NATO, Haziran 2022 sonunda, evlere şenlik bir toplantı yaptı. İspanya’daki toplantı, tam anlamı ile, şık giyimlerle örtülmüş bir çürümüşlüğün sahne almasına mekân oldu. Çürümüş efendilerin temsilcileri, şık elbiseler içinde, iğrendirici bir “zarafet” sergilediler. Zarafetin iğrendirici olan tarzı, tüm tarih boyunca, çürümüş egemenlere özgüdür. Böylesi az görülmüştür. Savaş baronlarının temsilcileri, iskeleti giydirmiş ve insana benzetmiş modacıların marifeti ile, “kibar” ve “uygar” dünyanın ne mal olduğunu göstermek üzere sahne aldılar.
Savaş baltalarının, azgın sömürgeciliğin, egemenlere has zirve yapmış bir kibrin, elbiselerle, ışıklarla, dekorlarla örtülmesi mümkün müdür?
30 üye ülke ve ülkelerini savaş sahasına çevirmek isteyen iki yeni aday ülke, İsveç ve Finlandiya, ABD şemsiyesi altında NATO mekanizmalarının çürümüşlüğü örtmek üzere görüntüler verdiler. Her adımlarında, her hamlelerinde bu çürümüşlük kendini ortaya koyuyordu. ABD hegemonyasından kurtulmak istediği için 30 yıldır çabalayan Avrupa, şimdi, ABD dalkavukluğu ile “koruma” arıyor ve ABD’den daha atak bir tutumla, savaş naraları atıyor. Almanya, savaş konusunda büyük bir heves sergilerken, Hollanda, Danimarka vb. hepsi, ABD’ye biat ettiklerini göstermek için savaş naralarını yükseltmektedir.
7,8 milyar insanın yaşadığı dünya, bir yandan kapitalist sömürü ile yok edilme ile karşı karşıya kalmış iken, diğer yandan NATO mekanizması ile tüm dünya teslim alınmak isteniyor.
Ama teslimiyet, önce ABD’nin Avrupa’yı teslim alması şeklinde başlamışa benzer. NATO toplantısı, bu açıdan ilgiye değerdir.
NATO zirvesinden çıkan bazı sonuçları kaydetmek mümkündür.
1
Önce bizden başlayalım.
30 ülkeden biri Türkiye idi. Erdoğan, Saray Rejimi, TC devleti, İsveç ve Finlandiya’nın üyelik isteklerini fırsat hâline dönüştürmek istedi. İsveç ve Finlandiya’daki PKK ile bağlı siyasi mültecilerin iadesini talep ettiler. Ve NATO toplantısının yapıldığı İspanya’da, bu konu da görüşüldü.
Erdoğan, TC devleti, açıkça, bu üyeliklere karşı olduğunu yüksek sesle tekrarladıktan sonra, sihirli kahve sohbetinde, fikir değiştirdi ve onay verdiğini duyurdu (Burada durmalı ve Erdoğan’ın dış politikası terimlerinden bir ölçüde uzak durmak gerektiğinin altını çizmeliyiz. Bu, sadece Erdoğan’ın değil, TC devletinin, Saray Rejimi’nin politikasıdır). Bu ilgi çekici bir sonuç muydu? Elbette değildi. Beklenmez hiç değildi. Anlaşılan, pazarlık hamleleri de işe yaramamış, TC devleti onayı vermek zorunda kalmıştır. Sömürge ülkenin kâhyası, her zaman efendisine boyun eğer. Böyle olmuştur da. Ama bazan, biraz sızlanarak, biraz yakınarak vb. birtakım tavizler elde etmek mümkündür. Elbette, TC devletinin bu konudaki muhatabı da ABD’dir.
Bu vesile ile, TC devleti, ABD’nin 51. eyaleti olduğunu bir kere daha ortaya koymuştur.
ABD’nin 51. eyaleti olarak TC devleti, diğer eyaletlerden farklılıklar da gösteriyor. Örneğin ABD başkanının ve ABD kongresinin seçiminde, oy hakkımız yok. Örneğin, TC devletinin başındaki kişi, bugün Erdoğan, “seçilmiş” kişi oluyor, ama sandıkla seçilmiş değil, Washington’dan seçilmiş. Oysa diğer ABD eyaletlerinde, bu seçim işine daha fazla “özen” göstermektedirler. Örneğin, 51. eyalet olarak Türkiye, kongreden bütçe alamıyor, ama ne varsa vermekte mahir durumdadır. İşte bu “kapatma” gibi eyalet olmanın sonucu olsa gerek.
İsveç ve Finlandiya üyeliğine karşı çıkan TC devleti, Erdoğan, Saray Rejimi, aslında Erdoğan’ın kişisel dosyaları konusunda bir ilerleme kaydedip bir güvence alıp, biraz daha zaman kazanmamış ise, denilebilir ki hiçbir şey alamamıştır. Zaten, Erdoğan’ın aile dosyaları dışındakilerin de bir anlamı yoktur. Saray Rejimi’nin itirazının da bir ciddiyeti yoktur. Esas olan Erdoğan ve ailesinin dosyalarıdır, onlar masaya gelmiş gibidir.
Sömürge olmak budur.
Sömürge ve NATO üyesi bir ülke olmak budur.
Doğrusu bize ilgilendiren şey, TC devletinin İsveç ve Finlandiya’nın üyeliğine karşı çıkması vb. değildir. Eğer öyle bir niyetleri olsa idi, NATO’nun üye sayısı 16’dan 30’a çıkana kadar da karşı çıkmaları gerekirdi. TC bunu yapan bir ülke olsa idi, NATO’dan da çıkardı. Bu durumda kapitalist ama bağımsızlık ibareleri gösteren bir ülke olurdu ki, bu büyük altüst oluşlar olmadan mümkün değildir.
Bizi ilgilendiren şey, Erdoğan’ın önce “hayır” deyip, sonra “evet” demesi de değil. Zaten başkası beklenemez. Fıtratı budur. Sadece Erdoğan’ın değil, Saray Rejimi’nin de fıtratı budur.
TC devletinin kalkıp, NATO’ya karşı koyması beklenmezdir. NATO’nun sadece üyesi değildir, aynı zamanda sömürge bir ülkedir ve kendine ait karar mekanizmaları çok zayıftır. Sömürge olmak, bir açıdan da budur.
Bu nedenle, bu sürecin TC devletinin karakteri hakkında bilgi vermesi üzerine durmak istedik. Efendiler, ülkemizin egemenlerine, Kürt ve Yunan gösterdiler mi, tüm iktidar ortakları, hemen bir araya geliyorlar. Tıpkı boğaya kırmızı göstermek gibi, Kürt’ten söz ettiler mi, gözleri dönüyor ve hepsi bir araya toplanıyor. Bu nedenle, onlar da, yani sömürgenin valileri de, Kürt ve Yunan düşmanlığını azgınca kullanmaya alışıktırlar. Yunanistan’a karşı nara atmak, Kürt katliamı yapmak, hepsini, yani egemenleri, iktidar ortaklarını, İslamcısını Ergenekoncusunu bir anda birleştiriyor.
Eğer, “ulusalcılık” adına Erdoğan’a karşı çıkanlar varsa, biraz “adam” olma vasıfları kalmışsa, açıktan NATO’dan çıkılmasını savunmaları gerekirdi, yoksa İsveç ve Finlandiya ile siyasal mülteci pazarlığı adı altına ABD’den dosyaları açmamasını istemeleri değil.
Sonuçta, Erdoğan ailesinin birkaç kirli çamaşırının bir süre daha kapalı kalması pazarlığına “ulusal çıkar” demekten kendilerini kurtaramazlar.
“Ulusalcılar”, NATO’dan çıkmayı değil de, fırsat çıkınca pazarlık yapmayı seviyorlar. Korkaklıklarının ürünü olduğu kadar bu durum; bir yandan NATO tedrisatından geçmiş olmaları, diğer yandan da Kürt gördüler mi akıllarını yitirmiş olmaları nedeniyledir. NATO tedrisatı, onlara hem ırkçı olmayı, kendinden güçsüz bir halk varsa onu ezmeyi öğretmiştir hem de ABD’nin gücüne tapınmayı öğretmiştir.
Dünyayı kana bulayan NATO’nun tarihi ortada iken, kendine solcu, liberal diyen “aydın”ların, “NATO medeniyet demektir”, “NATO demokrasi ve değerler sistemi demektir” gibi cümleler kurabilmeleri, okuduklarını anlamamalarından ileri gelmiyor, korkularından ileri geliyor. Kendilerine ait “kutsal” yaşamı sürdürmek için, rahatsızlıklarını çözme işine “ulusalcılık” ya da “liberallik” diyorlar.
2
NATO toplantısı, açık olarak Rusya’yı doğrudan düşman, Çin’i ise daha az doğrudan olmayan düşman ilan etmiştir. Yani ikisini de düşman ilan ettiler. İki bağımsız ve büyük gücü sömürgeleştirme isteğinin ifadesidir bu. Bunu yapabilirlerse, bir dahaki krize kadar, bu ağır krizi, 2008 yılında yeni bir zirve yapmış olan krizi çözebilecekler.
Buna, utangaç “savaş ilanı” diyebiliriz.
2008 krizinden beri bir türlü toparlanamayan tekeller, uluslararası sermaye, sürekli olarak savaş naraları atmaktadır. Bu sadece silah tekellerinin kasalarını doldurmaya yaramıyor. Bu aynı zamanda, beş emperyalist güç arasındaki paylaşım savaşımının gereği olarak ortaya çıkıyor. Kriz ve paylaşım savaşımı, pandemi ile yeni bir evreye çıkmıştı. Çin ve Rusya’ya karşı, bu iki bağımsız gücü sömürgeleştirme siyaseti, ABD hegemonyasının çözülmesini önlemenin ilacı olarak görüldüğünden, tüm Batı, ABD bayrağı altına toplanarak, eski Soğuk Savaş’ın, güncel versiyonunu devreye sokmak istediler.
Rusya ve Çin düşman ilan edildiler.
ABD, Ukrayna sürecini kullanarak, kendi pazarlarından pay almaya başlayan AB ve Japonya’yı, eski şemsiyesinin altında birleştirmeye yöneldi. Buna denetim de diyebiliriz. Bunun ön vitrini NATO toplantısının giydirilmiş iskeletler eşliğinde yaptığı “zarafet” gösterisi ile sağlanıyor. Vitrinin arkasında ABD’nin AB’yi açıktan tehdit etmesi var. Bu süreç ABD’nin tehditlerine AB’nin boyun eğmesi sürecidir de. Bu tehditler olmadan, ABD, AB ve Japonya’yı ikna edemez.
Ukrayna süreci, ABD için, iki anlam taşıyordu.
İlki, bu sayede AB’yi kendi kontrolüne alacaktı ve bir rakip güç olmaktan çıkaracaktı.
İkincisi ise, savaşı, gelişmekte olan savaşı, Avrupa üzerinde, Avrupa sahasında kabul etmiş olacaktı. İlk iki dünya savaşında savaş, Avrupa üzerinde ve çevresinde gerçekleşmişti. ABD toprakları savaştan uzak bir mesafede kalabilmişti. Bu kez de bunu denemek istediler.
Doğrusu, ilk amaçlarına ulaştıklarını söylemek mümkündür: AB’nin, Almanya ve Fransa’nın “istekleri” kırılmış, “iradeleri” ABD iradesine tabi kılınmıştır. Artık, AB diye bir güçten söz etmek zordur. AB artık bir büyük aktör değildir, belki bir değil ama yarımdan da az bir aktördür. “Demokrasi ve medeniyet” merkezi olarak sunulan AB, tam olarak Neonazi örgütlerinin merkezi hâline gelmeye başlamıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan beri NATO mekanizması içinde gizli tutulan Neonazi örgütlenmesi, zehirli çiçeklerini açmış gibidir, bu tüm NATO üyesi ülkelerde su üstüne çıkmaya başlamıştır.
Şimdi ise sırada, savaşın merkezi olarak Avrupa’nın organize edilmesi adımını somutlamak vardır. Avrupa, Üçüncü Dünya Savaşı’nın alanı hâline getirilmek istenmektedir. Bu, ABD isteğidir.
NATO toplantısı, tam da bu iş için organize edilmektedir. Avrupa’da NATO dışında kalan ülke olmasın istenmektedir. Bu nedenle, İsveç ve Finlandiya, hiçbir anlamı yokken NATO mekanizmasının içine alınmak istenmektedir. Bu iki ülke de, kendi topraklarını savaş ve gerilim alanı hâline getirmeye razı görünmektedir.
Bu, Avrupa’yı, yeniden savaş alanı hâline sokmak demektir. Zaten bu süreç, Ukrayna sorununu bizzat planlayarak yaratan NATO, ABD ve İngiltere öncülüğünde fiilî olarak başlatılmıştır.
3
ABD açısından Çin’e karşı Doğu Asya’da bir ittifak örgütlemek de önceliklidir. Bu amaçla Japonya-ABD ilişkileri derinleştirilmek istenmektedir. Japonya üzerindeki ABD kontrolünü, SSCB çözüldükten sonra azaltma eğilimindeydi. Tıpkı Almanya üzerindeki ABD kontrolü gibi. Ama şimdi, bu süreç tersine çevrilmek istenmektedir. Güney Kore, bu ittifakın içine alınmak istenmektedir. Ama bu ittifakı, Hindistan’ı da katacak şekilde genişletmek, şimdilik mümkün olmamıştır. Demek ki, NATO’nun Haziran 2022 toplantısından sonra, Çin’e karşı ABD saldırganlığının seviye atlaması beklenmelidir.
Bu konuda Avrupa’nın açıkça sürece sokulması, Rusya’ya karşı yürütülen ırkçı saldırıların ardından, şimdi daha olanaklı hâle gelmiştir. ABD, NATO aracılığı ile buna hazırlanmaktadır. Bu nedenle, arkadaki tehdit ve şantajın gizlenmesi için önde kurulan iğrenç ve zarif görüntüler ayarlanmaktadır.
Ancak, tüm bunların sistemin krizine ve ABD hegemonyasının çözülmesine çare olacağı da şüphelidir. Buradan böylesi bir sonuç çıkmayacaktır.
Eğer bu konuda hemfikir isek, demek oluyor ki, Rusya ve Çin’e karşı daha şiddetli bir savaş senaryosu devreye sokulacaktır. Bu açıdan NATO mekanizması içinde beslenen Neonazi örgütlenmelerin işe yarayacağı hesaplanıyor olmalıdır. Bu da, Avrupa’da, yeni ırkçı saldırılar demektir. Aynısının Japonya’da, Güney Kore’de de ortaya çıkması mümkündür. ABD, bunları da devreye sokacaktır.
4
Bunlarla tamamen uyum içinde, Avrupa’da yeni bir duvar örülmek istenmektedir. Belarus Dışişleri Bakanı’nın, Polonya-Belarus sınırında dikilmeye başlanan bariyerleri kastederek, “Demir perdeyi şimdi Batılılar kendileri dikiyor” sözleri tam da bunu ifade etmektedir. Yani, bu hem ideolojik hem askerî hem siyasi bir duvardır.
Avrupa ve Japonya, ardında İngiltere ve ABD’nin bulunduğu silahlanma sürecini hızlandırma işinin merkezi hâline gelmektedir. Tüm dünyada silahlanma artmakta, ABD silah tekelleri başta olmak üzre tüm silah şirketleri kârlarına kâr katmaktadır.
Bu ise, savaş hazırlıklarının daha da hız kazanması demektir.
Avrupa’da yükselen “duvar”, geçmişten farklı olarak “sosyalizme ve komünizme karşı” yükselmiyor. Bu nedenle, karşısındaki güçlerin ideolojik savunusu da eksiktir. Dün, komünizme karşı yükseltilen duvar, şimdi Rus ve Çin tehdidi masalına karşı yükseltilmektedir. Bunun savunusu “demokrasi ve Batı değerleri” şeklinde bile yapılamamaktadır. Daha açık olarak Neonazi örgütlenmeleri ortaya çıkmaktadır. Bu saldırının karşısında, sosyalizmin yeni bir atağı dışında bir ideolojik savaş yürütülemez.
Rusya ve Çin’in, bağımsız kalma, uluslararası ticaretin kurallarına uyma istekleri, yeterince güçlü bir ideolojik karşılık değildir, olamaz.
Bu nedenle bu durum, “soğuk savaş”tan farklıdır.
Burada söz konusu olan, dünyada bağımsız kalabilmiş güçlerin boyun eğdirilmesidir. Bu nedenle sürmekte olan ticari, askerî, diplomatik vb. savaş, ideolojik alanda boşluklarla sürmektedir. ABD cephesinin ideolojik saldırısı da şekilsizdir. Dünün komünizme karşı savaş başlığı altındaki ideolojik savaşın, belli ölçülerde devam ettirilmesi de durumla örtüşmemektedir.
Rusya ve Çin dahil, bu sürece boyun eğmek istemeyenlerin direnişi, yeni bir sosyalist devrimler dönemi ile tamamlanırsa başarı sağlayabilir. Rusya ve Çin’den bir sosyalist atak gelme olasılığı düşüktür, ama onların da kendi geçmişlerine yönelmek dışında seçeneği olduğunu düşünmek zordur. Devrim dalgası, başka ülkelerden gelecektir.
Kapitalist dünyanın “büyük üretim üssü” hâline gelmiş olan Çin’e karşı savaş naralarını yükseltecek olanlar, elbette “demokrasi” vurgusunu yapacaklardır. Sanki ABD’de demokrasi var, sanki İngiltere’de var, sanki Almanya’da var, sanki Suudi Arabistan’da var vb. Bu vurgu, yani Çin’e karşı demokrasi yokluğu üzerinden saldırganlık gösterileri, aslında dünyanın fabrikası hâline gelmiş olan Çin’i ekonomik-ticari savaşla durdurmamalarından kaynaklıdır, savaşın parçasıdır.
5
Dahası, ABD, NATO’dan geçen kararlar çerçevesinde Avrupa’daki güçlerini artırmaktadır. 300 bin kişilik ordu oluşturma isteği açık olarak ortaya konmuştur. 300 bin kişilik ordu ile, Avrupa’ya yerleşme planı kabul edilmiştir. Bu, Avrupa’da bir ABD işgalidir, anlaşmalı gibi görünse de, zora dayalı bir işgaldir bu.
Dün, daha bir yıl öncesine kadar, Avrupa, kendi ordusunu oluşturma hedefini tartışıyordu. Oysa bugün, Avrupa, açıkça ABD tarafından işgal edilmektedir.
ABD, NATO aracılığı ile, “Avrupa’nın korunması”ndan söz ediyor. Gerçekte bu, Avrupa’nın ABD tarafından işgalidir. Tam da bu adım, savaşı Avrupa topraklarına taşımak ve ABD topraklarından uzak tutmak isteğinin ifadesidir.
Söz konusu olan Üçüncü Dünya Savaşı ise, ABD topraklarının bu savaşın dışında kalması olası bile değildir. Hem füzelerin menzili hem de gelişmiş nükleer silahlar, bu sınırları aşma kapasitesine sahiptir.
Ama ABD tarafından “usulca”, “punduna getirilerek” işgal edilmekte olan AB’nin, artık bir iradesi kalabilir mi? Bu soruya “evet” demek mümkün değildir. AB, eğer, büyük bir çıkış ile ABD’ye karşı hamle yapmazsa, bir AB iradesinden söz etmek mümkün olamaz.
ABD, Avrupa’nın iradesini elinden almış gibidir.
Şimdi, 300 bin kişilik ordu ile ABD’nin Avrupa’ya yerleşmesi durumundan söz ediliyor. Bu durumda AB’nin bir güç olarak kalabilmesi mümkün olabilir mi? Bu nedenle AB, bu karara evet diyerek, kendi gücünü yarımın da altına indirmiştir demek mümkün görünüyor.
ABD, başta Polonya, İspanya ve İngiltere olmak üzere Avrupa’daki güçlerini artıracak olduğunu ilan etmiştir. Hem asker sayısı hem de üs sayısı artacaktır.
İsveç ile İngiliz silah sanayiinin artan işbirliği, İsveç’in NATO’ya girmesi isteğinin nedenlerinden biridir. Ama bu, aynı zamanda, tüm Avrupa’nın kapatılması girişimidir de. Kısacası savaş hazırlıkları gelişmektedir.
6
Biliyoruz ki, her savaş, savaşan ülkeler için aynı zamanda bir iç savaştır. Öyle ise, Avrupa’da Neonazilerin yükselmesi, ırkçılığın katlanması süreci yaşanırken, aynı zamanda bir iç savaş yaşanacağı da kesindir. Bunun zaman alacağı söylenebilir. Bu zaman, savaşın seyrine bağlıdır. Ama bu süreç başlamıştır. Öyle ise, tüm bu ülkelerde, farklı bir süreç de başlayacaktır. Neonazilerin güçlendirilmesi, sadece genel anlamı ile savaş hazırlığı için değildir, fakat aynı zamanda bu iç savaş olasılığına karşı da önlemdir.
NATO toplantısının, Rusya ve Çin’i açıkça düşman ilan etmesi, savaş naralarının daha da yükselmekte olduğunun habercisidir.
Ayrıca NATO, “barış döneminde değiliz” diye, tuhaf bir tespit de yapmaktadır. Savaş dönemindeyiz demeden, “barış döneminde değiliz” demek, aslında NATO’nun güç gösterilerinin arkasında yatan ABD’nin Avrupa’yı kontrol etmek isteği olduğunu da göstermektedir. “Barış döneminde değil”sek, ne dönemindeyiz, savaş döneminde olduğunu neden açıkça NATO ilan etmiyor? Bu küçük nüans, aslında ABD’nin Avrupa’yı hizaya çekme hamlesinin ürünüdür.
Rusya ve Çin, BRICS ülkeleri ile birlikte, yeni bir uluslararası ticaret sistemi geliştirme sürecine girmiştir.
Bu durum, sistemin krizini daha da artıracaktır.
Yaptırımlar-ambargolar, Batı için, beklenen sonuçları vermekten uzaktır ve tersine bir etkiye yol açmaya başladıkları da açıktır. ABD öncülüğünde NATO ve Batı ittifakının Afrika’ya gıda akışını, özellikle buğday akışını kesme çabaları, sadece Batı’nın “insanlık değerleri”nin ne anlama geldiğini göstermekle kalmıyor, aynı zamanda savaşın her alanda, her yolla, her araçla, sınır ve kural tanımaz bir biçimde tırmandırıldığının da göstergesi oluyor. ABD, öylesine bir haydutluk ortaya koymak istiyor ki, herkesin korkudan boyun eğmesini sağlamak istiyor.
Tüm bu süreç, Rusya ve Çin öncülüğünde geliştirilmeye başlayan yeni uluslararası ticaret sisteminin destekçilerinin artması anlamına da geliyor.
ABD, çözülmekte olan hegemonyasını kurtarmaya çalışırken, tüm kapitalist-emperyalist dünyanın krizini de daha da artırıyor. 2008’de başlayan ve sürmekte olan kriz, şimdi enflasyon ile katmerlenmeye başlıyor. Avrupa, 1970’lerden bu yana en yüksek enflasyon oranları ile tanışıyor.
Çok uzun bir süre almayacağı kesindir, yeni uluslararası ticaret sistemi Rusya ve Çin öncülüğünde geliştirilmektedir. Elbette, bu yeni sistem, anti-kapitalist bir şey değildir, olması da beklenemez. Zira, Rusya ve Çin, sosyalist bir mücadele vermemektedir. Bu beklenemez de. Her ikisi de kapitalistleşmeyi seçmişlerdir. Ama yine de bu yeni uluslararası ticaret sistemi, Batı cephesini ciddi biçimde zorlamaktadır, zorlayacaktır.
7
Tüm bu süreç, NATO’nun dağılma sürecini de besleme eğilimindedir. İlk başta bu ters gibi gelebilir. Ama İspanya’daki NATO zirvesinin görüntüleri bunu destekler niteliktedir. Zoraki gülümsemeler, şık kıyafetlerle balo yemeğini andıran toplantı, aslında içerideki çürümeyi, hatta gerilimi gizlemeye yetmiyor. Şık elbiseler “iskeleti” kaplasa da, iskelet kendini tüm çirkinliği ile ortaya koyuyor.
Savaş hazırlıkları, artan ırkçılık, sistemin parıldayan pullarını dökmeye başlamıştır bile. Artık NATO’nun bir savaş makinası olduğu gerçeği, NATO’nun dünyadaki savaş suçlarının ana merkezi olduğu gerçeği, ne yapsalar da açığa çıkıyor. Bunu anlamamakta direnen “aydın”lar, gerçekte NATO tedrisatının etkisinden kurtulamadıkları için bu kadar kördürler.
8
Dünyanın ihtiyaç duyduğu şey, kapitalist sistemin yıkılmasıdır.
Nefes almak, insan olarak kalma isteği, NATO ve savaş güçlerine karşı mücadele etmek anlamına geliyor.
Dünyanın eksiği, sosyalizmdir.
Dünya devrimci işçi hareketi, dünyanın hava ve su kadar ihtiyaç duyduğu bir şeydir.
Hem dünya işçi ve emekçilerinin kurtuluşu buna bağlıdır hem de insanlığın ve gezegenin kurtuluşu, buna, devrimci sosyalizme bağlıdır. Çoktan ömrünü tamamlamış olan kapitalist sistemin yıkılması gerçekleşmeden, hiçbir insanî değer korunamaz, geliştirilemez.
Dünya, devrimci yükseliş dalgalarına, sosyalizmin yükselişine hazırlanmaktadır. Bu elbette bugün, hemen gerçekleşecek bir şey değildir. Ancak, dünya devrimci hareketi, bunun hazırlıklarını yapmak zorundadır.
İşçi ve emekçilerin, dünya proletaryasının aklı berrak olmalıdır: Ya sosyalizm ya ölüm sloganı, sadece bir genel doğru değil, bugün için acil bir slogandır da. Bu çürümüşlüğü yıkmak, kapitalist-emperyalist sistemi tarihin çöplüğüne göndermek, işte dünyayı kurtaracak tek gerçek yol budur.
Dünya proletaryası, daha gelişmiş bir mücadele ile tarih sahnesinde yerini alacaktır. Bu açıdan, her ülkedeki devrimci hareketin, dünyayı gözlemesi, gelişmeleri yakından izlemesi ve en çok da gelişmekte olan direnişlere bakması elzemdir. Dünya devrimci hareketi, devrimci sosyalizmin bayrağını yükseltmek üzere bir yeni enternasyonal örgütlemek zorundadır. Bu elbette her ülkedeki mücadelenin kendi sorunları bir yana bırakması demek değildir, olamaz da.
Her savaş bir iç savaş ise, bu doğru ise, tüm Avrupa ve ABD dahil, tüm metropoller de mücadelenin yükselişine sahne olacak demektir.
Önümüzde sınıf savaşımının yeniden yükseleceği, sosyalizmin bayrağının yükseleceği bir dönem vardır. Savaşı önlemenin de tek yolu budur. Bu sınıf mücadelesi, birçok açıdan yeni öğeler içerecektir. Ancak devrimci önderlik isteyeceği kesindir. Bu nedenle, dünya devrimci hareketi, nerede olursa olsun, dünyanın en uzak noktasında bile sürmekte olan direnişlere gözünü dikmelidir.