Yasaklamalar, suikastler… Seçim her şeyi çözer mi?

Seçimlerin normal tarihi 18 Haziran 2023 olmalı. Ama iki yıldır, herkes, en çok da burjuva muhalefet, bugün altılı masa olan, dün CHP ve İYİ Parti olan burjuva muhalefet, seçimlerin erken yapılacağını söylüyor. Erken seçim, giderek “erken baskın seçim” hâline geldi. Zaman daraldıkça, seçimin erken olması hâlinin bir baskın seçimle mümkün olduğu fikri yayılmaya başlandı. Nisan 2022’de seçim yasası değiştirildi. Değişen yeni seçim yasası ile bir seçim yapılması için, seçimin 6 Nisan’dan sonra yapılması gerektiği fikri, şu günlerde modadır. Hem erken seçim olacak hem de 6 Nisan’dan sonra olacak. İşte size denklem.

Biz ise, en başından beri, birincisi, seçimin yapılıp yapılmayacağının belli olmadığını, ikincisi devletin, egemenlerinin esas amacının Saray Rejimi’ni güçlendirmek olduğunu, üçüncüsü ise bir seçime karar verecek ise Saray ya da Erdoğan, bunun ancak ABD emri ile olabileceğini söylüyoruz. Yani, bu ülke bir sömürgedir diyoruz ve akıllarda tutulmasının faydalı olduğunu, “sömürge değiliz” diyerek sömürge olmaktan kurtulmanın mümkün olmadığını, bunun herkesçe bilinen bir gerçek olduğunu söylüyoruz.

2022 yılının yaz ayları geride kalınca, bu kez, seçim olur ama 7 Haziran-1 Kasım gibi bir süreç işletilir, denilmeye başlandı.

Biz o günlerde de, baskı ve şiddet gelecektir elbette, ama 7 Haziran-1 Kasım süreci gibi değil, yasaklamalar, parti kapatmalar, siyasal yasaklı insanlar (Barlas 150 kişi siyasal yasaklı olmalı anlamında yazmıştı), suikastlar devreye girer diyorduk.

Elbette, bizimkisi de tahmin. Ama bunun belli başlı, kimse için de bilinmez olmayan dayanakları var.

Mesele Saray Rejimi denilen şeyi kavramakla ilgilidir. Saray Rejimi, TC devletinin, tekelci polis devletinin, olağanüstü örgütlenmesidir. Bu nedenle, Saray Rejimi’ni “olağan” bir rejim olarak görüp, “sokağa çıkmayın, yoksa olağanüstü hâl ilan ederler” demek, çocukluk, ahmaklık değil ise, ya körlüktür ya da Saray’ın hizmetçisi olmak demektir.

Saray’ın hizmetçileri türlü türlüdür. Mesela Mehmet Uçum, hem ulufe alan bir hizmetlidir hem de başka istihbaratlara da çalışır. Saray, bu gibi tiplerle doludur. Ama bir de, Saray’a doğrudan çalışmayan, ama devleti korumak adı altında başka kurumlar aracılığı ile Saray’ın emrinde olanlar vardır. Görünüşte muhalif, ama Saray’ın emrinde olmak gibi. Saray Rejimi’ni, eğer siz tek kişi diktatörlüğü diye tanımlarsanız, onu anlamamış olursunuz. Bu durumda, Saray Rejimi kötü, gitsin ama devletimiz iyi, “demokratik, laik, sosyal hukuk devleti” ve onun bekası için, Saray’a karşı muhalefeti devleti incitmeyecek tarzda yapmak gerekir dersiniz. İşte size burjuva muhalefetin, CHP’nin, Kılıçdaroğlu’nun düşünüş tarzı.

İnce’ye gençler soruyor; o akşam neden kayboldunuz, sesiniz çıkmadı, daha sonuçlar ortada yokken “kaybettim” dediniz? İnce, eğer bunu yapmamış olsaydım, CHP mahvolurdu, diyor. Ne güzel, CHP’yi kurtarmak için bunu yapmış ama şimdi CHP’li değil. Belli ki, kendini kurtarmak için yaptı ve belli ki devletten bu emri aldı. Yani, karşımızda duran Erdoğan, aslında “atı alan Üsküdar’ı geçti” ikrarında olduğu gibi seçimi kazanmamıştır, gasbetmiştir ve meşru bir cumhurbaşkanı değildir.

Öyle ise, burjuva muhalefetin, bu gasbedişe karşı durup, devleti kurtarmak akıllarına gelmedi mi? Şimdi, Saray Rejimi’ne karşı, kitleler, Kürtler, işçiler, kadınlar, gençler sokaklara çıkmasın, devlet zarar görmesin diye bu denli telâş ediyorlar.

Demek, burjuva muhalefet için de konu açıktır: Eğer işçiler, halklar sokağa çıkarsa, tehdit var, devlet kurtarılmalı, ama eğer siyasal İslam, eğer HÜDA PAR, eğer tarikatlar, eğer Erdoğan vb. devleti ele geçirirse, bu tehdit sayılmaz, egemen sınıfın içinde güç değişimi olur. Kılıçdaroğlu ve onun gibi düşünenler, diyorlar ki, “Bay Erdoğan yeter, şimdi devret bu iktidarı.” Onların sorunu, bu devir işinde Erdoğan’ın yasalara uymaması. Bu nedenle ona “tek kişi diktatörlüğü” diyorlar. Saray Rejimi, işçileri, gazetecileri, Kürtleri, öğrencileri, kadınları katlederken, hapse atarken, yasalara uymuyor olabilir. Bunda sorun yok. Ama seçim sistemi içinde değişim konusundaki yasalara uymazsa, işte o zaman ayıp eder.

İşte bu “ayıp etmek” gibi kibar dili kullananlar, ırzına geçilen çocukların karşısına geçip, “size ayıp ettiler” desinler, cinayethanelere çevrilen işyerlerine gidip işçilere, “size ayıp ediyorlar” desinler. Tren kazasında çocuğunu kaybeden ve davayı takip eden, bu nedenle coplanan anneye gidip, “size ayıp ettiler” desinler. Cumartesi Annelerine, “size ayıp ettiler” desinler. Katledilen Kürt halkının karşısına geçip, “size ayıp ettiler” desinler.

Ne kadar kibar okuryazar takımımız var! Bin kere maşallah.

Burjuva muhalefet için mesele, devletin kurtarılmasıdır. Çünkü, devlet, Saray Rejimi biçiminde bir olağanüstü örgütlenmeye geçmiş olduğu hâlde, devlet çözülmektedir. Bu çözülüş, TC devletinin bir devrimle yıkılması olanağını yaratmaktadır. Bu nedenle, Gezi’den sadece Erdoğan değil, Kılıçdaroğlu da korkmuştur. Şimdi, buna önlem almak istiyorlar ve Gezi Direnişi’ni kendilerine uygun tanımlıyorlar.

Önce, Gezi’dekilerin hepsi terörist değil ki, diyorlardı. Ama şimdi, kendilerine de terörist denilmeye başlanmıştır. Bu durumda, Gezi’deki terörist sayısı azalmış olmalıdır. İşte size CHP mantığı. Bu mantık, aslında halka yalan söylemektedir. “Demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletiyiz” demekten geri durmamaları bundandır. Ortada ne demokratik, ne laik, ne sosyal, ne de hukuk devleti vardır. Dahası, tarihi boyunca TC devleti, hiçbir zaman demokratik, laik, sosyal bir devlet olmamıştır. Kendi hukukuna uymak “hukuk devleti” olmak ise, bunun geçerli olduğu dönemler olmuştur. Ama tarihi boyunca ne sosyal bir devlet olmuştur, ne laik bir devlet olmuştur. Bunu sürekli olarak tekrarlamak, sürekli olarak “biz demokratik, sosyal, laik bir hukuk devletiyiz” demek, eğer kırk kere söylenirse gerçek olur gibi bir anlayışın ürünü değil ise, halkı kandırmak, halka yalan söylemektir.

Kısacası, mesele Saray Rejimi denilen şeyi anlamakla ilgilidir.

Bu bir Erdoğan diktatörlüğü değildir. Tersine, Erdoğan, eften püften konular dışında bir karar gücüne bile sahip mi, sorulmalıdır? Kararları Erdoğan’ın açıklaması ayrı bir şeydir, onun karar alıcı olması ayrı. Efendiler, ABD, AB, İngiltere, kısacası Batı emperyalizmi, Türkiye’nin ortaklaşa sahipleridirler. TC devleti bir ortaklaşa sömürgedir. Ve Saray Rejimi’nin kuruluşu, Erdoğan’ın işi değildir. Tersine, efendilerin, NATO’nun işidir, ABD’nin işidir. Saray Rejimi, ülkenin olağanüstü tarzda yönetilmesi demektir. Saray Rejimi, içeride ve dışarıda savaş demektir. Saray Rejimi, bölgede ABD adına tetikçilik görevini kabul etmek demektir. Efendiler, içinde bulundukları emperyalist paylaşım savaşımı nedeni ile, artık ülkemizde daha direkt bir uygulama merkezi kurmak istediler. Bu da Saray Rejimi’dir. Öyle detaylarla uğraşmak yok. Yasa ne diyor diye bakmaya gerek yok. Savaş koşullarına uygun tutum alınacak. Çok gerekli olursa yasa, işler yapılacak, arkasından gelecek. Soylu, bu sözleri, inşaat yıkıp yapmak için bile kullanıyor.

Saray Rejimi, elbette, rant, yağma ve savaş ekonomisi de demektir. Ekonomik politikası budur. Öyle, zamlara, öyle beşli çetelere dayalı bir tarif, Saray Rejimi’ni aklama işi bile görür. Tüm bankalar, tüm tekeller, tüm yabancı sermaye ile ortak firmalar kârlarına kâr katmışlardır, katmaktadırlar. Elbette bu rant, yağma ve savaş ekonomisinden, Erdoğan ailesine de bir şey düşecektir. Efendiler buna elbette göz yumacaktır. Ve elbette Erdoğan, daha fazlasını alabilmek için, çeteler organize edecektir, tarikat çeteleri, enerji çeteleri, uyuşturucu çeteleri, inşaat çeteleri vb. olmadan, sadece yüzde on ile yaşamak, sultanlar sultanı, her şeyin reisi Erdoğan’a yakışmaz. Koskoca ekonomist, Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi, yaratanın tüm sıfatlarını taşıyan adam, bu kadarını da hak eder.

Hem sonra, kadrosu da buna uygundur. Saray, “liyakat sistemini yıktı” diyor gözyaşları içinde Kılıçdaroğlu. Oysa doğru değil. Saray, tam da kendine uygun bir liyakat sistemi kurdu; hırsız olacak ve bunu istediği görüntü altında yapabilecek. Şeytana pabucunu ters giydirebilecek ve Allah’ın cebinden peygamberi çalmayı öğrenmeye yatkın kişiler, kadrolar aradılar. İşte tam da liyakat budur, değil mi?

Tüm bunları Saray Rejimi’ni biraz daha farklı bir yolla tekrar anlatmak için yazdık. Şimdi, konumuza dönelim.

Deniyor ki;

1-

18 Haziran’dan önce seçim olmalıdır. Neden? Çünkü olmazsa, Erdoğan aday olamaz. Neye göre? Yasaya göre. Peki o yasaya göre, 28 Mayıs’ta seçim olursa aday olabilir mi? Kimine göre evet, kimine göre hayır. Yasa diyor ki, iki kere olabilir. Burada üçüncüsü olmuş olmuyor mu? Şöyle yanıtlıyorlar, “olmuyor çünkü 5 yıllık dönem bitmiyor.” Peki bu durumda, 2028’de nisan ayında, erken seçim yaparsa, o zaman da 5 yıllık dönemi doldurmamış mı oluyor? Yok artık diyorlar. Yok artık ama, mantık bunu söylüyor. Oysa yasa, iki kere seçilebilir diyor ve iki kere seçilmiş oldu.

Tamam ama, zaten biz muhalefet olarak Erdoğan’ı sandıkta yenmek istiyoruz. Vay be, ne özgüven! Rakibi yenmek için, yasaları bir yana bırakalım. Ne centilmenlik! Peki ama, o zaman niye yasa yaptınız?

Neyse.

2-

Seçim 6 Nisan’dan sonra olmalıdır. Çünkü, 6 Nisan 2022’de yeni seçim kanunu yürürlüğe girmiştir. Saray, bu yeni seçim kanunu ile seçim yapmak istiyor. Çünkü bu yeni yasa, anti-demokratik, Anayasa’ya aykırı ama Saray için avantajlı. Bu nedenle, seçim 6 Nisan’dan sonra, yani yasanın dediğine göre, yürürlüğü yayınlanmasından 1 yıl sonra başlıyor.

Bu da güzel değil mi?

Seçim yasasının yürürlüğe girmesi konusunda “yasalara uyması” beklenen Saray, seçilme meselesi konusunda yasalara uymak istemiyor. Erdoğan’ın, hem yasalara uyacağını hem de uymayacağını kabul ediyorlar.

Acaba, Kılıçdaroğlu, Erdoğan ile gizli pazarlık mı yapmış, tekrar aday olmasına hayır demeyecekler? Yoksa bu, Kılıçdaroğlu’nun zaman zaman görüştüm dediği devletin telkini midir? Devlet, Kılıçdaroğlu’na diyor ki, yeniden seçilme meselesine hayır deme, Erdoğan’ı kızdırma. İyi ama bu durumda devlet, o sevmediği, artık gitsin dediği Erdoğan’ı neden aday yapıyor ki? Bu büyük incelik anlamına geliyor ama saygı duyulası bir incelikten çok, komik kaçıyor.

3-

Bu durumda seçim, 6 Nisan’dan sonra, 18 Haziran’dan önce olacak. Fakat arada da ramazan var ve ramazan bayramı 23 Nisan’da bitiyor. Demek, 30 Nisan, en erken seçim tarihi oluyor.

Fakat, eğer yasalara bakmak bu denli hoş ise, bu denli yasalar önemli ise, seçimin ilanı diye bir şey olmalıdır. Mesela 90 gün önceden seçim süreci başlıyorsa, bu durumda 30 Ocak’ta seçim ilan edilmelidir, 60 gün önceden süreç başlıyorsa, demek ki 28 Şubat’ta seçim ilan edilmelidir. Yine de niye bu kadar bekliyorlar, sıkıntıları ne?

Varsayalım ki, ilan edildi, demek tarih belli oldu demektir. Varsayalım ki, 30 Ocak’ta ilan edilmedi, demek başka bir haftayı bekleyeceğiz.

Seçim eğer, seçim ilanı ile başlarsa, sadece seçim günü demek değilse, 30 Ocak ya da 15 Şubat’ta ilan edilecek seçim, hangi yasaya göre yapılacak? Çünkü 6 Nisan 2022’de çıkan yasa, ancak 6 Nisan 2023’te yürürlüğe girecek. Seçim bölgeleri vb. hangi yasaya göre belirlenecek; şimdi yürürlükte olan ve 5 Nisan 2023’e kadar geçerli olacak yasaya göre mi, yoksa 6 Nisan sonrası yürürlüğe girecek yasaya göre mi?

Eğer, 6 Nisan 2023’te yürürlüğe girecek yasaya göre seçim yapılacaksa, seçim günü ilandan 90 gün sonra olabiliyorsa, demek ki, seçim 6 Temmuz’da yapılabilir. Bu durumda da, bir 15 gün, süresi dolmuş bir başkan, cumhurbaşkanı, bir reis ile idare ederiz. Zaten, kendisi seçilmemiştir, atı alan Üsküdar’ı geçti ile oraya oturmuştur, diplomalı değildir ve sara hastasıdır. Yani zaten seçilmemiş birinin, orada 15 gün daha oturması sorun olmaz diyebilirsiniz.

Yasaları çok “saygı değer” bulan ve bunlara uyulacağı konusunda hiçbir pratikten “ders alma becerisi kalmamış” olan ahmakların bilmesi gerekir ki, Erdoğan, bu durumda aday olamıyor. Gel ki yasalara göre zaten asla aday olamıyor ama, “özel centilmenlik anlaşmasına” göre de aday olamıyor.

Diyelim ki, 18 Haziran’da olacak bir seçim varsa, en geç seçim 18 Nisan’da ilan edilmelidir. Acaba bu durumda, erken olması gereken seçim de, 18 Nisan’dan önce mi olmalıdır? İyi ama ramazan var, ne olacak?

4-

Bir dördüncü madde var. Muhalefet, altılı masa, 6 Nisan’dan sonra yapılacak bir erken seçim için parlamentoda evet vermeyeceğini söylüyor. Ne garip, 5 yıl önce olmuş olan seçimi, parlamentonun “yenilemesi” kararından söz ediliyor. Bunlar, halkı da salak sanıyorlar. Beş yıldır, seçimi yenilemeyenler, 6 Nisan öncesi olursa seçim için evet diyeceklerini, bu durumda da Erdoğan’ın başkan adayı olabileceğini söylüyorlar.

Kaldı ki, 6 Nisan öncesi bir seçim yapılması için, 5 Ocak’ta (ya da 5 Şubat’ta) seçim kararının alınmış olması gerekli idi. En geç 5 Ocak’ta ise, o noktayı geçtik.

Altılı masa, bu tarihten sonra yapılacak seçim için, parlamentoda da “yenileme” kararı için olur vermeyiz, diyor.

Bu durumda, yine yasaları çok saygı değer bulanlar için, geriye yasal bir yol kalıyor: Erdoğan meclisi fesheder. Bu durumda da bu saygı değer hukukçular, Erdoğan’ın aday olamayacağını söylüyorlar.

Yani, artık, 5 Ocak geçildi mi, geçildi, öyle ise Cumhurbaşkanı’nın parlamentoyu feshetmesi dışında yol yok.

Üç şık kaldı, (a) seçim için Cumhurbaşkanı parlamentoyu feshedecek, bu durumda aday olmak için yasaları dinlemeyecek, (b) seçim zamanında yapılacak, bu durumda cumhurbaşkanı adayı Erdoğan olamayacak ve (c) seçim yapılmayacak.

Yukarıdaki 4 maddede özetlediğimiz durum, bize birkaç şeyi göstermektedir:

1

Sistem, Erdoğan’ı aday göstermek istemektedir. Bu sadece Bahçeli’nin, sadece Erdoğan’ın isteği değildir. Aday gösterilmesi CHP’nin de, İYİ Parti’nin de isteğidir. Belki de en az Erdoğan’ın isteği olabilir. Erdoğan, belki kaçıp kurtulmak mümkün olsa, çoktan kaçardı. Ama paraları, malları, mülkleri her şeyden önemlidir. İngiltere’de yatırımları var ve bunlar “emin” ellerdedir. ABD’de yatırımları var ve bunlar da “yasal güvence”dedir. Katar’da ve Malezya’da yatırımları var, bunların ne kadar emin olduğu belli değildir.

Erdoğan, ABD tarafında, ağırlıklı olarak Pentagon tarafından destekleniyor deniliyor. Bunu bilmiyoruz ama ABD’de iki farklı eğilimin olduğunu biliyoruz. Bunun Erdoğan konusuna ne denli yansıdığını, iki ayrı eğilimin burada da var olup olmadığını bilmiyoruz.

Ama biliyoruz ki, ABD, öncelikle Saray Rejimi’nin güçlendirilerek devamından yanadır ve ikinci olarak savaş politikaları için kendisine gerekli olan tetikçi bir ülkenin başına kimin seçileceğini, şansa bırakmaz. Bu ABD’nin savaş politikalarına da bağlıdır. Bu nedenle, ABD, fiilî durumda çok zorlanan Erdoğan ekibini değiştirmek istemeyebilir, ama Erdoğan ve ekibi de, güvence isteyecektir. Ki bu güvencelerin, Saddam deneyiminde görüldüğü gibi garantisi yoktur.

2

Seçim için kanunlar, yasalar istenildiği gibi eğilip bükülmektedir. Bunu önümüzdeki dönem de göreceğiz. Bu nedenle altılı masa, kendi adayını açıklamamaktadır. Zaten anlamsız da olur.

3

Seçimin ertelenmesi ihtimali oldukça yüksektir.

Biz meseleyi, seçim meselesi olarak ele almaktan yana değiliz. Zira yanıltıcıdır ve her şeyi buna göre ele almak, değerlendirmek, kör olmak anlamına gelmeye başlamıştır. Mesela 2022 Haziran sonunda asgarî ücret 5.500 TL ilan edildiğinde, herkes bunun bir seçim yatırımı olduğunu söyledi. Sol da dahil. Oysa bize göre bu adım, sosyal patlamayı önlemek, işçilerin sisteme karşı direnişlerinin gelişimini bastırmak amacını güdüyordu.

Sonuçta seçim olmadı.

Şimdi asgarî ücret 8500 TL ilan edildi. Yine herkes, hep birlikte, bunun seçim yatırımı olduğunu söylüyor. Kiraların, faturaların vb. durumuna bakmıyor, markette fiyatlara bakmıyor ve tüm bunların seçim yatırımı olduğunu söylemeye devam ediyor. İyi ama, bu 8500 TL’lik artışın oya yansıyacağını düşünen varsa, bunun sonucu olarak, seçimin mesela şubatta yapılması gerektiğini ya da hadi diyelim petrol vb. alanda yapılan indirimleri devreye soksalar (biliniyor, Türkiye, petrolü Rusya’dan, dünya piyasalarının 30 dolar altında almaktadır ve iç piyasa fiyatlarını İtalya’daki fiyatlara göre belirlemektedir. Yani zaten 30 dolarlık, yani yüzde 25’lik fazla bir fiyatlama yapılmıştır. Bunu geri alabilirler.) seçimin martta yapılması gerektiğini düşünmeleri gerekir. Mesela Saray, seçimi, Kasım 2022’de 15 Şubat diye ilan ederdi ve mesela ocak ayında asgarî ücreti artırırdı, olmaz mıydı?

Mesele seçim meselesi değil.

Mesele, zaten olağanüstü bir devlet örgütlenmesi olan Saray Rejimi’nin çözülmekte oluşudur. Egemenler, bu Saray Rejimi, daha da güçlendirmek istiyorlar. Halkın nezdinde başlamış olan devlete güvensizliği kırmak, bu arada ise kendi kazanımlarını korumak istiyorlar. Saray Rejimi, bir yeni durumdur ve bu rastgele oluşmadı. Efendiler bunu bizzat örgütlediler. Bu nedenle bundan vazgeçmeye niyetleri yoktur. Sadece, eğer olur da tutmazsa diye, “güçlendirilmiş parlamenter sistem” tarifi yapıyorlar. Bu aksilik durumunda geçerlidir ve aksilik, halkın, işçi sınıfının isyanıdır. İşçi ve emekçiler sokaklara çıkar ve Saray’a doğru yürümeye, devlet kurumlarını işgale başlarlarsa, işte onları durdurmak ve devleti kurtarmak için, “parlamenter sistem” diyerek, günahları yıkacakları yerden Saray’dan kurtulmuş olacaklar. Halkın isyanı yoksa, işçiler ve emekçiler harekete geçmemişse, egemen, güçlendirilmiş saray rejimi peşindedir.

Saray Rejimi’ni güçlendirmek için, işçi ve emekçileri, burjuva muhalefeti değil ama toplumsal muhalefeti bastırmak istiyorlar. Böylece sessiz ve teslim olmuş bir toplumda, yeniden dizayn işini yapacaklar.

Peki bu susturma nasıl olabilir.

Elbette, baskı, şiddet, yalan vb. ile. Karanlıkla.

Bu açıdan, herkesin aklına gelen 7 Haziran-1 Kasım sürecindeki saldırı ve baskı sürecinin hatırlanması yerindedir. Ama öyle olmayacağını biliyoruz, artık.

Yasaklılar listesi ve suikastler, ardından bombalamalar devrede olacaktır.

Şu yakın dönemde üçünü de gördük.

İstanbul’da 40 kişinin öldüğü (ölü rakamını 6 diye verdiler) bombalama saldırısı bir tanesidir. Buna benzer saldırılar gelecektir ve İslamî radikal kesimler, yerli ve yabancı bu konuda devreye sokulacak gibidir. HÜDA PAR ile ittifak, bunun açık kanıtıdır. IŞİD, ve HÜDA PAR, SADAT eli ile devreye sokulacak gibidir.

İkincisi, yasaklılar listesidir. Bir ismi, siyasal olarak yasaklama işini, Barlas, 150’likler diye ortaya atmış, Nagehan Alçı desteklemiştir. Kaftancıoğlu yasaklılar listesine alınmıştır. CHP, hiçbir şey yapmamıştır denilebilecek kadar pasif tutum almıştır. Zaten iki yıldır, “sakın sokağa çıkmayın, sakın Erdoğan’ı kızdırmayın, sakın tepki vermeyin, evinizde kalın” diyen tutum, Kaftancıoğlu olayında sessiz kalmak için uygun bir zemin yaratmıştır.

İkinci hamle, İmamoğlu için gelmiştir. CHP, yurtdışındaki Kılıçdaroğlu aracılığı ile sessiz kalmayı telkin etmiştir. Kılıçdaroğlu, bu operasyonun planlayıcısı değilse de destekçisidir. Bilerek ya da bilmeyerek. İmamoğlu, eğer miting için halkı 16.00 Saraçhane’ye çağırmasa idi, CHP daha da sessiz kalacaktı. Sermayenin bir kesimi, İmamoğlu’nu desteklemiştir ve İmamoğlu sınırlı de olsa tepkiler vermiştir. Altılı masa ya da CHP, yeri yerinden oynatmamıştır.

Zaten Diyarbakır vb. illere kayyum atanırken susanların, İstanbul’a kayyum atama sürecinde tepki vermeleri de oldukça zordur.

Hâlâ birçok CHP’li, birçok “uzman” İstanbul’a kayyum atayamazlar diyorlar. Bu ne güven diyesi geliyor insanın. Erdoğan’la anlaşmanız mı var? Hiçbir konuda yasa tanımayan, Suruç’ta, Ankara Garı önünde, Diyarbakır meydanında, birçok Kürt ilinde katliamlar ortaya koyanlara nasıl bu kadar güven duyuyorsunuz? Yoksa sizinle “ben devletim” diye görüşenlerin garantileri mi size ulaşıyor?

Hilenin, üçkâğıdın, yasaklamanın her türlüsünü devreye koyan, Allah’ın cebinden peygamberi çalabilen kişilerin hangi davranışı size güven veriyor?

İstanbul’un kaynaklarına göz dikmişlerdir. İmamoğlu ve Kılıçdaroğlu, “İstanbul’un rantına göz diktiler” diyorlar. Göz diktikleri doğru ama, buna rant demek, sizin de Erdoğan ağzına, Saray ağzına çok alışık olduğunuzu göstermektedir. İstanbul’un rantı yoktur, olmamalıdır, İstanbul’un kaynakları vardır ve bu kaynaklar halkındır, işçi ve emekçilerindir, üretenlerindir.

İşte Saray Rejimi, bu kaynakları geri almak istiyor. Bu konuda açık bir çatışmayı göze alamayan burjuva muhalefet, kayyum sürecini de önleyemez.

İmamoğlu, bir kaç gün sonrasında, “gökkubbeyi başınıza yıkarım” dedi. İşte bunu demeleri değil, bunu yapmaları gereklidir. Bugüne kadar açıklanmamış dosyaları, buyurun ortaya atın, halk bilsin, yapan biliyor, siz örtmeyin, halka açıklayın. Bu zaten sizin, bir burjuva olsanız da görevinizdir. Bunu yapmamanız, o çok sevdiğiniz yasalara göre suçtur. O yasalar, işçilere, halka karşı çiğnenerek bir saldırı başlatıldığında da sesinizi duymak isteriz.

Kaftancıoğlu, ardından İmamoğlu, ardından başkaları gelecektir. 150’likler listesi boşuna değildir.

Şimdi HDP’nin önüne geldiler. Daha ortada kapatma yokken, hazine yardımını kestiler. Yasadışı bir biçimde, yargıyı silah olarak kullanarak, gasp yapmaktadırlar. Bu açık, devlet gaspıdır ki, TC devletine çok da uygundur. Buyurun, “biz demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletiyiz” tekerlemesini bir kere daha söyleyin. Gerçeklikten bu kadar kopmuş, bu kadar görmez, bu kadar duymaz bir burjuva muhalefetin, Saray için bir artı olduğu biliniyor.

HDP kapatılacaktır. Görünen budur.

Bunun ardından ise, başkaları gelecektir. Yasaklı listesi artacaktır. İngilizler bu süreci, Abdullah Gül’e kadar işletirler. ABD’nin nereye kadar işleteceği henüz belli değil. Akar ve ekibi ise, pusuda, sürece el koymak için yatmaktadır.

Tüm bu süreci önleyecek tek bir yol vardır, işçi ve emekçilerin, devrim şiarı ile, iktidara, Saray Rejimi’ne karşı sokaklara taşması, genel direnişe yönelmesidir. Seçim vaatleri ile kitleler, CHP eli ile, solun da yardımı ile seçimi bekler hâle getirilmiştir.

Üçüncüsü var.

Suikastler.

MHP içinde Soylu-Bahçeli-Atasagun-Ağar eli ile bir temizlik yapılmaktadır. MHP, bugün 4 görünür kesime bölünmüştür. Bahçeli tarikatı, ülkücü camiayı bir arada tutmaya yetmiyor. Saray Rejimi çözülüyor ve bazılarının gözleri açılıyor. Bahçeli MHP’si bir tarikattır, çetedir, parti değildir. İYİ Parti ondan çıkmıştır, Ümit Özdağ ekibi oradan çıkmıştır ve nihayet, öldürülen Ülkü Ocakları eski başkanı etrafında Bahçeli ve devlet için bir rahatsızlık yaratan kesim vardır.

Bu suikast, bir son değildir. Zaten yaklaşık 10’un üzerinde öldürme gerçekleştirilmiştir. Cinayeti işleyen Gülsuyu mafya-çete karışımı grup, Soylu ve Erdoğan’ın elindedir. Bunlar bir yandan Gülsuyu’nun ranta açılması için iş yapmışlardır, öldürdükleri solcu insanlar bunlara karşı mücadele eden mahalle gençleridir. Aynı zamanda uyuşturucu işi yapmaktadırlar. Uyuşturucu, Soylu, Ağar, Bahçeli, Erdoğan ekiplerinden bağımsız değildir, onların denetimi altındadır.

Ve bu cinayetlerin arkası gelecektir. Yeter ki sessiz kalınsın.

Bu suikastler, bugün MHP çevresinde, “sorun” olanlarla başlatılmıştır. Ama kapsamı daha geniş olmalıdır. Arkasından başkaları da buna eklenecektir. Böyle düşünmek gerekir. Ve bu saldırılar, toplumun susturulması için, başka insanlara da yapılacak gibidir. Sol da buna dahildir.

İşte yeni saldırı dalgasının, yeni yöntemlerin bir bölümü filiz vermeye başlamıştır. Gezi Direnişi’ne katılmış bir çok MHP eğilimli genç, artık hizaya çekilmek istenmektedir. Cepheler netleştikçe, herkesin saf tutması için saldırılar gelecektir. Erdoğan, bizzat en yetkili ağız olarak, Akşener’e saldırı sonrasında, “dur bakalım, bunlar daha başlangıç” demekte tereddüt etmemiştir. Akşener’e, bunlar senin iyi günlerin demiştir.

Şimdi soru şudur: seçim herşeyi çözer mi?

Eğer çözmez ise, geriye kalan yolu görmekte tereddüt etmemek gerekir. Gerçek şudur; bu Saray Rejimi’dir ve buna karşı her yol ve araçla mücadele etmek, meşrudur ve zorunludur.

İşçi ve emekçiler, kadınlar ve gençler, kendi kaderlerini ancak, direniş ile, örgütlü bir direniş ile, devrimci bir çizgi izleyerek kendi ellerine alabilirler.

Zalimden, aman dilemek, kimseye bir şey kazandırmaz.

Egemen, hiçbir koşulda, kendi egemenliğini bırakmaz. Bunu sürdürmek ister.

Dünyada emperyalist savaşın, paylaşım savaşımının sonuçları, tüm Batı ülkelerinde gelişen ırkçılık, devletin makinelerinin üzerindeki kadife örtünün kaldırılması şeklinde kendini ortaya koymaktadır. Saray Rejimi, bu dünya çapındaki gericiliğin bir parçasıdır. Onun katliamlar, saldırılar, yasaklar, baskılar, yalanlar, karanlık üreten propagandalar dışında bir yolu yoktur.

Gerçekten, bu baskılardan, bu karanlıktan, bu yalanlardan, bu her türlü zordan sıkılmış ve bunun değişmesini isteyen bir kişi varsa, onun yolu, sisteme karşı net bir biçimde saf tutmak olmalıdır.

Bu yağma, bu rant, bu savaş ekonomisine son vermek istiyorsanız, açlığa, işsizliğe, ölüm pahasına çalışmaya son vermek istiyorsanız, sisteme karşı mücadele etmek, devrimci saflara katılmak bir yoldur ve tek yoldur.

İşçi sınıfının yolu, devrim ve sosyalizm yoludur. İnsanın insana kulluğuna, bunun sonucu olan tüm aşağılama ve sömürü biçimlerine son vermenin tek gerçek yolu, devrim ve sosyalizm yoludur.

Doğanın yağmalanmasına, kentlerin rant alanları hâline getirilerek yaşanmaz hâle getirilmesine, işçilerin fabrikalarda kanlarının emilmesine, iş cinayetlerine, kadın cinayetlerine, çocuk cinayetlerine son vermenin tek yolu, aynı zamanda insan olarak kalmanın biricik yolu, mücadele etmektir, direnişlere katılmaktır. Bu çirkefliğe son vermenin yolu, onun kaynağı olan burjuva egemenliği tarihin çöplüğüne göndermektir. Burjuva devleti, onun özel hâli olan Saray Rejimi’ni yıkmak dışında bir kurtuluş yolu yoktur. Nefes alabilmenin, yaşıyorum diyebilmenin, insanım diyebilmenin başkaca yolu yoktur. Bu hastalıklı hâlden, kendi cellatından medet umar hâlden, bu gerçeklikten kopmuş hâlden çıkmanın tek yolu, direnişçi olmaktır, seyirci olmak değildir.

Biliyoruz bu kolay değildir. Ama böylesine yaşamak da kolay değildir.

Devrim ve sosyalizm, insanlığın tek çıkış yoludur. sadece ülkemizdeki gericiliği parçalamanın yolu değil, aynı zamanda onun bir parçası olduğu dünya gericiliğini parçalamanın da yolu, devrim ve sosyalizm yoludur.

Kurtuluş için mücadele zordur, ama başka kurtuluş yolu da yoktur.

Örgütsüzlük, örgütlenmedeki eksiklik işi daha da zorlaştırmaktadır. Ama tek onurlu yol budur. Kimseye zafer garantisi verilemez. Ama herkes, kendisi bu yolun bir neferi olduğunda başarı ve zafer için bir adım daha atmış olacaktır.

Önümüzde mücadele açısından son derece zorlu bir yol var. Evet ama bu aynı zamanda birçok güzelliğe gebe bir yoldur. Bu güzellikler, mücadele edenlerin, devrimci tutum alanların ellerinde yeşerecektir.

Sadece seçim sürecinin bugünkü hâline bakarsak bile, diyebiliriz ki, egemenler korku içindedirler. Korku, sarayın her yerini sarmıştır, her odasında hayaletler dolaşmaktadır. Her odasında kan vardır. Her duvarında korku yer etmiştir. Koca duvarlı sarayları, koruma orduları, elektronik güvenlik sistemleri vb. hiçbiri onların cennetlerini kaybetme korkusunu bastıramamaktadır. Döktükleri kan ellerindedir. Bu nedenle bu denli saldırgandırlar. Biz devrimcilerin görevi, onların korkularını, cennetlerini kaybetme korkusunu gerçek hâline getirmektir.

Bunun olanağı vardır. Bugün direnen, mücadele eden herkes, bu olanağı hissedebilir, görebilir. Ama kendini seyretmekle bağlamış hiç kimse için bu yol bir çıkış yolu olarak görünmemektedir. Bu nedenle, direnişin gelişmesi, direnişin büyümesi, yaygınlaşması, örgütlü hâle gelmesi, düzenin en büyük korkusudur. İşçilerden, öğrencilerden, kadınlardan bu nedenle korkuyorlar. Çünkü bugün bu topraklarda onurlu, güzel olan ne varsa, o, direnenlerde, işçilerde, kadınlarda, gençlerde yaşamaktadır.

Kazanacağımız bir dünyadır. Kaybedeceğimiz ise bu sefilin de sefili hâline gelmiş yaşamımız olabilir. Bu nedenle bir kere daha haykırıyoruz: Ya sosyalizm ya ölüm

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz