde yeniden üretmektedir.
Melanie Klein’ın kuramından hareketle, şizodin bölmeyi kullanmasının ardında arzu nesnesinin iyi ve kötü taraflarının bütünleştirilemesi yatar. [6] Bu aslında bir anlamda diyalektik düşünmenin yoksunluğu hâlidir. İkiliklere karşı yaratılmış bir illüzyondur. Böyle düşünüldüğünde, kapitalist bir toplumda, şizoid bir duruş, bir sisteme entegrasyon biçimi, diyalektik düşüncenin reddiyesidir. Keskin ve yapay sınırlarla şekillendirilmiş karşıtlıkların kabulüdür. Sosyal medyadaki kimlik inşası da bugün bunun bir yapay alanı hâline gelmiştir. Olumlu veya olumsuz duyguları ayrı ayrı kanallara sıkıştıran ve ayrıştıran alanlardır bugün sosyal medya alanları. Neyin nereden ve nasıl ifade edileceği -paylaşılacağı- neredeyse sözlü anlaşmalarla belirlenmiş kadar belirgindir. Şizoidin iç nesnelerine ya da fantazilerine çekilişindeki bir geçiş alanı hâline gelmiştir. Şizoidin sahte bir benlik yaratarak çatışmalarından kurtulmayı denemesi gibi, sosyal medya da bir anlamda bir sahte benlik yaratımıdır. Ve yüzeysel, “resmî” ve kimi zaman anonim ilişkiler kurmayı mümkün kılan bir alandır. Ki bugünkü hâliyle şizoidin tüm fantazilerine de hizmet edebilecek, her türlü platformları vardı.
Guntrip’in “şizoid uzlaşı” olarak tanımladığı bazı yöntemlerin de aracı hâline gelmiştir; kalabalıkta yalnız kalmak ya da sınırlarını koruyabileceği şekilde tek bir kişiyle fazlaca ilişkilenmek. Ötekinin gerçekliğini doğrudan hissettirmediği ve düşlemlere açık bir ilişkilenme zemini. Hatta bu açıdan bakarsak, metaverse fikri, tam tamına bir şizoid uzlaşı biçimidir.
Yine şizoidi, aşktan yapılmış bir açlık hâli olarak düşünürsek, sosyal medya yine bolca seçeneği ve doyum ihtimalini barındıran ve yapay yönleriyle tam bir doyumun önüne ket vuran ve dolayısıyla sürekli açlık hâlini koşullayan bir alandır. Ve sürekli güdüler, sürekli uyarır, sürekli seçenekler sunar ve tam doyumu vadetmez. Tam da bir şizoidin ihtiyaçlarını karşılar niteliktedir. Ve bu biçimin kendisi içine kattığı herkesi, kaygı, doyumsuzluk ve kayıtsızlık çığının altına alarak ezer ve şizoidleştirir. Ve yine çözümü kendisinde aramasını ister, bu böyle bir kısırdöngüdür.
Ve tıpkı güç veren hayvanı pengueniyle birlikte ana rahmine dönme özlemiyle tüneller ve kanallar arasından kayarak geçen anlatıcı karakterimiz gibi, çocuksu biçimlerine regrese olur, sosyal medya uygulamalarında hikâyeler arasında “kayarken” ya da telefon ekranlarını kaydırırken, yapay bir oyun alanında oyun oynamanın “hazzına varır”, zevkten yoksun bir biçimde.
Buna dair Vittorio Lingiardi’nin şizoid kişilik örgütlenmesine sahip hastası Luois -aynı zamanda bilgisayar oyunlarına bağımlıydı- ile terapi sürecinde gelişen aktarım-karşı aktarım ilişkilerinde siberalemin etkilerini incelediği makalesinden bir örnek vermek istiyorum:
Gayet mesafeli bir karakter olan Louis’nin analizi sırasında, onun siberalemi “ruhsal bir inziva” olarak kullandığını anladım. Şizoid durumu anlatan en meşhur eğretileme, Fairbairn’in “dünyayı bir camekânın ardından görme” eğretilemesidir… Bilgisayar aracılığıyla iletişim, kullanıcının yazmış olduğu şeye atfedilen gerçeklik değeriyle “oynamasını” sağlar. Bundan dolayı Winnicott tarafından tanımlanan geçiş ögelerini içerir: nitekim geçiş nesnesi, ben ile ben-olmayan, gerçeklik ile düşlem, yakın ile uzak, yarattıklarımız ile keşfettiklerimiz arasında yer alır. Çevrimiçi yaşantısı özne ile çevre arasında potansiyel bir alan (benle kendim ve benle öteki arasındaki kendilikle deney yapmak için bir alan) görevi görerek, ki çoğu zaman ayrışmayı kolaylaştırır ve besler, ayrılık kaygısı ile nesne tarafından yutulma arasında yatan zorlu hayatta kalma yolunu da aydınlatmaya yardımcı olabilir.
… Louis coşkunluklarıyla nasıl başa çıkacağını bilmiyordu ve interneti insani olmayan donuk bir çevrede inzivaya çekilmek için kullanıyordu; ancak orayı da ısıtmaya çalışmaktan kendisini alamıyordu (Uluslararası Psikanaliz Yıllığı 2009, Yapı Kredi Yayınları, s. 15, “Gerçekdışılıkla Oynama: Aktarım ve Bilgisayar”).
Şizoidin, kendine yetme ve gizliden her şeye hükmetmekle ilgili çabası vardır; bu kontrol çabası bazı nesnelere obsesif bir bağlanmaya yol açabileceği gibi nesnelerle ilişkilerinde nesnelere zarar verme ve bu zarara karşı nesnelerin misilleme yapmasına karşı beslediği kontrolsüzlük korkusu sonucu nesneler ile ilişkiye girmekten kaçınma ile sonuçlanabilir. [7] Sosyal medya üzerinden gelişen iletişimin kendisi, bu kontrol ve kontrolsüzlük hislerini de yatıştırır niteliktedir. Gabbard’ın dediği gibi “internet mahremiyetin olduğu kadar, yakınlığın da yeni tanımlarına yol açmıştır.”
Şizoidin üzerine oturduğu zemin, diyalektiği kavranamamış bir ikilik hâlidir. Her şey karşıtıyla birlikte bir bütün olarak değil, bir kaygı yığını olarak birikmiştir. Guntrip’in şizoid dilemma tanımı da bu ikiliği anlatır:
Şizoid kişi dış gerçeklikteki nesnelerden istemeye, onları aramaya, onlardan almaya veya onlara vermeye korkar. Eğer alırsa, sevgi-nesnesini boşalttığını hisseder; bu nedenle dış dünyasındaki herhangi bir libidinal nesne-ilişkisini riske atmayı göze alamaz. Libidinal ihtiyacı sadece iç dünyasındaki içsel nesnelere yatırım yapar, burada tüketici olduğunu hissettiği ilişkileri dehşet içinde yaşar.
Şizoid, nesnesini arzulanan terk edici olarak yaşar. Veya Fairbairn’in deyimiyle uyarıcı ihtiyaç duyulan nesne olarak yaşar; bu nesnenin peşinden koşmalı fakat ona tamamen sahip olma ihtiyacıyla onu yutmamak veya yok etmemek için geri çekilmelidir (Judith Pearson, “Yalnızlığın Kalesi: Şizoid Kendilik Bozukluğu”, Çev. Evrem Tilki).
Yine Fairbairn’in dediği gibi:
“Şizoid bireylerin en büyük problemi, sevgi tarafından yok edilmeden nasıl sevebileceğidir … şizoid birey için nesnesini nefreti ile yok etmesi nasıl berbat bir şey ise onu sevgisi ile yok etmesi bin kat daha beterdir. Çatışmanın yıkıcı doğası işte bu gerçeğe dayanır … Sevgisinin bu derece yıkıcı olması ve bu nedenle dış dünyaya ve nesneye yönelmede sıkıntı yaşaması, şizoid birey için büyük bir trajedidir. Nihayetinde birey, sevmekten korkar hale gelir ve bu sebeple nesne ile arasında bariyerler kurar.” [8] Ve bu şekliyle düşünüldüğünde bugünüyle internet, bunun için harika bir bariyerdir.
Yani özetle, şizoid karşıdakiyle ilişkilendiği noktada yalnızca karşısındaki tarafından yutulma kaygılarını değil, aynı zamanda kendi açlığının ve sevgisinin yıkıcılığından korkarak, karşıdakine zarar vermekten de korkar. Tıpkı Levent Yüksel’in şarkısında “Öyle sınırsız, öyle deli, öyle çok severim ki korkarsın; kuruyup çöle dönsem de pare pare olsam da yenilmem” deyişindeki gibi bir açmazdır bu.
Bana kalırsa şizoidlerin literatürde “tutkusuz” olarak tanımlanmalarının en büyük sebeplerinden biri de budur. Tüm düşlemlerine, tüm güçlü arzularına rağmen harekete geçmekle ilgili bu kararsız ve kaygılı hâlleri onlara tutkusuz bir görünüm biçer. Zira tutku, eyleme geçirendir. Arzu ve tutku arasındaki harekete geçirici farkı da burada daha iyi görebiliriz. Tutku arzu nesnesiyle -kişiyle sınırlı olmayan bir arzu duyulanla- kurulan harekete geçirici ilişkilenişte açığa çıkar. Bu kapsamda, Rollo May’in de dolaylı olarak tutku ve şizoid durum üzerine yaptığı vurgu ilgi çekicidir:
Kısıtlı çağrışımlarına rağmen “kayıtsızlık” terimini kullanıyorsam, kelime anlamı tanımlamak istediğime en yakın olduğundandır; “hissetme isteği; tutku, duygu ya da heyecan eksikliği, umursamazlık.” Kayıtsızlık ve şizoid dünya birbirilerinin nedeni ve sonucu olarak el ele gider… Kayıtsızlık, aşk ve iradenin geri çekilmesi, onların “önemli olmadığı” demeci, sorumluluğun ertelenmesidir (Rollo May, Aşk ve İrade, OkuyanUs Yayınevi, s. 31, 37).
Yine Guntrip’in tanımındaki tüketme kaygısına dönersek, bugünkü şizoidleşen toplum tablosunun altındaki tüketim kültürünü yadsımak mümkün müdür? Bu kaygının kendisi belli şablonlarla ve meta ilişkilerinin soğukluğuyla yüzümüze çarpmaktadır. Günün sonunda “Her güzel şey biter”, “Her aşk bitermiş, öğretildim” sözleriyle şizoid anlatıya devam edilir. “Ben kendimden korkuyorum” kaçınganlığının altında yatan da bu şizoid dilemmadır.
İşin ironik bir yanı da yine “Kendinden başka kimseye güvenme”, “Senin kendinden başka kimseye ihtiyacın yok” anlatılarının şizoid durum içerisinde haklı hâle gelişidir. Şizoid durumun barındırdığı narsistik öz ve üstünlük hissi bu illüzyonel söylemleri besler. Ki kendi iç nesnelerine sarılan şizoid kişi, kendini yalıtmasının da bir sonucu olarak birçok yeti geliştirir, birçok şeyle tek başına başetmenin getirdiği yüklerin getirileri olarak. İçe çekilme ve rasyonalize etmeye olan eğilim kimi zaman sanatsal ya da teorik alanlarda ciddi bir yetkinlik açığa çıkartır ve bu da üstünlük hislerini besler; böylece “benim kendimden başka kimseye ihtiyacım yok” fikri tekrar pekişir.
Şizoid özelliklerin teorik ya da sanatsal geliştirici yönleri ayrıca ilgi çekicidir. Tıpkı Van Gogh’ta, Freud’da ya da Marx’ta görebileceğimiz şekilde. Ancak şizoid durumu bir kişi üzerinde tanımlamakla toplumun şizoidleşmesinden bahsetmek arasında fark vardır. Burada, bu ayrımı yapmayı önemli buluyorum. Yazı boyunca şizoid özellikler üzerinden anlattığım tarifler bir kişilik örgütlenmesinin yargılanması ya da tamamen işlevsiz olarak gösterilmesi çabası değildir. Amacım, şizoidleşen topluma, toplum içerisindeki ilişkilerin ve kapitalizmin kitle iletişim araçlarının da bu yönde geliştirildiğine dikkat çekmektir.
Kapitalizmin krizleriyle birlikte günden güne geleceksizlik ve belirsizliklerle artan kaygılanımların ve depresif duygudurumların adeta şizoid bir biçimle “telafi edilmeye” çalışıldığı bir günü yaşıyor gibiyiz.
Bize söylenmeyen -neredeyse kimse görmediği için- bunun kökten tekbenci, şizoid bir sistem olduğudur. Bu sistem bizi tekhücreliler gibi ayrılmış, yabancılaşmış, çevremizdeki herhangi biriyle köprüsüz bırakır. Bugünden kıyamete kadar “duygularımızı yansıtıp” cinsel ilişkilere girebilir, ama asla başka bir insanla gerçek ilişki yaşayamadan yalnızca kıyameti yaşayabiliriz. Birçok insanın, hatta toplumun çoğunun duygularını bu yalnızlıkla yaşadığını görmek, durumun korkunçluğunu azaltmaz. Hissetmek, yalnızlıklarını azaltmak yerine daha acı verici kılar, bu yüzden hissetmeyi bırakırlar (Rollo May, Aşk ve İrade, OkuyanUs Yayınevi, s. 110).
Tutku-şizoid durum-umut denklemine dönecek olursak, şizoidleşmenin kendisi tutkunun yitimine, kayıtsızlığa sürükler. Tutkusu olmayan için umutsuzluk aşılması güç bir durumdur. Bölünmüş bir gerçeklik içinde hareketsiz ve sahte biçimlerle varolmaya çalışan tutkusuz kişi için umut seçeneği yok gibidir. Umudun geri kazanılması için tutkuya sarılmak, dolayısıyla gerçekliği bölmeden, eğip bükmeden yüzleşebilmek elzemdir.
Tutkunun geri kazanımı, sanıldığının aksine iradenin geri kazanımıdır. İradesi olan için umutsuzluk bir kaçış olmaktan çıkar. Tüm bunların altında, şizoidin etiyolojik yorumlarında da gördüğümüz biçimiyle diyalektik düşünce yoksunluğu ve gerçeği bölme eğiliminin yattığını görmek, çözüme dair de ufuk açıcıdır. Burada, gerçekle yüzleşebilmek, gerçeği fantaziler dünyamızdan değil, olduğu biçimiyle, diyalektik şekilde kavramak ve bunu kendimize ve ötekine açıkça ifade edebilmek kritik bir yerde durmaktadır. Açıklık bir zorunluluktur ve açıklıkta kararlılık samimiyeti zorlayacak, bize gerçek nesnelerimizi kazandıracaktır.
[1] Dövüş Kulübü, Chuck Palahniuk, Ayrıntı Yayınları, s. 20.
[2] Kitabın orijinal metninde kullanılan Slide sözcüğünün İngilizcede aynı zamanda bu anlamlara geldiğine atıf yaparak…
[3] Yazının devamında bu ayrımı yapmak adına şizoid nitelikleri tanımlamak adına patolojik olandan ayrıştırıcı bir dil olarak “şizoid durum” kavramını kullanacağım.
[4] Melanie Klein’ın kuramı bu yazı dahilinde detaylıca anlatamayacağım kadar kapsamlıdır. İlgilenenler “Haset ve Şükran” makalesini okuyarak detaylı bilgiyi edinebilirler.
[5] Kaldıraç, Aralık 2021, Sayı 245, s. 103.
[6] Burada Melanie Klein’ın kuramındaki, oral dönemde bebeğin, paranoid-şizoid konumda bölmeyi kullanarak “iyi meme-kötü meme” ayrımı yapmasından bahsedilmektedir.
[7] Bu tanım, kapitalist toplumda insanın metayla kurduğu ilişkiler üzerinden düşünüldüğünde de oldukça ilgi çekici çıkarımlara vesile olabilecek niteliktedir.
[8] Kendilik Bozuklukları, Psikoterapi Enstitüsü Eğitim Yayınları, “Evrim”, Ralph Klein.