Karnaval Kumpanya olarak 29 Ocak Cumartesi günü Christopher Caudwell’in “Ölen Bir Kültür Üzerine İncelemeler” kitabının “burjuva sanatçı üzerine” kısmını tartıştık. Kitap, isminin de yönlendirdiği üzere burjuva kültürünün çürüyüşünü farklı yönleriyle anlatıyordu. Biz de tartışmalarımızı derinleştirmek adına kitap üzerine çalışmaya başladık.
Caudwell’in yazısı temelde sanatın ve sanatçının işlevine, burjuva kültürüyle şekillenen sanatçının genel yönelimlerine ve bu sanatçılardan birisi olan D. H. Lawrance’ın bu kültüre karşı olmasına rağmen nasıl bu kültüre tekrar eklemlendiğine odaklanıyordu. Biz de Caudwell’in izleğini takip ederek tartışmalarımızı şekillendirdik.
Sanat üzerine tartışmalarımızın bolluğundan faydalanarak, tartışmaya girerken sorduğumuz ilk soru, “Sanatçının işlevi nedir?” oldu. Caudwell’in de tartışılmasını önemli bulduğu konu hakkında basit fikir yürütmeler yapmaya başladık. Öncelikle soruyu bağlamsız bir şekilde tartışamayacağımızı saptadık. Çünkü farklı zaman ve mekânlar içerisinde sanatçının işlevi farklı olacaktır. Örneğin sınıflı toplumun sanatçısı ile sınıfsız toplumun sanatçısı, nitelik olarak birbirinden çok ayrıdır. Benzeri bir şekilde, sınıflı toplumlar içerisinde de Antik Yunan’daki bir sanatçı ile Rönesans İtalyası’ndaki bir sanatçı, birçok yönden birbirinden ayrılır. Hatta bu tartışmaya köleci toplumda sanat kavramının olmayışı, sanat ve zanaat kavramlarının feodal toplumdan kapitalist topluma geçiş aşamasında ortaya çıktığı gibi bir bilgi de devreye girebilir. Dolayısıyla da sanatçının işlevini saptamak için nerede ve ne zaman soruları büyük önem arz etmektedir.
Tartışmanın daha elle tutulabilir olması için sanatçının işlevi konusunu kapitalist toplum içerisinde sınırladık. Bu bağlamda da karşımıza, Caudwell’in de saptadığı, bir taraftan piyasaya, bir taraftansa abartılmış bir bireyselliğe sıkışmış bir sanatçı formu çıkar. Sanatçının kapitalist toplum içerisinde yaşadığı temel çelişki, toplumun sanatçıya, eseriyle ilişki kurarken eserini mülkü olarak görmesi gerektiği dayatmasıyla belirginleşir. Yani sanatçı ve eseri, mülkiyet ilişkisi içerisinde ele alınmaya başlamıştır. Bundan dolayı sanatçı, eserine mülkü olarak bakmak zorunluluğunu taşımaya başlar. Bu durum da ya sanatın pazara sokulmak için üretilmesine ya da pazara sokulmaması için toplumdan soyutlanıp sadece kendi için üretilen bir nesne hâline dönüşmesine yol açar. Burjuva kültürünün yarattığı sanatçı, ya piyasaya açılacaktır ya da kendini toplumdan soyutlayacaktır.
Bu bilgiler bugün de Caudwell’in yazdıklarıyla örtüşmektedir. Ancak Caudwell’in yazdıkları ile bugün arasında yaklaşık 84 yıllık bir fark olduğunu düşününce, bu ilişkinin de değiştiği görülebilir. Artık sanat öyle bir noktaya gelmiştir ki her türlü sanat üretimi alınıp satılabilirdir. Öyle ki piyasaya sokulmamak üzere, toplumdan soyutlanmış, son derece bireysel sanat formları bile pazara entegre olmuş, sanatçıyı bir deha konumuna sokup milyonlarca dolara satılabilir bir hâle sokulmuştur. Hatta sanat tam da bu bireyselliğe yönlendirilmiş, toplumun genelinin anlayamadığı, zaten anlamasının da gerekli olmadığı biçimler önemsenmeye başlanmıştır. Post-modern akımlarla birlikte sanat, anlamın ortadan kaybolduğu, iletişimsizliğin ve eylemsizliğin ön plana çıktığı, bireyin toplumdan soyutlanıp yalnızlaştığı, sistemin çarklarının arasında ezildiği ve asla tek bir gerçeğin bulunmadığı bir anlamsızlık düzlemine itilmiştir. Artık aktif olarak sistemi yıkmayı hedeflemeyen hiçbir sanat formu, pazardan muaf değildir. Öyle ki sisteme duyulan öfke bile çeşitli formlarıyla alınıp satılabilir bir hâle gelmiştir.
Bu noktada Caudwell’in tanımını yaptığı bir gerilim tartışmaya dahil olur. Caudwell’e göre sanat, değişen toplumsal ilişkilerle eskimiş bilinç arasındaki gerilimden doğmaktadır. Bu gerilimin ise evrimci ve devrimci olmak üzere iki biçimi bulunur. Evrimci biçim, üretim ilişkileriyle üretici güçler arasındaki çelişkinin kendini açığa vurmasıyla oluşan, sistemin ürettiği ve üretmeye devam edeceği genel sanat formlarıdır. Bu biçim, kapitalist toplum içerisinde sanatın mülkiyet ilişkileriyle yoğrulmasına denk düşer. Biraz önce tanımladığımız, günümüzde sanatın geldiği yer de bu evrimci biçimin doğal bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Devrimci biçim ise, üretim ilişkileriyle üretici güçler arasındaki çelişkinin, aşılmak üzere keskinleşmesiyle oluşur. Yani artık kabına sığamayan bu çelişki, sanatta da kendini var edip sistemi yıkıp yeniyi inşa edecek bir formda kendisini var eder. Ancak bu biçimin oluşabilmesi için sanatçının artık tek başına bir sanatçı olarak değil, aynı zamanda bir insan, yurttaş, sosyolog olarak hayata bakmasına ihtiyaç vardır. Sanatçı, sanatla birebir ilişkide olmayan politika, ekonomi, bilim ve felsefeyle ilgilenmelidir. Ancak bu yönüyle sanat, sistemin kendisini dayattığı evrimsel biçimden çıkıp devrimci bir hâle getirilebilir. Bu nedenle bizim de saptamamızla uyuşacak bir yerden artık saf sanatın olmadığına kanaat getirebiliriz. Sanat, sınıf savaşının içerisinde farklı cepheleri olan bir alandır. Dolayısıyla devrimci olmayan ya da bu cephede kendini var edemeyen her sanatçı piyasa tarafından öğütülme riski taşımaktadır.
Bu sanatçılara bir örnek olarak Caudwell, D. H. Lawrance üzerinden bir tartışma yürütür. Lawrance da burjuva kültüründen nefret eden bir sanatçı olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak tek başına nefret etmek, bu kültürü yıkıp yenisini inşa etmeyi sağlayamaz. Lawrance’ın da bu konuyu çözmek için ortaya koyduğu temel bir teori bulunmaktadır. O da burjuva kültürünün toplumu yozlaştırmasının önüne geçebilmek için geriye dönmektir. Yani kapitalizmin olmadığı, hatta sınıfların bulunmadığı ilkel “eski güzel günlere” dönmeyi arzular. İlkele dönüş, Lawrance’a göre bu sorunun kesin çözümüdür.
Lawrance’ın bu çözümü ortaya atmasının çeşitli nedenleri bulunmaktadır. Ona göre Avrupa kültürünün yozlaşmışlığı ve mülkiyet hırsı, toplumun bilinçliliğinden kaynaklanmaktadır. Bilinç, insanlığı öyle bir noktaya getirmiştir ki artık insanlar kendi basit fiziksel arzularını bile karşılamaktan aciz kalmışlardır. Dolayısıyla da bundan hemen vazgeçilmeli, insanın en basit arzularına geri dönülmelidir. Ona göre insan toplumsal ilişkileriyle beraber değil, ona karşın özgürdür. Yani insanı özgür yapacak şey doğrudan içgüdüleri ve tensel isteklerinin kendisidir.
Lawrance’ın bu isteğinin temelinde, aynı zamanda felsefî bir boşluk da bulunmaktadır. Ona göre duygu ve düşünceler birbirlerini yadsırlar. Günümüz rasyonel düşünen kapitalist toplumu, duygunun önemini kaybetmesine neden olmuş, onları köreltmiştir. Bu nedenle de duygular ancak düşünceler olmadığında kendisini açığa vurabilir. Buna örnek olarak da ilkel danslarda duyguların çok daha yoğun yaşandığı, çok daha yüksek bir güdü ile arzuların tatmin edildiğini gösterir. Ancak Caudwell bu konuda Lawrance’ı yaklaşımının eksikliği nedeniyle eleştirmektedir.
Duygu ve düşünceler, birbirini dışlamaz, tersine birbirlerini yardımlaşarak yükseltirler. Duygu ve düşünceler birbirlerinden tamamen ayrı düşünülemeyeceği gibi, nitelik olarak da birbirlerini beslemektedirler. Bir salyangoz, bir insan gibi duygulanım yaşayamaz, çünkü insan kadar nitelikli düşünebilme yetisi yoktur. Aynı şekilde ilkel bir toplumdaki düşüncelerin basitliği, duyguların da basitliğine yol açmaktadır. Duyguların karmaşıklığı, düşüncenin karmaşıklığından bağımsız olarak düşünülemez. Bu bağlamda günümüzden bakıldığında bir pembe dizideki ilişkilerin karmaşıklığıyla oluşan duygu sarmallarını, eşi ve en yakın arkadaşı tarafından aldatılan bir insanın aynı anda hissettiği öfkeyi, acıyı, üzüntüyü ve belki de şüphesinin gerçek olduğunu gördüğündeki o hafif rahatlamayı düşünebiliriz. Bu karmaşıklıkta bir düşünceler toplamı, yine karmaşık bir duygu sarmalını beraberinde getirir. Bu pembe dizideki duyguları, böylesi bir düşünce sistemi bulunmayan, hayata dair ancak basit fikirleri birbirine aktarabilen bir toplum yaşayamayacaktır. Düşüncenin basitliği, duygunun da basitliğine yol açmaktadır.
Buradan yola çıkarak Lawrance’ın duyguya verdiği önemi gözetirsek sonuç geriye gitmek değil, ileriye gitmek olmalıdır. Günümüz kapitalist sistemi içerisinde duyguların yozlaştığı doğru bir tespit olabilir, ancak bunun çözümü bilinçli bir şekilde bilinçsiz bir döneme dönmeye çalışmak değil, tam tersine bilinci geliştirmek olmalıdır. Düşüncesinin niteliğini artıracak bir toplumda duygular da önem kazanır. Caudwell’in sözleriyle “Eskiye dönmek yerine yeniye gitmemiz gerekir; yeni var olmadığına göre onu yaratmamız gerekir.” [1]
Lawrance’ın duygu ve düşüncelere yönelik karşıtlıklar üzerinden oluşturduğu tavır, günümüzde de farklı biçimleriyle karşımıza çıkar. Özellikle anlam üzerinden yürütülen tartışmalarda duygu ve düşüncenin birbirini dışlamasının varsayılması kendisini çokça açık etmektedir. Örnek vermek gerekirse bir tiyatro oyununun herhangi bir mesaj kaygısı taşıyor olması, çoğu zaman oyunun didaktik veya dayatmacı diye yaftalanmasıyla sonuçlanır. Bu durum, eserin teknik açıdan yetersiz ya da ideolojik açıdan çürümüş olmasıyla değil, anlam varsa sanat yoktur gibi bir genellemeyle kendini gösterir. Dolayısıyla da öznesine bakılmaksızın düşünceye negatif bir anlam yüklenir.
Burjuva kültüründe anlamın olduğu yerde sanattan zevk alınamayacağı gibi bir fikir oluşturulmuştur. Özellikle post-modern akımlarla beraber oluşturulan bu fikir, sanatçıya ya anlamsız ya da aynı anda çok fazla anlam içeren, herhangi bir yöne doğru net bir şekilde yöneltilemeyen bir eser çıkarması konusunda baskı oluşturur. Tabii bunun uygulanamadığı sıklıkla görüldüğünden dolayı burjuva değerlerini taşıyan eserlerin kamuya bolca sunulduğu da görülmektedir. Kendi çelişkileriyle birlikte var olan burjuva kültürü, bu yönleriyle birlikte günümüzde altı boşaltılmış, anlamın belirsiz veya ancak gündelik olduğu, neye dayandığı bilinmeyen ve sanatçının dehasına atfedilen bir sanat biçimi yaratmış, sanatın toplumun kendisini inşa etmesini sağlayan her biçimini burjuva ideolojisiyle donatmıştır.
Duygu ve düşüncenin birbirini beslemesi, burjuva kültürü tarafından da zaman zaman kullanılmaktadır. Örneğin ne olduğu anlaşılamayan, hayatta herhangi bir yere tekabül edemeyen bir resim ya da heykel, onunla beraber sunulan açıklama kartlarıyla birlikte detaylandırılır, sanatçının niyetini alımlayıcıya sunar. Bu sayede de boş bir tablo bile milyonlarca dolara satılabilecek, yüce duyguları harekete geçiren bir eser olarak pazarlanabilir. Caudwell’in zamanında yeni yeni başlayan bu sorun günümüzde çok daha nitelikli bir biçimde kendisini var etmektedir. Mesele anlamın olup olmaması değildir, var olan anlam değiştirilebilir, anlam yoksa yaratılabilir, varsa da altı boşaltılabilir. Önemli olan piyasanın isteklerine göre sanatın nasıl kullanılacağı, sınıf savaşı içerisinde nasıl bir yere oturtulacağıdır.
Sonuç olarak burjuva sanatçı, burjuva kültürü tarafından sıkıştırılmış ve sisteme eklenmekte olan bir sanatçıdır. Caudwell’in deyişiyle “Onun kültürü, her zaman çürüyüşünün bilincinde olan, kendini eleştiren ancak her şeyin değişik olduğu bir zamana dönmekten ve böylece burjuva kültürünü bugüne getirmiş olan tüm gelişmeleri yok etmekten başka çözümü olmayan burjuva kültürüdür.” [2]
Bu sistemi yıkmayı hedeflemediği sürece burjuva sanatçı sistemin çarklarına eklemlenmek dışında bir şey yapamayacaktır. Dolayısıyla da Caudwell’in 1938’de “ölüyor” dediği bu kültür, bugün 2022’de artık çürümüş, her yeri ölüm kokusuna boğmuştur. Kendisinin ve sanatının özgürlüğünün toplumun özgürlüğünden geçtiğini fark etmeyen sanatçı, gündelik çözümlerden başka bir şey üretemez. Sanatçının daha nitelikli bir sanat oluşturmak için devrimcileşmekten başka bir şansı artık kalmamıştır.
[1] C. Caudwell, Ölen Bir Kültür Üzerine İncelemeler, s. 54.
[2] A.g.e., s. 56